Muhammet Emin Oyar, öğrenci evinde geçen maceralarını anlatmaya devam ediyor.
Nedense tanıdık geliyor bu maceralar. Yoksa bir zamanlar biz de mi öğrenciydik?
***
Bugün, milli futbol maçını seyretmek için bir arkadaşım bizi evine çağırdı. Biz de her zamanki gibi daveti geri çevirmedik. Akşam yemeğimizi yedikten sonra bulaşıkları öylece bırakıp arkadaşımızın evine gittik.
Bizi misafir edecek arkadaşımızla her gün beraber olmamıza rağmen, onu her ziyaret edişimizde birbirimizi aylardır görmemişiz gibi sarılmalar ve kucaklaşmalar yine oldu. Hemen ardından da her zamanki soru; “Yine mi eliniz boş geldiniz?” ve bizden de yine aynı cevap; “Tüh! Unutmuşuz, maçın heyecanından olsa gerek”.
Televizyonun karşısına hilâl şeklinde oturduk. Ne yazık ki televizyon, muhabbet çemberimizi tamamlıyor gibi gözüküyordu. Televizyonun arkasından sallanan çatalı gördüğümüzü fark eden ev sahibi, “Niye şaşırdınız? Bir sürü anten kullandım, en iyisi bu” diyerek karşılık verdi.
Ve maç başladı. İlk yarısı çok heyecanlı geçiyordu. Aslında maçtan ziyade biz heyecanlıydık. İlk yarının sonuna doğru yediğimiz golün ardından heyecan yerini strese bıraktı. İlk yarı bitti. Televizyon kapandı ve hararetli bir tartışma başladı. Oyuncuları ve teknik direktörü kıyasıya eleştiriyorduk. Adeta kim daha iyi eleştirecek onun yarışındaydık. “Ben olsam Süleyman’ı kadroya almazdım”, “O pas öyle mi atılır”, “Daha şut çekmesini bilmiyor bir de topçuyum diye saha çıkıyor”, “İkinci yarı mutlaka bir değişiklik yapılması lâzım” gibi cümleler havada uçuşuyordu. Nihayet televizyonu açtık. Yaklaşık bir dakika sonra maçın ikinci yarısı başladı. İkinci yarının başında art arda attığımız iki gol ile öne geçtik. İkinci golün ardından ev savaş alanına döndü. Çıldırmış gibi seviniyorduk. Maçın geri kalanında da gol olmayınca, maçı kazandık. Bizi inanılmaz bir sevinç kapladı. Eve geldiğimizdeki gibi sanki birbirimizi aylardır görmemişiz gibi kucaklaşmaya başladık. En şaşırılacak durum da evin içinde sesimizin çıktığı kadar tezahürat yapmamız oldu. Sanki karşı takımın oyuncuları ve taraftarları da bizi duyuyormuş gibi televizyonun içine doğru bağırıyorduk.
Nihayetinde maç bitti. Saat de epey geç oldu. Ev arkadaşlarım seslerini ev sahibine duyurmak istercesine sesli bir şekilde konuşmaya başladılar. “Saat de epey geç oldu. Bu saatte nasıl eve gideceğiz?”. “Gideriz gitmesine de saat çok geç olur. Yarın sabahki derse kalkamayız büyük ihtimal.” Yani zorla ev sahibine, “Tamam, tamam… Bugün burada kalırsınız” dedirttiler.
Madem arkadaşlarda kalacağız, öyle hemen uyumak olmaz tabiî ki. Herkesin ağzından “Ne yapalım?” sorusu çıkmaya başladı. Ta ki arkadaşlardan birinin “Bende çok güzel bir film var, bari onu seyredelim” demesine kadar.
Filmi seyrettik. Daha önce bu filmi hiç seyretmediğimiz gibi adını da hiç duymamıştık. Meğerse ikinci bölümü de varmış. Birinci bölümü çok hoşumuza gittiği için “E, hadi onu da seyredelim” dedik.
Filmin ikinci bölümü bittiğinde saat 05.30 olmuştu. Sabah namazı vakti girmişti. Hemen abdestlerimizi aldık ve cemaatle namazımızı kıldık. Namazdan hemen sonra da uyuma hazırlıklarına başladık.
Çekyatları açtık. Arkadaşımız her birimize ikişer tane battaniye getirdi. Şunu da belirmek gerekir ki; öğrencinin elindeki bir battaniyenin üç fonksiyonu vardır. Üstüne yatarsan çarşaf, üstüne örtersen battaniye ve dörde katlayıp başının altına koyarsan yastık olur. Elimizde ikişer tane battaniye olduğu için bir seçim yapmamız gerekiyordu. Ben birini çarşaf, diğerini de yastık olarak kullandım.
Hepimizin dersi sabah saat 10.00’da başlayacaktı. Bu yüzden saatimi saat 09.00’a kurdum. Geç yattığımız için saat 11.00 sularında uyanabildim. Telefonumun alarmı kim bilir kaç kere çalmıştı. Yataktan kalktım. Gözlerimden uyku akıyordu. Arkadaşlarımın hepsi hâlâ uyuyordu. Derse yetişme şansımız da olmadığı için arkadaşlarımın telefonlarının alarmını da kapattım ve tekrar yattım. Uyandıklarında onları bu denli düşündüğüm için bana bol bol dua edecekler, diye umuyorum…
Muhammet Emin Oyar
1 Yorum