
Mendilini çıkarıp alnından süzülen terleri sildi. Başını cama yasladı. Güneş yavaş yavaş doluyordu otobüsün içine. Yolcular uyuyordu. O ise doğan güneşi seyrediyordu. Birkaç dakika arayla, tekrar tekrar siliyordu alnında biriken terleri. Otobüsün kliması çalışıyordu aslında ama sabaha karşı yolcular üşüdüğünden kapattırmışlardı. Tüm yolcular ter içinde kalana kadar da kimsenin aklına klimayı açtırmak gelmeyecekti. Gülümsedi. Araya giren onca zamandan sonra bu şehrin nemini, sıcağını bile unuttuğuna sadece gülümseyebildi.
Binalar ağaçların yerini aldığında muavin anons yapmaya hazırlanıyordu. Mikrofonu yerinden çıkarıp, hazırlayıp açmak yerine, ilk önce sesini açtığından; muavinin sesinden önce hoparlörlerin kulak tırmalayan çınlama sesini, mikrofonu muhafaza eden dolabın açılma sesini, dolabın içine çarpan mikrofonun sesini, dolabın kapanış sesini, mikrofonun birbirine karışan kablosunun çözülmeye çalışılması esnasındaki tüm garip sesleri ve muavinin sesini açmak için boğazını temizlemesinin sesini dinleyen tüm yolcular çoktan anlamıştı varış yerine yaklaşıldığını. Bu nedenle kimse muavinin ne diyeceğini merak etmiyordu. Muavin de bunun farkında olduğundandır, ağzını açmadan konuşmaya çalışarak anlamsız birkaç cümle edip birkaç dakika sonra otogara varılacağını, yolcuların eşyaları kontrol etmesi gerektiğini kimse anlamasa da anlatıyordu.
Otobüse adımını attığı ilk anda içini kaplayan heyecan birdenbire tekrar peyda oldu. Nasıl çıkmıştı evden? Bunca yıl her anında mantıklı, her yerde planlı ve her zaman bir açıklamaya sahip bir adam olarak ellerinin titremesini saklıyor, gözlerini kaçırarak konuşmaya çalışıyor, kulaklarının kızarıp kızarmadığını merak ediyor, iki kelimeyi bir araya getiremiyordu. “Bir yolculuğa çıkıyorum.” demek bazen yeterli bir izah sayılmıyordu. “Bu yolculuğa çıkmak zorundayım.” Çok etkili bir giriş olabilirdi. “Bu yolculuk benim için çok önemli.” sözü insana dünyayı kurtaracak bir süper kahraman hissi veriyordu. Fakat bu cümlelerin tamamının söylendikten sonra vardığı tek bir soru cümlesi vardı:
“Neden?”
Bir çocuk gibi “İşte!” diye cevap verse ve herkes normal hayatına geri dönse. Otogara rahat rahat gidip biletini alsa, yolculuğa çıktığı andan itibaren gâvur icadı dediği cep telefonunu kapatmak zorunda kalmasa. Cep telefonunun kaybolmayı engellediğini düşünüyordu çünkü. İnsan daha sağlıklı dönebilmek için arada sırada kendinde/kendiyle/kendisi için kaybolabilmeliydi. Ama bu gâvur icadı (cep telefonu) olur olmaz zamanlarda çalabiliyor, açılmadığı zaman neden açılmadığının da izahı gerekebiliyordu. Teknoloji ilerlediğinden beri, insanlar diğer insanlara (aslında kendi insanlığına dahi güvenmiyor artık!) güvenmeyi bırakmıştı çünkü. Telefon açılmıyorsa bir sorun var demektir. Kurallar basittir. Ama insanlar basit yaratıklar değildir. Bu nedenle “İşte!” diye bir cevap olamaz. “Öylesine” de bir cevap değildir. Gerçek cevabı vermek de evden/işten çıkabilmek için yeterli değildir. Bu nedenle bir bahane bulması gerekir insanın. Ve bu bahane ömrü boyunca dürüst yaşamış bir insanı utandırır. Suçluluk hissi verir. “İşte” bu yüzden “öylesine” çıkamadığı bir yolculuk için ailesine/patronuna yakın bir arkadaşının hasta olduğunu, onu ziyaret etmesi gerektiğini söylemek zorunda kalmıştı. Evden çıkarken, otobüse binerken ve otobüs şehre yaklaşırken rahat nefes alamadı. Yol boyunca alnının terini silmesi klimanın kapalı olmasından, havanın neminden değil; ateşe yakın bir cümlenin hararetindendi.
Merak etmeyin, demişti. Çok kısa bir süre kalacağım. Hem hasta ziyaretinin kısası makbuldür değil mi? Komik bir şey söylemiş gibi gülmüştü kendi kendine. Sonra da kendini ele verdiğini düşünerek bir anda ciddileşmişti. Bu ciddiyetle yatak odasına geçip eşyalarını toplamaya başlamıştı. Eline gelen birkaç eşyayı alelade yerleştirmişti. Acelesi olmadığı halde acelesi varmış gibi davranmıştı. Bunu fark ettiğinde ise yavaş hareket etmeye çalışmış, o kadar yavaşlatmıştı ki kendini, bir an ne yaptığını unutmuş ve öylece birkaç dakika beklemişti. Neden beklediğini bulamadığından eline çantasını alıp apar topar çıkmıştı evden. Yolculuk boyunca bir açık verip vermediğini düşündüğünden aynı sahneleri, diyalogları tekrar tekrar geçirmişti zihninden. Bir türlü uyku tutmamıştı. Gözlerinin kırmızılığı güneşin kızıllığına karışmış ve her seferinde kendine aynı şeyi söylemişti.
“Bu delice oldu!”
Bir anda evden çıkıp gitmek. Deliceydi. Mutlu hissettirmiyordu, kötü de hissedemiyordu. Yanındaki yolcu ayaklanıp çantasını üst raftan almaya çalışırken onu seyretti. Adam oturduğu yere çantasını koydu. Otobüs otogara girene kadar ayakta bekledi. Yola çıktıklarında yanındaki adam birkaç soru sorarak muhabbet etmek istemişti ama o kendini sorguya çekiliyor gibi hissetmişti. Birkaç cümle ağzından kaçırırsa bir anda otobüs duracak, ailesi karşısına dikilecek, bir açıklama bekleyecekti. Bu yüzden tek kelime etmedi. Bir ara otobüs ani fren yapınca aklından geçenin başına geldiğini düşünerek birden ayağa kalktı. Rezil olduğunu anlayınca da ne yapacağını şaşırıp yerine oturdu. Yanındaki adam bu tedirginliğini de gördükten sonra muhabbet etmeyi düşünmemişti. Şimdiyse yanında bir çanta ile çok kısa da olsa yolculuk ediyordu. Belki bu çantayla konuşabilirdi. Soru sormadan dinleyebilirdi onu bir çanta. Bir çanta soru soramazdı belki ama eğer sorsaydı “İşte, öylesine” gibi bir cevabı kabul edebilirdi. Adamın kendisine bakıp bakmadığını kontrol etti. Çantaya doğru eğildi.
“İkimiz de içimizde bir şeyler saklıyoruz değil mi?” dedi.
Güldü.
Kimse, “Durduk yere ‘neden’ gülüyor bu adam?” demesin diye pencereye alnını dayayıp güldü.
Otobüs perona giriş yaptı. Çanta adamın muhabbetinden sıkılmış olacak ki ayrıldı yanından. Tüm yolcuların inmesini bekledi. Adımlarını atar atmaz tanıdık bir koku çalındı burnuna. Duraksadı. Zamanın yavaş akmasını istiyordu. Özlediği bu kokuyla baş başa. Otobüslerin motor sesleri, muavinlerin bağırışları, taksilerin kornoları duyulmaz oldu. Zaman akmayı bıraktı, durdu. Özlediği iyot kokusu genzine, deniz gözlerine doldu. Gözleri doldu. Seneler önce buradan ayrılırken son kez oturduğu banka doğru yürüdü. Büyülü bir anı yaşıyor gibiydi. Gözlerini denizden hiç ayırmadan derin nefesler alarak bankın yanına kadar geldi. Oturdu. Gülümsedi. Küçük, kesik kahkahalar döküldü sonra. Bir gemi boğaza demir attı, hıçkırıklar boğazına düğümler attı. Düğümler çözüldü. Çözülen her düğüm bir damla tuzlu suyu ekledi denizin sularına. Deniz taşmadı, garip şeyler olmadı. Tüm insanlar normal hayatlarına devam ediyordu. Bir deli, deliliği tuttuğundan özlediği denizi görmeye gelmişti o kadar. Şimdi normale dönebilirdi. Geldiği gibi geri dönebilirdi. Uzun uzun seyretti maviliği. Bir daha böyle bir kriz yaşar mıydı, bilmiyordu. Yaşarsa yine bir bahane ile kaçıp gelebilir miydi, bilmiyordu.
Şimdi, ayağa kalkacak ve bir dönüş bileti alacak. Gâvur icadını cebinden çıkarıp açacak, telefon çalacak:
“Vardın mı?” diye soracaklar.
“Dönüyorum.” diyecek.
“Neden?” diyecekler. Gülümseyecek. Son bir kez bakacak maviliğe ve cevap verecek:
“İşte, öylesine…”
Ömer Can Coşkun

