Kaç Kez Savaş Ganimetlerinden Sayıldık da Soyulduk

 

Diyorum ki, gitmeli uzaklara, o tenha diyarlara. Sarılıp gecenin boynuna, kimsenin bilmediği diyarlara göç etmeli. Kimliğini kaybetmiş bir göçebe gibi… Öylece oturup kıyısında gecenin, ninemden duyduğum o unutulması imkânsız ağıtları dillendirmeli gece güne soyunmadan, ay güneşle selamlaşmadan…

Çocukluğumdan kalan tek hatıra, zihnimde silinmeyen tek kare “iki tutam gözyaşı” bir de yakılan ağıtlardı. Günbegün, anbean durmadan içimde büyüyen o ses. Ben büyüdükçe sesler de büyüdü, ben büyüdükçe izler derinleşti. Bu ses hep bir kadının sesi! Bu çığlık hep bir anadan gelme! En çok tanıdığım ama hiç karşılaşmadığım o ses… Oysa o sesle yaşamaya alıştım! O gözlerle büyümeye!

Kelimelerin sırtına yük olmuşken hüznüm, ürperiyor çocuksu yanlarım bir kadının yüreğinden dökülen sözlerle… “Kaç kez savaş ganimetlerinden sayıldık da soyulduk!” diyor sesin sahibesi… Kaç kez?

Hesabi hiç tutulmayan bir yaranın kanamasıydı bu… Sorular öyle derin ki… Heybemde birikiyor tüm susuşlarım… Varlığını unuttuğum sözlerim kıpırdıyor zulamda. Ve gözlerim yine tenhalıklarda. Uzak iklimleri düşlüyorum, uzak iklimler beni düşlüyor. Bu yüzden çoğalıyor sesler, bu yüzden yankılanıyor feryatlar.

Soğuk çığlıklar büyüyor mabedimde, erken bir ölüm oluyorum genç kaçakçıların gözbebeklerinde… Herkesin doğduğu yerde ben ölüyorum gölgemde ayak izleriyle… Boşaltılmış köylerden farksızken, yıkık- dökükken bu denli, geri de bıraktığım yaşanmamışlıklarımı anımsıyorum, gidenlerin ardından biriktirdiğim yalnızlıklarımı. Gidenler hiç dönmeyecekti ve ben yaşamayacaktım. Bir kaç kırık taştan yapılma bir duvar dibinde masum çocuk yüzü olacaktı matemim… Vuslatı çıkarmaydı sabaha? Giden gelmeyecek, kalan yaşamayacak… Ne hazin bir bekleyiş! Keşke giderken içimi de alsalardı… Belki o zaman cam kesiği gibi sızlamazdı kalbim. Ne çok keşkeler sığdırdım kısa ömrüme, ne çok öldüm öyle.

Sonra, sonrası olan hayatlar oluyordu nedenini hiç bilmediğim… Yarım yamalak tamamlanmamış hayatlar. Anlam biçmeye çalıştıkça kayboluyordum bu girdapta. Ama biliyordum bu hayatlardan birinde ben de vardım. Bir köy türküsünde soluyordum nefesimi. Bir kaval sesinde doğuyordum. Belki de ninemin yaktığı ağıtlardan birinde saklıydı ömrüm. Ömrüm diyorum da ömrüme düşen mevsimleri unutmuşken günceme dipnot düşen hüzünlerin kaç karesini soludum. Kaçına yoldaş olabildim? Kaç gece öylece sustum. Oysa susmak mı düşerdi payıma? Bir ağıtta ben yakmalıydım, gecenin ucuna asarak.

Şimdilerde; ne zaman bir dengbej dinlesem derin bir özlem belirginleşiyor yüzümde.Kalbim yerinden çıkacakmış gibi oluyor. Parçalara bölünüyorum. Her bir parçam birbirinden uzak iklimlere düşüyor, toplamaya çalıştıkça kayboluyorum.

Susup susup konuşuyorum. Ne çok özlemişim tel tel örülmüş ninemin saçlarını, Mezopotamya kokan ellerini. Şimdi çıkıp  gelse, bahar koksa yurdum.

 

Hêvi Zayci

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir