Cennetin Altın Çocukları

Dünya haritasını açarsanız eğer Pasifik Okyanus’u sırtınıza aldığınızda, Hela Sahili’nde suya doymuş gözleri, bedenlerinin esmerliğine aldırış etmeden hayata tutunanları ve bembeyaz dişleriyle mütemadiyen etrafa gülücükler saçan Cennetin Altın Çocukları’nı fark etmemeniz mümkün değildir.

Onların trajik hikâyeleri, etrafı kerpiç evlerle çevrili, gündüzleri aşırı sıcak, geceleri ise okyanusun getirdiği sert rüzgârların esir aldığı Port Moresby kentinde başladı.

Uzun yıllar Fransız ‘mösyö’ sömürüsü altında sefil, tahkir bir yaşama zorlanan Cennetin Altın Çocukları, vakur duruşlarından asla taviz vermedi. 1900’lü yılların başında güneşin batmadığı imparatorluk, mösyölerin yediği tereyağlı ekmeği kıskandı. “Haminiz olacağız!” klişesine sarılan İngilizler, yolunu Pasifik’e çevirdi. Ne tesadüf ki, kraliçe torunları bir müddet sonra bölgede altın kaynaklarını keşfetti. Verimli toprakların altından çıkan madenler adeta ‘tereyağlı ekmeğin üzerine kaymak etkisi’ yaptı. Peki, güneş Pasifik’te batacak mıydı?

Tarih iyi bilir, birçok milletin makûs talihidir, kraliçe şövalyeleri. Acımasız, azgın, arsız ve melamet… Güneş batmayan ülkeye karşı koyacak güçleri olmayan Cennetin Altın Çocukları, avlayabildikleri hayvan etleriyle karınlarını doyurma gayretindeydiler.

Başlarına gelen bütün olumsuzluklar, bu acımasız dünyayı dalgaya almaya engel değildi onlar için. Ya ‘kundu’ çalıp yöresel danslarını gülerek icra ederler ya da ağaç kangurusunun derisinden yaptıkları ‘özgürlük’ kolyelerini takarak, beyazlara ‘biz buradayız!’ göndermesi yaparlardı.

Günler, haftalar, aylar derken Cennetin Altın Çocukları yıllarca beyazlara kendilerini gösteremedi. Daha doğrusu, açık tenliler onlara karşı gözlerini yummuşlardı.

Sömürü düzeninin her yerde hissedildiği 1963’ün Kasım’ında, şehrin tanınmış simalarından ‘turist’ lakaplı Jacksoon’ın başını çektiği yirmi bir kişi sözlendikleri yerde bir araya geldi. Mekân Hela Sahili… Jacksoon’ın elinde, bez parçalarıyla on iki yerden iğne iplikle tutturulmuş yuvarlak bir nesne vardı. Kabile reisleri tarafından ekip başı seçilen bu ‘geveze’ adamın tek ve en önemli özelliği, gençlik çağındaki bir haftalık Avustralya macerasıydı.

Bir ikindi vaktiydi. Hela Sahili’nde esen rüzgâr, nedense o gün sert yüzünü göstermişti. Jacksoon’ın ağzından çıkan kelimeler, adeta rüzgârın peşine takılıyor, okyanusun derin sularında deveran ediyordu. Turist, muhtelif kabilelerden seçtiği yirmi bir kişiye, hayatlarında ilk defa gördükleri meşin yuvarlağı anlatma peşindeydi. Ancak sözleri kifayetsiz kalıyordu. Kendinin dahi tam olarak bilmediği bu oyunu, uzun cümlelerle anlatmanın zor olacağını düşündü bir an. Teorik değil pratik zamanıydı. Jacksoon, elindeki meşin yuvarlağı yere bıraktı.

Şaşkın bakışların arttığını gören Turist, her zamanki bilmiş edasıyla “beyazlar buna top diyor” dedi, devam etti: “Bakmayın aptal gibi suratıma. Sizleri boşuna seçmedik. Beyazları yenmek istemiyor musunuz ha? İstiyor musunuz? Bana onu söyleyin. İşte bununla başaracağız.”

İlkokul üçte okulu bırakmış, yöre halkının çoğunluğu gibi akşam karnını zor doyuran, gevezelikten başka bir işe yaramadığı düşünülen Jackson, beyaz topu göstererek sarf ettiği bu sözler ile insanların içinde biriktirdiği acıya parmak basmıştı. Fur kabilesinden seçilen Kentrey, kendinden emin tavrıyla eline aldı topu ve Jackson’a yöneldi: “Ben varım!”

Kentrey’in özgüveni herkesi ateşlemişti. Kimi babasını, kimi dedesini, kimi de kardeşini… Yüzlerce ölüm beyazlara karşı çare olmamıştı. Herkes mağlubiyetlerden sıkılmış, yüzleri güldürecek bir gol bekliyordu hayattan. Turistin ateşli sözleri etkili olmuş, bilmeden takım bilincini ortaya çıkarmıştı. Şimdi her şey istediği gibi gidiyordu Turist’in. Herkes hazırdı hazır olmasına fakat Jacksoon’ın aklında kocaman soru işaretleri vardı. Bu muğlak oyunu nasıl öğretecekti?

Hela Sahili’ndeki meşin yuvarlak dersi başkent halkının yoğun ilgisini çekmişti. Öyle ki, insanlar, beyazları yenecek olan bu adamların Allah tarafından görevlendirildiğini dahi düşünmeye başlamıştı. Karate, tekvando ve judoyu andıran ilk antrenman saatinde, “oyuncuların konsantrasyonu bozulur” endişesiyle başkentte adeta ‘çıt’ çıkmıyordu.

Jacksoon, beyazlardan aldığı tüyolardan yola çıkarak ertesi günkü antrenmanda taşlarla iki kale kurdu. Cennetin altın çocukları, ilk kez çift kale maç oynayacaktı. Birçoğu hâlâ ne yaptıklarının farkında bile değildi.

Turist, bir futbol dehası gibi antrenmanlarda uyarılarda bulunuyordu oyunculara. Jübilesini yapmış, futbolculukta yakalayamadığı başarıyı antrenörlükte elde etmek isteyen koç görüntüsündeydi. Akşam öğrendiği tüyoları antrenmanda sürekli tekrar ediyor, “sakın unutmayın!” diyerek tembihliyordu.

Anlatılanları çabuk kavrayan yok sayılmazdı. Cancavi kabilesinin baş dansçısı Fostur, okyanus kanadından meşin yuvarlağı sürdü. Sanki yağ gibi akıp gidiyordu. Kabile dansında yaptığı figürler ile kızların gönlünü fetheden Fostur, şimdi ne yapacaktı? Bütün gözler ondaydı. Dans ustası Fostur, sağ ayağıyla meşin yuvarlağa ‘Allah ne verdiyse’ vurdu. Topun havadan yüzüne geldiğini gören Jakcsoon donakalmıştı. Onun kafasına çarpan top yön değiştirmiş, karşılıklı duran iki taşın arasından akıp geçmişti. Nam-ı değer kaleci ‘goril Desyer’ sadece izlemekle yetindi, olup biteni. Haklıydı. Zira ona kadar kendisine hiç iş düşmemişti.

Ve beklenen an gerçekleşmiş oldu. Fakat onlarca kişi ne olduğunu anlamamıştı. Herkes şaşkınlıkla birbirine bakmakla meşguldü. Bol karambollü iki günün sonunda ilk yaşanmıştı. Bütün alandakilerin gözü Turist’teydi şimdi. Jacksoon ise kahroldu ve kendini yere bıraktı. Uzun süre Hela’nın ince kumundan kaldıramadı bedenini. Dünyanın gerçek proleterleri, ilk gol sevincini kendi kalesine gol atan adamın üzüntüsüyle heba etmişti. Port Moresby halkı, böylece futbolun en güzel yanı olan gol kavramına “merhaba!” demiş oldu.

O tarihten itibaren başlayan acı onları hiç bırakmadı. Cennetin Altın Çocukları lakaplı Papua Yeni Gine Milli Takımı sürekli müsabakalardan boynu bükük ayrılıyordu. Yıllar geçti, futbolun kurallarını öğrendiler yine de yenilmekten kurtulamadılar. 1973’te özerklik ilan ettiler, yine yenildiler. Başkente 127 koltuklu stadyum inşa ettiler, olmadı. Bağımsızlık kazandıkları yıl heyecanlıydılar ama 1-0 öne geçtikleri Malezya maçında 10 gol yemeye engel olamadılar.

Avustralya’ya alınan mağlubiyet ise dönem futbolcularını kızdırdı. Alınan hezimet dolu skorlar sonucunda “buraya kadar” dendi.  Papuanlar senelerdir galibiyet yüzü görmedikleri futbolu bırakma kararı aldı. Meşin yuvarlığın onlara göre olmadığını düşünüyorlardı. Beyazları yenemeyeceğini anlayan halk da eskisi gibi antrenmanları takip etmeyi bırakmış, heyecanları sönmüştü. Goril Desyer başta olmak üzere birçok oyuncu bu süreçte yaşlandı. Fostur ise ilerleyen yaşına rağmen kabile dansçılığından vazgeçemiyordu.

Başkent halkını bir araya getiren futboldan geriye, sokakta çocukların “golllll” sesi kalmamıştı.

Bir vakit böyle gelip geçti. Kimse elini taşın altına koymak istemedi. Sonra bir gün elinde bastonuyla kambur bir adam çıktı ortaya. “Bu böyle gitmez!” dedi, etrafındakilere. Kamburuyla zor yürüyen, neredeyse vücudu incelikten kopacak ve dökülen ön dişleriyle peltek konuşan koca yürekli bir adam… Yetmiş üç yaşında kontraya çıkan bu kişi, Turist Jacksoon’dan başkası değildi.

Tekrar eski günlerde olduğu gibi en iyi topçuları bir araya getirdi. Bu kez toplanan kitle futbolu biliyordu. İş sadece hepsini bir araya getirmek kalmıştı. Futbolcuların başına eski öğrencisi Fostur’u teknik direktör yapan Turist, bütün antrenmanları yakından takip ediyordu.

“Mağlubiyetler öğretir” düsturuyla yeniden toplanan Papua Milli Takımı’nın ilk müsabakası, Amerikan Soması’na karşıydı. Yaşlı Kurt Turist’in öğrencileri, maçın sonucunda şu an bile kırılması güç rekora imza atacaktı. Müsabakada kalesini gole kapatan Cennetin Altın Çocukları, rakibinin filelerini 20 kez havalandırmıştı. Dünya manşetleri yenilgi yenilgi büyüyen bu çocukları yazdı.

Kader cilve yapmayı sever insanlara. Azrail ummadık yerde kapını çalar, sessiz ve derinden. Turist’e de cilve yapmıştı kaderi. Koca Jacksoon, maçtan iki gün geçirdiği kalp krizi sonucu dünyadan göçmüş, atılan 20 golü görememişti. Futbolu bilmeden teknik direktörlük yapan belki de dünyada tek kişi olan Turist, galibiyet tatmadan göçüp gitmişti.

Papuanlar… Kendi tabirleriyle; Cennetin Altın Çocukları… Her ne kadar,  2009 yılında FIFA’nın belirlediği ülkeler sıralamasında 203’e yani son sıraya gerileseler de Papua Yeni Gine Milli Takımı, ayakta kalmaya devam ediyor. Başkent Port Moresby halkı da oynanan her müsabakada Turist Jacksoon’ı anmadan edemiyor.

Abdullah Uluyurt

DİĞER YAZILAR

6 Yorum

  • Yazman , 13/09/2018

    Her yazan yazar olamayabilir ancak her yazar yazan kişidir. Kalem oynatan genç yazar adaylarını küçümseme yerine takdir etmeli ve yol göstererek yüreklendirmeliyiz diye düşünüyorum naçizane.

  • Edanur Albayrak , 12/09/2018

    Futbolla 1963 yılında tanışıyor olmaları ve o ilkellikte mağlup olarak yükselmeleri gerçekten etkileyici. Batı dünyası bunu kabullenmese de yazıda futbolu ve inceliklerini görüyoruz,tam anlamıyla bilmedikleri.. Çok yararlı buldum,özellikle cennetin altın çocukları betimlemesini. :)

  • süleyman sayan , 12/09/2018

    yazar sülalesinin yazar çocuğu laf aramızda en iyisi sensin…
    Hep böyle devam et mükemmel insan hem kişiliğin hem kalemin

  • zeynep k. , 10/09/2018

    Yazı aktı gitti… Devam yazıları bekliyoruz yazardan.

    • Bronz Çocuk , 10/09/2018

      Zeynep K.ya biri her yazı yazanın ”yazar” olamayacağını, yazar olmak için edebiyatla ve okumayla çok çok fazla mesai harcaması gerektiğini aktarabilir mi? Ve Zeynep’in iyi bir okuyucu olmak için çaba harcamasını söyleyebilir mi?

  • Gümüş Çocuk , 10/09/2018

    Uzun zamandır (4 yıl) sitede okuduğum en güzel yazı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir