İsmail Kara tarafından yazılan bu nefis yazı, Dergâh Dergisi’nin 371’inci sayısında (Ocak 2021) yayımlananmıştır.
***
15 Haziran 2007
Her sevda gibi kitap merakı ve aşkının da şifa bulmaz bir kara sevdaya dönüşme ihtimali her zaman var. Hangi sevdadır ki itidal sınırları içinde tutulmasının garantisi olsun! Çünkü aklın önünden kaçıp gönüle giriyor ve Sonsuz’a, sonsuzluğa doğru açılıyor. Sonlu bir varlığın sonsuza doğru hamlesi, hareketi, kanatlanması… O sebepten olmalı, “mecnun” yahut “meczup” aşk vadilerinin herhangi birinde koşarken sınır tanı(ya)mayacak hâle gelenlerin, kendini kaybedenlerin ortak adı yahut sıfatı olmuştur. İlâhî aşka tutulmuş, râh-ı aşkta kaybolmuş olanların da…
Kitap muhabbetini hastalık derecesine vardıranlar yani iyice yoldan çıkanlar için kademe kademe birçok adlandırma yapılmış, nice söz söylenmiştir. Kitabı, kataloğu bile var. Biz şimdilik –mümkünse– marazî çizginin beri tarafında durmaya çalışalım.
Beri tarafta bizi karşılayan yüksek kapının üzerinde ve yanlarındaki beyitlerden birine bakarak devam edebiliriz:
“Kıvâm-ı din ile kâim olur vücûd-ı ümem
Cihanda bünye-i millet kitapsız yaşamaz” Hersekli Arif Hikmet
Günlük yazısının ana zeminini teşkil eden menakıbın sahibi Tahirü’l-Mevlevi merhum (1877-1951) 1001 günlük çilesini tamamlamış bir Mevlevî olduğu için kitap aşkı herhâlde birinci sıradaki sevdası değildir. Yine de dervişlerin sağı solu belli olmaz diyelim, aşkları birbirine karıştırabilirler, hakikisi ile mecazîsi bir diğeri üzerinden tecelli edebilir. Fakat bildiğimiz bir şey var; erken yaşlarında teşekkül etmeye başladığı anlaşılan kitap merakı ve okuma-yazma hevesi muharrirlik, mecmua idareciliği, kitapçılık, matbuat hayatı, mesnevihanlık ve muallimlikle beraber gelişmiş, derinleşmiş, nihayet onu hem birçok eser ve makale müellifi hem de vasıflı yazma ve basma kitaplarla dolu bir kütüphane sahibi yapmıştır. O kadar ki en güzel fotoğrafları herhâlde fesi (memur kıyafeti) yahut sikkesi (Mevlevî kisvesi) ile kütüphanesinin bir köşesinde çektirdikleri arasında bulunacaktır.
Memleketimizde (Şark’ta mı demek lazım?) şahsi kütüphanelerin, bir müddet sonra sahiplerinin de taşıyamayacağı hâle gelmesinin sebebi sadece (tek başına yeter sebep olan) kitap aşkı değil, aynı zamanda umumi kütüphanelerimizin perişan ve yetersiz hâlidir. Aranan bulunamaz, güya bu işlerle de ilgilenmeleri gereken/beklenen Milli Eğitim ve Kültür bakanlıkları, üniversiteler umumiyetle sağır, kütüphane memurları donanımsız, şevksiz ve alakasız, şikâyetler takipsiz kalmıştır. Maalesef bugün de böyledir.
Tahirü’l-Mevlevi bir tekke kütüphanesinde bile aynı zamanda derviş ve “ehl-i hal” olan vakıf kütüphane ilgililerinin ne durumda olduğunu, bir başka kitap muhibbi dostu Ahmet Remzi Dede’ye (Akyürek) yana yakıla anlatır. Tarih 14 Ekim 1896. Şark cephesinde değişen bir şey yok:
“(…) Elimizde üç [Mevlevî tezkiresi] kitap olduğu hâlde üç yüz sene zarfında tekkemizde makam-ı irşada gelen [şeyhlerden] on sekiz zatın menakıbını yazamadık. Amma yazılamaz mı? Yazılır lâkin hizmette [çilede] bulunan bir can [derviş] yazamaz. Kütüphane dolaşmak, kitap karıştırmak ister. Bizim hafız-ı kütüplere bir kitap soruldu mu var mı yok mu onu bilmiyorlar. Geçenlerde [Yenikapı Mevlevîhanesi Kütüphanesi’ndeki] Halit Dede’den Nisâb-ı Mevlevî’yi istedim, gözünün önünde dururken yok dedi, aldım gözüne soktum.”
“(…) Kütüphanedeki [şiir] mecmualar[ın]a müracaat lazım geldi. Hafız-ı kütüp Cemal Efendi, muavini de Halit Dede değil mi ya? Evvela muavin dedeye gittik, fihristi [katalog defterini] sorduk. Bir gün evvel odasında durduğunu görmüşken bende değil, Cemal Efendi’de dedi. Ondan istedik, o da Halit Dede’ye gönderdi. Neyse zar zor ele geçirdik. Yirmi bir tane mecmua intihab ettik. Birkaç saat sonra yirmi bir mecmuadan topu topu üç tanesi geldi. On sekizi sair kitaplara karışmış, bulunamamış. İşte hafız-ı kütüplük de olursa böyle olsun!”[1]
Müşkil olan sadece hafız-ı kütüpler olsa! Hazretin başından ayrıca büyük bir afet de geçmiş, çok büyük tahribata sebebiyet veren meşhur 1918 Fatih yangınında Taşkasap’taki evleriyle birlikte gözü gibi esirgediği kitapları, telifleri, notları, onların hatıraları da kül olmuştur. Kaybın büyüklüğünü ve yıkıcılığını bir miktar anlamak için kahramanımızın o sırada 40 yaşını devirmiş olduğunu hatırlamak gerekir.
Meşhur levha yangından önce mi yoksa sonra mı yazdırılıp raflardan birine ters yüz konmuştu acaba, bilmiyoruz. Ama afetten sonra olması onu daha fazla haklı çıkaracağı için tahminimizi Tahirü’l-Mevlevi merhumdan yana kullanabiliriz.
Hangi levha, nasıl bir hikâye?
Sevda Kitap…
Bugün öğleden sonra Orhan Okay Hoca’yı ziyaret için İSAM’a gitmiştim. Ziyaret sebeplerim arasında, vefatının 50. sene-i devriyesi münasebetiyle düzenlemeyi düşündüğüm İbnülemin Semineri’ni konuşmak da vardı. Konuştuk (…) [2] ve bu bahsi kapattık.
Çıkmaya hazırlanırken odaya gelen hattat Muhittin Serin Bey, Tahirü’l-Mevlevi’nin Hatıralar’ını sordu. Ben de ilk baskısının vasıfsız ve eksik olduğunu, ikinci baskıyı kullanmalarının uygun olacağını söyledim, sebeplerini anlattım. Meğer ikinci baskı kütüphanede yokmuş, o baskının yayınevini sordu…
Buradan yol bularak bir hatırat metninde okuduğum Tahirü’l-Mevlevi’nin zengin ve zevkli kütüphanesinin raflarından birinde ters çevrilmiş olarak duran istif-levha bahsini açtım. Merhum, ödünç (ariyet) kitap isteyenler olursa bu tabloyu eline alır, karşısındakine gösterir ve mütebessim bir eda ile tekrar ters çevirerek arkasındaki rafa koyarmış. (İstitrat kabilinden ilave edelim; her zaman ariyet kitap isteyen olur ve nice tecrübe ile sabittir ki bu kitapların bir kısmı geri gelmez. Kitabın az ve kitaba ulaşmanın bugüne göre daha zor ve meşakkatli olduğu o devirde bir daha gelmeme ihtimali olan o güzelim eserle sahibi arasındaki münasebeti düşünün. Hatır û hayale gelenleri… Bir şey daha var; sadece alan değil kitap da gittiği yere çabuk alışır, gariplik çekmez, yeter ki okuyan, el vuran, okşayan birileri olsun…).
Orhan Hoca dikkat kesilmiş, o levhada yer alan metni bekliyor. Hafızamdaki Arapça beyti okuyorum:
Ve ma‘şûkî mine’d-dünya kitâbu
Fe-hel ebsarte ma‘şûkî yu‘âru
Yani “Bu dünyada âşık olduğum tek şey, maşukam olan kitaptır/Maşukamın emanet olarak verilebileceğini düşünmezsin değil mi?” (Arada hatırlatalım, kahramanımız mücerrettir, evlenmemiştir). Bu levhayı görünce ödünç (ariyet) kitap isteyen insanda ısrara mecal kalır mı?
Tahirü’l-Mevlevi’nin memur kıyafetiyle kütüphanesinde, çalışma masasında çekilmiş bir fotoğrafı (Bu fotoğrafın taramasını 28 Kasım 2020 günü korona virüsten vefat eden Yusuf Çağlar’dan geçen sene almış ve Akseki kitabında kullanmıştık, rahmete vesile olsun). Ve hattat Kemal Batanay’ın talik istifiyle bu günlüğün “sebeb-i telif”i olan meşhur kıta.
Bu hikâye ve tahkiye üzerine hakiki bir kitap muhibbi ve takipçisi olan Orhan Hoca’nın yüzü tebessümle açılıyor, peşisıra “istif hâlinde nerede var bu beyit?” diye hevesle soruyor. Ben de “bilmiyorum, bulamadık ama –ayakta duran Muhittin Bey’e bakarak– bir hattata yazdırsak ve kütüphaneye assak…” diyorum. Gülüşüyoruz… Muhittin Bey sakin bir eda ile var diyor ve bizim sevinç ve hayret bakışlarımız arasında odasına gidip kendisinin hazırladığı Kemal Batanay kitabını alıp geliyor. Hakikaten var! Katalog kısmında ve küçük ebatta basıldığı için atladığımız bu istif kitabın sonlarında, 198. sayfada yer alıyor. Üstadın talikle yazdığı kıta biraz farklı ama belki de doğrusu o:
Elâ yâ müste‘îre’l-kütübi da‘nî
Fe-inne i‘âretî li-kütübi âru
Ve mahbûbî mine’d-dünya kitâbu
Fe-hel ebsarte mahbûbâ yu‘âru
Yani “Ey kitaplarımı ariyet olarak isteyen kişi, düş yakamdan / Çünkü (sevgilim olan) kitabı ödünç vermem ayıp olur / Dünyada bir sevdam var, o da kitap / Sevgilinin ariyet olarak verilebileceğini nasıl düşünürsün?”[3]
Muhittin Bey, hevesle anlatışımdan etkilenmiş olmalı, ayrılırken “onun orijinalini bulup size getireyim” meâlinde beşaretli bir söz söyledi. Dur bakalım, sevinç ve heyecanı ziyadeleştiren bu sözün masrûfu ve medlûlü nasıl tahakkuk edecek?
Kitap muhabbeti üzerine haşiyeler
Not 1. Muhittin Hoca büyük bir lütufkârlık göstererek eskilerin herhâlde yağlı kâğıt dedikleri aydınger benzeri bir kâğıda yazılı olan bu istifi rulo hâlinde Fakülte’ye getiriyor ve bana hediye ediyor. Ve ekliyor: Bunu ehil birine ver, bir kartona yapıştırsın, çizgilerini çeksin, sonra ben hocanın talebesi olarak ketebesini vekâleten yazarım… Alıp takbîl ile başüzre ediyoruz.
21 Temmuz 2008. Talebem Tuba Asıltürk bana kendisinin çizdiği ve çerçevelettiği bir çiçek tablosunu göndermiş. Sağ olsun. Ben de telefon açıp teşekkür ettim ve bir-iki haftadır kendisinde olan, kenarlarına altın çizgi çekip çerçeveletmek için uygun bir kâğıda yapıştıracağı Kemal Batanay merhumun kitap aşkı hattının ne olduğunu sordum. Biraz sıkıntılı bir eda ile “altınım yoktu hocam, yeni aldım, en geç Cuma günü göndereceğim” demesin mi! Onu rahatlatmak için, “niye haber vermiyorsun, bende altın çok, bir-iki külçe gönderirdim” dedim. Gülüştük. Tuba talebe iken bir gün sınıfta, masasının üzerinde kâğıda sarılı büyücek bir hat, bir tablo gördüm. Ne olduğunu sorunca açtı ve gösterdi. Hat tezhibi çalışması. O gün teşvik edici bir şeyler söyledim, fiilî teşvik için de birkaç gün sonra yayın hazırlıklarına katıldığım Süheyl Ünver- Gülbün Mesara’nın The Turkish Rose kitabından bir tane götürüp sınıfta hediye ettim. Tabii şaşırdı, çok memnun oldu ve biraz daha yakın hukukumuz öyle başladı.
1 Ağustos 2008. (…) Cumayı Fakülte’de kıldım. Cumadan sonra Muhittin Serin Hoca ilk defa tanıştığımız Validebağı Hastahanesi’nde Üroloji uzmanı Dr. Serhat Onur’la odaya geldiler. Serhat Bey hat dâhil olmak üzere eski sanatlarımızla alakalı kültürlü bir zat. Söz arasında kendilerinde hattat Sami Efendi’ye ait bir istifin olduğunu da ifade etti (…). Altın çizgileri çekilmiş Kemal Batanay hattı bir haftadan fazla bir zamandır Muhittin Bey’i bekliyor. Yurt dışına gideceği için acele de ediyor(uz), altına ketebe-imza, üstüne “hû” yazacak. Biraz ötesine berisine bakacak, silecek… Biz de artık aylar sonra çerçeveletebileceğiz. (…) Muhittin Bey sohbetin sonunda hattı koltuğunun altına aldı ve kendi odasına götürdü, çünkü bugün bir şey getirmemiş; kalem yok, mürekkep yok… Bakalım fütühat ne zaman vaki olacak?
Fütühat oluyor ve çerçeveletip kitaplarla bakışacak bir duvara asıyoruz…
Not 2. Kitap aşkı ve muhabbeti sonsuza doğru uzanırken kitap hikâyeleri ve kitapla ilgili yazılar, neşideler, levhalar da uzayıp gidiyor? Ya yaşanmış fakat yazılmamış olanlar? Herhâlde sayıya gelmez ama teberrüken kayda geçmiş olanlardan birkaçı bu vesile ile zikredilebilir:
a. Biri matbu bir kitabın sonuna düşülmüş Arapça bir not, bir kıta, aslında mezardan bir nida:
Se-yebkı’l-hattu ba‘dî fî kitâbî
Ve yefni’l-keffu minnî fi’t-türâbi
Fe-yâ leyte’llezî yakrau kitâbî
De‘â lî bi’l-halâsı mine’l-azâbi
Yani “Hattım kitabımda beka bulup dururken / Onu yazan elim toprakta kaybolup gidiyor / Ne güzel olurdu kitabımı okuyan / Azaptan kurtulmam için bana dua etseydi.”
Bu beyitlerin yazarı (belki aktaranı) Hüseyin Remzi. Aslen tabip. Lügat-ı Remzî adıyla meşhur bir sözlüğü var.[4] Taşbaskı nüshasının hattı da düzenlemesi de kendisine ait. Yazdığı ve taşbaskı usulüyle basılan başka kitaplar da var. Basılacak kitapları yazmaya doymayan bir insan desek mübalağa olmaz sanırım. Bu kıtayı Evâhir-i Şevval 1292 [Kasım 1875] tarihinde, İstanbul’da Şirket-i İraniye Matbaası’nda basılan Muhammediye nüshasının sonuna kaydetmiş. Koca kitabın hattının ona ait olduğunu söylemeye gerek var mı?
Bu kıtayı Konyalı bir hattat hanımefendiye emanet ettik, o da zevkle, memnuniyetle yazmayı kabul etti, şimdi istifini göreceğimiz günü biz de Hüseyin Remzi merhum da kitap muhipleri de bekliyor.
b. Talebem Rabia K. Gündoğdu ile Akseki kitabı üzerine çalışırken[5] merhumun kendi telifi olan yahut satın aldığı kitaplar üzerine sık sık yazdığına şahit olduğumuz Arapça bir beyitle karşılaştık.
Ve yebkî bi’l-kitâbi nef‘un amîm
Ve sahibuhu tahte’t-türâbi remîm
“Kitabın herkese uzanan faydası devam eder gider / Sahibi, yazarı toprak altında çürüyüp dururken…” Merhum kitapların künye sayfalarına hangi haletiruhiye içinde yazıyordu bu beyti acaba? Kitaplarının, kütüphanesinin kendisinden çok fazla yaşayacağını bilerek, onları ikinci hayatı (hayr u hasenatı olduğunu düşünürsek aynı zamanda ebedî hayatına bitişmiş sadaka-i câriyesi) varsayarak mı yoksa bir miktar vahlanma ile mi? Sevmeye, yüzüne bakmaya doyamamış, kaderin sevkiyle yâd ellere, kadr û kıymet bilmezlere kalmış…
Tam bilmiyoruz ama muhtemelen her ikisi de vardır. Birçok kitap muhibbi gibi Ali Ufkî de benzer bir şeyi dile getiriyor:
Ömrümün hâsılı oğlum gibidir işbu kitap
Korkarın ben ölicek cahil ü nâdâna düşe
İzzetin hakkıyçün senden bunu umarın yâ Râb
Hayrile yâd edecek sahib-i yârana düşe
Not 3. Dağ Ne Kadar Yüce Olsa kitabını ağabeyim, hocam Mustafa Kara’ya da göndermiştim. Rahmetli Orhan Okay kısmının günlüklerinde merkezimizdeki levhanın baskısı da vardı. Önce çerçeveletip asmak için o levhanın renkli bir taramasını emir buyurdu. (Belli ki bütün muhibb-i kütüpler gibi kendi üzerine de alınmış! Çünkü bir müddettir kütüphanesini, bin bir hikâyeleri olan kitaplarını bir yere vakıf olarak teslim etmekle meşgul). Levhanın taramasını gönderdik. Sonra “şi‘ren” tercümesi geldi. Kitapta yazacağımızı vaad û ihsas ettiğimiz “derkenar için” notunu düşerek… Onunla bitirmek vacip oldu artık; cümle kalem sahiplerini,[6] kitap âşıklarını, meczuplarını, sahaf esnafını, kitap sanatkârlarını hayırla, rahmetle yâd û tezkâr ederek hatimeyi çekelim.
Ey kitap isteyen yâr
Verdim şöyle bir karar:
Kitabı ödünç vermek
Kişi için büyük âr
Dünyamda vardır bir yâr
Kitaptır o, inan yâr
Bu âlemde gördün mü
Başkasına verir yâr[7] (Mustafa Kara, Bursa, 4 Aralık 2020).
[1] Tahir Olgun, Çilehâne Mektupları, haz. Cemal Kurnaz-Gülgün Erişen, Ankara, Akçağ Yay., 1995, s. 88, 104-05. İhtifalci Ziya Bey’in Yenikapı Mevlevîhanesi kitabı (İstanbul, Araks Matbaası, 1329) Tahirü’l-Mevlevi’nin ilk şikâyet ve arzusuna güzel bir cevap olmalı.
[2] Bu faslın devamı Dağ Ne Kadar Yüce Olsa’daki Orhan Okay portresinde yer alıyor; İstanbul, Dergâh Yay., 2020, s. 211-12
[3] Sonraki zamanlarda ariyet verme (iare) ve ar; yu‘âru-âru kafiyeleri üzerinden kurulmuş başka kitap beyitlerine de tesadüf ettim. Bunlardan biri de “Kitabî lâ-yubâ‘u velâ-yu‘âru/Li-enne iârete’l-ma‘şûkı âru” beytidir.
Recaizâde Mahmut Ekrem’in “Ariyet Kitap Arasında Bulunmuş Çiçek” başlıklı şiirinde ise kitabın ariyet oluşu sevgilinin yalnızlığı ve terk edilmişliğini kuvvetlendiren bir unsur. Şöyle başlıyor:
Size layık hemen tarâvet iken
Ey çiçek sen niçin kadîd oldun
Mevkiin sinegâh-ı rağbet iken
Şimdi gözden de mi ba‘îd oldun
Kim atan kûşe-i kitaba seni
Düşüren kim bu pîç u tâba seni (…)
[4] Bu sözlük Ali Birinci’nin teklifiyle Türkiye Yazmalar Kurumu tarafından iki cilt hâlinde tıpkıbasım olarak neşredildi (2018). Elbette başında Ali Birinci üstadın çok kıymetli bir biyografisi ile.
[5] Bu çalışma iki büyük cilt hâlinde neşredildi; Ahmet Hamdi Akseki-Hayatı Eserleri Mücadelesi, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., 2019.
[6] Sadece askeriyeden/mücahit olan müellifler için değil kaleminden kan damlayan mücadele adamları için de “sahib-i seyf u kalem” tabiri kullanılır. Çok severim bu tabiri. Onun için olmalı;
Lev iftehare’l-ebtâlu yevmen bi-seyfihim
Kefâ kalemü’l-küttâbi fahren ve menzilâ
beytine tesadüf edince onu da sevmiştim: “Gün olur, kahramanların kılıçlarıyla iftihar ettikleri bir zaman gelirse/Müelliflerin kalemleri onlara fahr u mübahat ve yüce makamlarını göstermek için yeter de artar bile”.
[7] İare kitap vermekten yakınan çoktur. Şairini bilmediğimiz biri şu:
Dest-i gadr-i müste‘îrandan ziyanım bîhisap
Tevbe ettim ariyet hiç kimseye vermem kitap
Biri de M. Cüneyt Kaya meslektaşımızın İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesi’nde çerçeveletilmiş levha olarak tesadüf ettiği ve vasıflı bir fotoğrafını beklediğimiz şu beyit:
Her kime verdimse zâyi‘ ettiler
Âriyet ben kimseye vermem kitap.
İare kitap verme hakkında İslâm kültüründe oluşmuş bazı menfi ve müsbet kanaatları veren metinler için ayrıca bk. Enbiya Yıldırım, Hüsn-i Hat ve Hadis, Ankara, Otto Yay., 2017, s. 147-52 (Bu kitaptan bizi haberdar eden Yusuf Ünal’a ve talebimiz üzerine gönderme lütfunda bulunan Veli Aknar’a müteşekkirim).
1 Yorum