Bir Kitabın Meraklısına Notlar

 

Tarihçi Prof. Dr. Zeki Arıkan’ın Kasım 2011 de Tarihçi Kitabevi tarafından basılan “Tarih Gezintileri” isimli eseri kitapçıların raflarındaki yerini alınca bizim de ilgimizi çekmiş ve kitabı temin ederek okumaya başlamıştık.

Tarihçi bir akademisyenin, bir ilim adamının eserini okuduğum zannıyla kitaptan çok şeyler beklemiştim. Ancak eser, içerik olarak taşıdığı isimle çok da ilgiliymiş gibi bir intiba uyandırmadı bizde. Belki de biz eserin isminden yola çıkarak, bir akademisyenin özelde de tarihçi olan bir akademisyenin tarih konusunda gezintilerine, şahitliklerine, günlüğe benzer gezi notlarına vakıf olacağımızı sandık. Bu açıdan kitapla aramıza soğukluk daha ilk olarak ismine bağlı olarak içeriğinde yaşadığımız sorunlarla başladı.

Kitap neden yazıldığı çok da anlaşılmayan, gereğinden uzun ve gereksiz detaylarla işlenmiş bir hayat hikâyesi ile başlıyor. Genel olarak esere hâkim olan içerik ve eserin tema bütünlüğüyle uyuşmayan bu kısım zaman zaman okuyucu sıkacak, gereksiz ayrıntılarla oluşturulmuş. Bunun yanında yazarın edebi bir üslup yakalayamaması da okuma işçiliğini, okuyucu açısından oldukça güç bir hale getirmiş.

Kitabın ilk 36 sayfasını atlatmayı başarırsanız “geri kalanını da nasıl olsa okurum” düşüncesine de kapılmamanızı öneririm. Zira esas sıkıntılar eserin tam olarak içine girdiğinizde karşınıza çıkıyor. Ancak demin belirttiğim yazıdaki, okuyucuyu yoran, sıkan, gereksiz ayrıntılara girerek meseleyi uzatan yazı tarzı problemleriyle bu kez çok az karşılaşacaksınız. Zira yazar, bu sorunları eserin içinde atlatmış ya da çözmüş görünüyor diyebiliriz. Bu kısımdaki en büyük sıkıntınız, yazarın gerekli gereksiz yaptığı uzun alıntılar olacaktır. Siz konuyu vuzuha kavuşturacak bir alıntı beklerken, öyle basit, öyle sıradan bir cümleyle çıkıyor ki karşınıza yazar, konuyu açmayan, meselenin üzerindeki sis bulutunu dağıtmayan bu gereksiz alıntıların neden yapıldığını ister istemez sorgulamaya başlıyorsunuz.

Şimdi de kitabın iki bölüm halinde okuyucuya sunulduğu bölümleri kendi alt başlıklarından seçerek sizler için hem tanıtım hem de bilgilendirme amaçlı kısa bir değerlendirme yapalım.

“Yakınçağ ve Cumhuriyet Tarihimizden Sayfalar” isimli bölüm başlığı altında 16 alt başlık açmış yazar. Bu bölümde ilk makale “Atatürkçülüğün Neresindeyiz?” ismini taşıyor. Çok ilginç tanımlamalar yapan Arıkan, genel olarak bir şeyler anlatmaktan, bir birikim paylaşmaktan ziyade, üzüm yemekte gözü olmayan adam edasıyla bulduğu her yerde bağcıyı dövmeye çalışmış. Bu ilk makalede kullandığı “Abdülhamit hayranları ve sentezciler”tabirinin ne olduğunu biz defalarca okuduğumuz halde hâlâ anlayamadık. Cumhuriyeti kuran kadroyu istisnasız olarak göklere çıkarıp, İsmet İnönü, Hasan Ali Yücel gibi isimleri devamlı övmesi ve Köy Enstitüleri gibi bugün hala tartışılan kurumları yere göğe sığdıramaması, yazarak ve ufuk açarak bilgilendirmekten ya da paylaşmaktan ziyade, sizi istediği yere çekmeye çalışan bir hava oluşturuyor. Makalenin son sayfasında yazdığı ifadeler de yazarın niyetini ortaya koyuyor zaten. İstanbul’un bir semtinde yer alan bir caminin dergâh gibi kullanılmasına çok sinirlenen Zeki Arıkan, bu camii insanlarının teveccüh ve muhabbetini kazanmış bir zat-ı muhteremden de “yobaz bozuntusu”diye bahsediyor. Gençliğin bu gerici, mürteci ve Cumhuriyet düşmanlarının elinden nasıl kurtulacağını soran Arıkan, bu konuda bir hayli tedirgin gibi duruyor. (sayfa 43)

“İlk Kurşun” isimli makalesinde, Gazeteci Hasan Tahsin ve ilk kurşun meselesine değinen Arıkan konuya en küçük bir yenilik getirmemiş, sadece önceden söylenen klasik bilgileri tekrar ile iktifa etmiş. Hasan Tahsin’in ilk kurşunu atmamış olma ihtimalinden ve Konak meydanında bulunan heykelinin sorgulanmasından duyduğu rahatsızlığı da burada dile getirmiş. (sayfa 86) Bu arada da kitabın genelinde hâkim olan hava yine karşınıza çıkıyor ve siz onun yazdıklarına ve ortaya koyduklarına inanmıyorsanız bazı gerici ve Cumhuriyet düşmanı sıfatları hemen hak ediyorsunuz.

Kitabın ikinci bölümü olan “Yakınçağ ve Cumhuriyet Tarihimizden Portreler” isimli bölümde ise 27 alt başlık bulunuyor. “Asya’nın Rönesans’ı Atatürk” (sayfa 155) makalesinde Atatürk Devriminin gerçek bir Türk aydınlanması olduğunu belirtiyor ve 24 Ağustos 1925 yılında Kastamonu’da Mustafa Kemal’in yaptığı bir konuşmadan alıntı yaparak tezini güçlendirmeye çalışıyor. Zeki Arıkan, Mustafa Kemal’in yaptığı inkılapların amacını“Asırlık köhne zihniyetlerle geçmişe saplanıp kalmakla varlığımızı korumak mümkün değil. (… ) Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve her yönden uygar bir toplum haline getirmektir” cümleleriyle açıklar. (sayfa 158-159)

Belki de kitaptaki en ilginç makalelerden birisi “Yeniden İmece, Kasım 2005” de yayınlanıp kitaba da dâhil edilmiş olan “Atatürk’ün İnsanlığı, Sağlığı ve Hastalığı Üzerine” (sayfa 169) isimli makalesidir. Bu makalede Arıkan, elinde bulunan bazı kitaplardan bahsederken Dr. Eren Akçiçek’in kitabı üzerinden Mustafa Kemal’in insan yönüne vurgu yapma ihtiyacı hissediyor. Günlük yaşamında “gülen, ağlayan, üzülen ve sevinen” bir insan portresi çizdiğini ve Atatürk’e bu gözle bakmanın da çok olumlu olduğunu ifade ediyor. Dr. Akçiçek’in Atatürk’ün bütün “insani özelliklerini” bu eserinde ortaya koyduğunu, eserin sekiz bölümden oluştuğunu yazıyor ve şu ilginç satırları da ekliyor “Atatürk’ün ağladığı anılar da pek çoktur. Bu, belki onun insani özelliklerinin en dikkate değer olan yanlarıdır.” (sayfa 170-171) Köpeği Foks’un ölümünün de Mustafa Kemal’i derinden etkilediğine değinen Prof. Dr. Arıkan, Dr. Akçiçek’in kitabının amacını Atatürk sevgisiyle açıklıyor. Ancak burada her iki isminde özellikle vurgu yaptıkları “insani özellikleri” cümlesi insanın zihnini kurcalamıyor değil. Devamlı bu vurgunun yapılması “Acaba Mustafa Kemal’in insani özelliğinin dışında bir başka özelliği mi var?” sorusunu insanın aklına getirmiyor değil.

“Ortak Bellek Durağımız: Aşiyan” ve “Tevfik Fikret ve Atatürk” isimli makalelerde bu iki isim üzerinde durarak bazı değerlendirmeler yapılmış. Arıkan, Mustafa Kemal’in Tevfik Fikret şiirlerini ezberden okuduğunu, şairliğini çok beğendiğini, fikirlerinden etkilendiğini ve ona yetişemediği için de teessür duyduğunu yazmış.

“Mithat Paşa’nın Bağdat Valiliği”, “Mithat Paşa ve Ziraat Bankası” ve “Mithat Paşadan İlhan Selçuk’a”(sayfa 199-208) isimli makaleler de önceki yazılardan farklı değil aslında. “Bugün Irak’ın haksız yere işgal edenler,  kendilerini haklı çıkarmanın yolunu 400 yıllık Osmanlı sömürüsünü gündeme getirmekte buluyorlar” (sayfa 203) gibi tarihi gerçeklerle bağdaşmayan ve İnönü dönemi baskıcı zihniyet mantığını taşıyan bu gibi ifadeler, hem yazarın hem de tarihçi kimliğinin zihninizde sorgulanmasına sebep oluyor. “Ziya Gökalp” isimli makalede Prof. Dr. Zeki Arıkan, Gökalp’in, Türklerin Osmanlı bayrağı altında bilinçsizce yaşadığı, ibadet dilinin Türkçe olmasını savunduğu, ezanın, namazın ve Kuran’ın Türkçe okunduğunu görmek istediği, Avrupai bir devletin kurulması için din-devlet ayrımının yapılmasını öngördüğü ve kadınların tesettürüne karşı çıktığı modern (!) ve çağdaş(!) görüşlerine yer veriyor.

Dr. Abdullah Cevdet Sokağı” (sayfa 219) makalesinde meşhur Abdullah Cevdet’i bize öyle bir anlatır ve tanıtır ki Zeki Arıkan, kendinizi bu zat-ı muhtereme karşı hata yapmış suç işlemiş sanırsınız. İttihat Terakki Cemiyetinin kurucularından olan ve din düşmanlığıyla bilinen, Avrupalıları yakalamak için Avrupa’dan damızlık erkek ithal etmek fikrinin ortaya atan, İslam’a ve Hz. Peygambere hakaretlerde bulunan meşhur batılı müsteşrik Dozy’nin kitabını Türkçeye çeviren bu Abdullah Cevdet’i, Tarihçi Arıkan’ın kaleminden okuyunca şaşıracaksınız. Gerçi damızlık meselesini iftira olarak gören ve kabul etmeyen Arıkan, tüm kitap boyunca sergilediği bilim adamı (!) tavrını burada da sergiler ve bu iftiranın hangi kaynaklara dayandığını ya da bu düşüncesini besleyen ilmi delilleri sizinle paylaşmaz. Ben yazdım oldu faslı devreye girer yani. Arada da devamlı Sultan Abdülhamid’den baskıcı, istibdatçı diye bahseder, satır aralarına bu gibi resmi ideolojinin kokmuş ve artık savunulmayan görüşlerini sıkıştırmayı da ihmal etmez.

Ancak kitabın en ilginç makalesini en sona sakladık. “Mahmut Esat Bozkurt” (sayfa 245) isimli makalede verilen bilgiler Cumhuriyet kadrosunun fikir ve hareket yapısı hakkında bize bilgiler vermek amacındadır. Zeki Arıkan, Bozkurt’un konuşmalarından örnekler vererek onun ne kadar büyük bir Kemalist olduğundan övünçle bahseder. Devrim zihniyetini en iyi kavrayanlardan olan Bozkurt dinin yalnız vicdanlarda kalması gerektiğini savunur, ayrıca “bozuk ve sakat” kuralların Türk ulusunun geleceğini ve kaderini tayin etmemesi gerektiğini düşünür. (sayfa 250) Avrupa medeni kanunlarından hemen “aceleyle birisini alarak çevirisini yapıp yürürlüğe koymanın” gerekliliğine inanan bu zevat, “iyi ve bilimsel bir hukuk koduna ihtiyaç duyduğumuzu” (sayfa 251)“böylece Türk ulusunun temelsiz inançlardan kurtulmuş olacağını ve çağdaş ilerleme uygarlığına gireceğini” beyan eder. (sayfa 251-252)

“Hasan Âli Yücel ve Karşıtları” isimli makale (sayfa 273) 1938-1946 yılları arasında bakanlık görevini yürüten ve Köy Enstitülerini kurmasıyla meşhur olan Hasan Âli Yücel’i konu ediniyor. Zeki Arıkan, daha önceki kısa köşe yazısı tarzında yazılmış makalelerindeki tavrını burada da sürdürerek Yücel’i yere göğe sığdıramaz. Ancak bunun için ortaya ciddi bir argüman da koyamaz. Daha çok hamasi tavırlarla yapılan bu gereksiz metihlerde Bakanlık dönemi ve dönem içindeki çalışmaları nedeniyle eleştirilen Yücel’i savunmaya geçerek, eleştirilerde bulunan Atilla İlhan’a yüklenir. Yazıyı baktığınızda sanki Yücel’in aklanması, Atilla İlhan’ın haksız çıkması gerekliliğine bağlanmış gibidir. Atilla İlhan’a göre Yücel’in bakanlık yılları karanlık bir dönemdir. Arıkan’da İlhan’ı eleştirirken şu satırlara yer verir:“İlhan, liselere eski yazı konulmasını savunacak kadar da ileri gitti. Dil devrimini karalamak içinde Atatürk’ün ölümünden sonra epeyce çark etmiş olan Falih Rıfkı Atay’a dayandı. Dil devrimini Milli Şef’in bir oyunu olarak gördü.” (Sayfa 276-277) Zeki Arıkan’ın bu satırları kaleme alırken ki niyeti neydi bilinmez ama insanın bu eleştirileri okuduktan sonra gidip Atilla İlhan’ı bulup ona sarılası geliyor.

“Tarih Gezintileri” isimli kitabımızın en son makalesi olan “Vahdettin ve Ecevit” (sayfa 345352) ise hem kitabın hem de yazarın bilgi, birikim ve ilmi düzeyini ortaya koyan, meselelere bakış açısını ve niyetini tam olarak yansıtan bir yazı olması hasebiyle bizce önemlidir. Merhum Bülent Ecevit’in vefatından önce ortaya çıkan bir cümlesi üzerine başlayan tartışmalarda hemen kılıç kalkan kuşanan acemi Bar oyuncusu yazarımız Zeki Arıkan, hem Ecevit’i eleştiri yağmuruna tutmuş hem de Merhum Sultan Vahdeddin’i “hainlik, zevk sefahat düşkünlüğü, vatan millet umursamazlığı ve korkaklık” gibi sıfatlarla itham etmiş. Ecevit’in “Son Osmanlı Padişahı Vahdettin hain değildir” cümlesi üzerine kopan fırtınayı değerlendiren Arıkan’ın da iddialarını hangi temel üzerine kurduğunu yine kitabındaki bir satırlardan anlıyoruz: “Topladığım, daha doğrusu ulaşabildiğim gazete kesitleri koca bir dosya oluşturdu.” (Sayfa 346)

Tabiî Sayın Arıkan’ın bu ilmi çabasını(!) takdir etmemek elde değil. Hele ki Mithat Paşadan söz ettiği her satırda meseleyi Sulatan Abdülhamit-i Sani’ye getirerek “baskıcı ve istibdatçı” gibi ifadeleri kullanması, Mithat Paşa’nın ölümünden de yine II. Abdülhamid’i sorumlu tutması da yine mesleki yeterliliği ve ilmi çabaları(!) hakkında bize biraz da olsa bilgi veriyor. Bunu da ifade ederken “Ölümü de hala bilinmeyen bir nedene bağlı değil, Yıldız’da oturan Efendi Hazretleri’nin marifetlerinden biridir” diyerek görüşünü alayla ve hakaretle ifade etmesi de çok ilmi(!) bir yaklaşım zaten. Milli Mücadelede Sultan Vahdettin’in hiç bire şey yapmadığını, Sultanı savunanlarında ortaya bu tezlerini ispatlayacak hiçbir kanıt koyamadıklarını söyleyen Arıkan, iddialarını dile getirirken Tarihçi Murat Bardakçı’ya hücum etmeyi ihmal etmez. Zira Prof. Dr. Arıkan’a göre, Sulatan Vahdettin’i “Şahbaba” isimli eseriyle savunan Bardakçı’dır. (Sayfa 346-347)

Prof. Dr. Zeki Arıkan hem eserinin genelinde hem de bu makalesinde belli bir zihniyetin savunmasını yapmaya çalışmış ve ortaya yeni ve farklı bir bilgi ya da ilmi değere haiz bir olgu koymamış, bunun yerine hamasi duygularını dile getirerek resmi ideolojinin kutsanmış yalanlarını farklı cümlelerle tekrarlamayı uygun görmüş. Belli noktada biz kendisine hak vermiyor değiliz tabiî. Neticede bir araştırma yapmak için zaman ve emek, bu araştırmada yeni bilgilere ve olgulara ulaşabilmek için ince ve keskin bir zekâ, elde ettiğiniz bulgulardan değerlendirmeler yaparak ortaya yepyeni bir şey koymak içinde feraset lazım. Bu kadar işçiliği yapacağınıza kısaca resmi ideolojinin hayal mahsulü olan ve her hangi bir ciddi belgeye dayanmayan, ortaya attığınızda büyük bir çoğunluğun alkış ve tebriklerle kabul edeceği sistemin bekası için söylenen yalanları tekrarlamak daha kolay olsa gerek. Eğer siz “Vahdettin hazineyi soymamış! … Çareyi İngilizlere sığınmakta buldu. … Bütün umudunu İngilizlere bağlamıştı.”(sayfa 348 ve 350) derseniz kimse sizden iddianızı desteklemenizi istemez hatta bunun üstüne birde alkış alırsınız.

Sonuç olarak geçen sene Prof. Dr. Zeki Arıkan imzasıyla Tarihçi Kitabevi tarafından basılan “Tarih Gezintileri”isimli eser hiçbir yönüyle size yeni, ufuk açıcı ve farklı bir bilgi sunmuyor. Bunun yerine kitabın geneline hâkim olan fikri yapı, sığ bir düşünce ve bilinen tartışmalı konularda Cumhuriyetin ilk yıllarında resmi ideolojinin dayattığı, rejimin ve sistemin bekasını düşünmekten kaynaklanan resmi yalanların tekrarıdır. Belki eseri çok acımasız olarak ve insaf ölçülerinin dışına çıkarak tenkit ettiğimiz düşünülebilir. Ancak bu eseri elinize alıp okuduğunuzda karşılaşacağınız şey, tarihi şahsiyetlere yapılan istihzalı saldırılar, hakikatle bağdaşmayan, ilmi bir değeri olmayan hatta bugün için yalan ya da sahte olduğu ortaya çıkan iddia ve belgeler olacak. Eserin kaleme alınış tarzına baktığınızda çok ilmi bir eser olmasını beklemiyorsunuz aslında. Neticede köşe yazısı tarzında kaleme alınmış bir yazı ağırlığından oluşuyor. Ancak arada bazı yazılar, yazarın düştüğü dipnota göre, bildiri olarak sunulmuş. İşte bu bildirilerde bile ilmi bir üslup yok.

Kısaca söylemek gerekirse, yukarıda da değindiğimiz gibi Sayın Arıkan, bağa gelmiş ama üzüm yemek maksadıyla değil. Amaç bağcıyı döğmek.

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir