Karımın hazırladığı mükellef sofrada karnımı doyurdum.
Saatime baktım, sofraya oturalı yirmi sekiz dakika olmuş. Koltuğuma yaslanıp kumandayı elime aldım. Şuursuzca kanalları değiştirirken, kendimi televizyonda gördüm.
Bir sene önce arkadaşlarımla tartıştığım ve âteşin bir şekilde savunduğum düşüncelerim canlı yayın olarak veriliyordu.
Yarım saat sofrada oturup bir de ardından kırk beş dakikalık çay keyfi yapmak akıllara zarar bir şeydir. Okunması gereken bunca kitap, yazılması gereken bunca yazı varken, aklî melekelerini yitirmemiş bir insan böyle bir gaflete düşmez, zamanı hoyratça kullanamaz.
Nöbette uyuyakalan bir askerin kafasına inen dipçik darbesi gibi, söylediğim sözler beynime indi.
Bir yıl önceki hâlimle şimdiki hâlim arasında bir rabıta kuramadım. Herhangi bir şiirimde mısrâ olarak kullanabileceğim eski bir cümlemi mırıldandım: Herkes bana kırılıyor, ben kendime.
İzlediğim düşüncelerimle cedelleşirken, karım mutfaktan döndü. Televizyonda uygunsuz şeyler izlerken babasına yakalanan bir ergen gibi elim ayağıma dolaşarak hemen kanalı değiştirdim.
Karım, hayatım çay hazır, yanına da ıslak kek yaptım, tam ağzına layık, diyerek kanepeye geçti. Yüzündeki tebessüm, sesindeki şefkat, bir anda az önceki canhıraş bir şekilde boğuştuğum fikir savaşımı unutturdu.
– Mutluluk, hafızadan kurtulmaktır.
Çaylarımızı yudumlayıp kekleri yerken, her ne kadar müthiş bir uyum, beraberlik gözükse de evde bir galip bir de mağlup vardı.
İki omuzumun üstünde kafa değil, düşmüş bir kale taşıyordum. O düşmüş kalenin iki neferini karımın gözlerine raptettim. Karımın gözlerinde muzaffer bir edâ. Ne de olsa kendini değişmezliğin kalesi olarak gören adamın kalelerini düşürmüş, yıkılmaz sanılan gurur dağını yıkmış, kimsenin söz geçiremediği huysuz, âsi yönlerini hizaya getirmişti.
Bir yıldır yaşadığım dönüşümden ötürü çok munis bir adam olmuştum. Artık ne kimse bana kırılıyordu ne de ben kendime.
– Mutluluk, kırılmaktan vazgeçmektir.
Karım, muzip bir gülümsemeyle elimden kumandayı alıp sevdiği diziyi açtı. Gözlerindeki ışıltı benim de iştahımı kabarttı. Gözlerimi televizyona çevirdiğimde, bet bir ses, bilgiç tavırlarla geçmişte yaptığım bir konuşmayla karşılaştım. İradesiz bir şekilde seyretmeye başladım.
Düşünsene, evleniyoruz, düğünümüzde gelin/damat oyunu oynuyoruz, sonra sahil kenarına gidip mutluluk fotoğrafı çekiliyoruz, kadraja sürekli gülümseyerek girmeye çalışıyoruz. Düğünlere gidip çılgınca halay çekiyor, onu sosyal medyada paylaşıyoruz. Bir insan halay çekebilecek ve onu sosyal medyada paylaşabilecek kadar nasıl mutlu olabilir?
Bazılarımız da tuttuğu takım gol atınca, sevdiği dizinin günü gelince, peşinden gittiği siyasetçinin nutuklarıyla mutlu oluyor.
Ya da sevdiğimiz bir kitabı, hikâyeyi şiiri okurken kendimizi mutlu hissediyoruz. Oysa ben, dünya üzerinde salt mutluluğun olabileceğine inanmıyorum.
Mutlu olarak gördüğümüz insanlar ya düşünmüyorlar, mutsuzluklarının farkında değiller ya da mutluluk rolü oynuyorlar.
Karım beni dürtüklemeye başladı. Hayatım, reklamlar girdi hâlâ baygın baygın televizyona bakıyorsun, iyi misin?
Aşırı hızlı giden bir aracın ani fren yapması gibi sağa sola yalpalıyorum. Şaşkın bir vaziyette etrafıma bakınıyor, gözlerimi bir radar gibi nesnelerin üzerinde gezdirip mütereddit bir şekilde konuşmaya başlıyorum:
Gördüğün şu çaydanlık, şu bardaklar, şu masa, masa örtüsü, halı, vazo, içindeki çiçek, koltuk takımı ve renk uyumuna dikkat ettiğimiz perdeler her biri bir ahenk içerisinde değil mi?
Karım, eski hastalıklarımın depreşeceğini, tekrar kovuğuma çekileceğimi düşünmüş olsa gerek, kuşkulu bir şekilde kafasını sallayıp beni tasdik ederken, son cümlemi kuruyorum:
Oysa biz, biz insanoğlu, bir başımıza iken eksiğiz, iki kişi iken fazla.
Bu sözlerimden huzursuz olan karım ortamı yumuşatmak için salondaki antika gramofona kırk beşlik bir plak yerleştirdi. Düğünümüzde dans ettiğimiz şarkıydı bu. Beni dansa davet etti. Ben de kendimi rolüme kaptırdım.
– Mutluluk, tedirgin bir kuştur.
Celal Kuru
Ayasofya, 24
3 Yorum