Saat 09.13, ülke gündemi şaşırtıcı şekilde sakin. Belki kitabıma dönmeliyim?
Her şeyin tükenmekle sabit olduğu bir çağda, bir türlü tükenmiyor elimdeki kitabın sayfaları. Günlerdir, haftalardır, gittiğim her yere taşınmaktan yıpranmış fakat eksilmeden duruyorlar öylece. Yazarı tarafından “Başarı dileklerimle” diye imzalanmış bir peygamberler tarihi kitabı bu. Başarı, kulağıma kibir diye fısıldanan bir kelime yıllardır. Peygamber kıssalarının ilk sayfasına yakıştıramadığım, yazara hürmetten yırtıp atamadığım bir kelime oluyor bir de. Kelimeler aklımda ne çok yer tutuyor? İşime odaklanıp ‘başarılı’ bir gazeteci olamıyorum.
Peki, peygamber kıssalarıyla arama ne giriyor? Neden birkaç sayfasından fazlasıyla nasiplenemiyorum kitabın? İşte burada, yirmi üç yıllık bir ömürle, Hz. Âdem ve Hz. Havva’dan beri var olan tarihi omuzlarıma yüklenip okuyorum kitabı. Yalnız olduğum çağın değil, öncesinin de nasihatlerine talip oluyorum. “Bizden öncekilere de emredildiği gibi…” diyorum ve kitabı buna şahit tutuyorum.
Tabiî zaman buldukça. Yani işten zaman kaldıkça…
İş yerinde inisiyatif kurduğum tek şey duvardaki saat olmalı. Zaman tabiî. Onun daimi ileri yönlü hareketiyle, âzat edileceğim ânı garantiye almış oluyorum çünkü. İnsanoğlu, zaman gibi sonsuzluğa akan bir mefhumu çeşitli şekillerde ölçtüğüne inanarak, aslında kendini bu ölçümün içine hapsetmiş diye düşünüyorum, tabiî zaman buldukça. Aynı ırmakta iki kez yıkanılmayacağının farkına varan insanın, saatin asla aynı on ikiyi vurmayacağını düşünememiş olması, zamansız bırakıyor sabit bir zamana hapsedilmemiş tüm iyi niyetleri.
Saatin yedi olmasına dokuz saat var. Yedi olduğunda parmağımı kapıdaki elektronik cihaza dokundurup iş yerini terk edebilirim. Geri dönmek için önümde 14 saat olur. Eve varmak için bir saat. Temizlik, yemek ve bulaşık için iki saat. Ev arkadaşına günün nasıl geçtiğini, ülke gündemini ve kapitalizmi anlatmak için bir saat daha. Memleketi aramak, anneme her şeyin nasıl yolunda olduğunu anlatmak, duasına talip olmak için on beş dakika. Annemin sesindeki yokluğumun tınısını unutmak için? Uyumalıyım. Kapıdaki elektronik cihaza dokunup iş yerine giriş yapmak için sadece 6 saatim var.
Yarın kesinlikle birkaç sayfa da olsa okumalıyım.
“Dünyada hiçbir şeyin insan ruhunda hiçlik kadar baskı yapamayacağı bilinir” diyor Stephan Zweig, zamanımın olduğu vakitlerde okuduğum kitabı Satranç’ta. Her sabah bindiğim İETT otobüsünde bu cümle geçiyor aklımdan. Otobüstekilerin aylık akbilleri, takım elbiseleri, pahalı saatleri, tabletleri, take-away kahveleri, kartvizitleri, okunmamış mailleri, gökdelenlerde ofisleri… var. Zamanları yok. Şimdi her şeyleri zamanla sınırlanmış bu insanların yaşadığı bir hiçlik esareti değil midir?
Beni Ağrı Dağı’nın karında saçlarını yıkayan bir kadın olmak yerine, her sabah 08.40’ta aynı otobüse binmek zorunda bırakan bu hiçlik değil midir? Medyen vadisinde koyunlarını sulamak için bekleyen iki kadının, Hz. Şuayb’ın kızlarının anlatıldığı sayfadan öteye gitmekten beni alıkoyan. Yolumu Hz. Musa kıssasına çıkarmayan bu zamansızlık değil midir?
Evet bugün peygamber kıssalarıyla aramıza giren, zamandır. Akıllı cihazlarla oturduğumuz yerden Kâbe’yi gezebildiğimiz bir çağdan, insan aklımızla geçerken hem de. Gazetede manşetten ölüm haberleri girerken. Bilirken o kadınlardan biri, birkaç yıl sonra Hz. Musa’ya eş olacak ve kutsal Tuva vadisinde yanında olacaktır. Bilirken yalnız bir tık uzağımızdadır Mekke, Medine ve haberler. Her alışverişimizde banka kartlarımızda mil birikmektedir.
Unutarak tükenmekle sabit olan, tükenmektedir.
Unutarak Tuva Vadisi GPS ile bulunmaz.
Elif Bayır
2 Yorum