Okurlarımızdan Hale Sungur, sümbülün hikâyesini anlattı. Renklerin bütün tonunu sergileyen sümbülü…
***
“Güzelliğe sabretmelisiniz “ dedi çerçi Kamber, etrafını saran çocuklara baharda kısa süre açılan bir çiçeği anlatırken. Çerçi Kamber uzun yıllar at arabasının arkasına yüklediği rengârenk ıvır zıvırla köy kasaba dolaşıp satıcılık yapmıştı. Zaten çok sevdiği çocuklarla ahbaplığı ta o yıllara dayanıyordu. Yaşlanınca atlarını çayırlığa salıp, bütün gününü kitaplarıyla ve yerleştiği kasabada yaşayan çocuklarla geçirmeye başlamıştı.
Çocuklar onu büyülenerek dinlerdi. Her dediğine inanır, anlattıklarını hafızalarının baş köşesinde tutarlardı. “Bu çiçeğin adı sümbül, ama nadide bir cinsi. Şu başından sisi karı eksik olmayan tepe var ya, onun yurdu orası” dedi Kamber. Çocuklar günlerce “Sümbüle gidelim!” diye yalvarıp yakarınca da çıktılar yola.
Saatler süren yolculuk esnasında çocuklar, düşe kalka iflahlarının kesilmesine rağmen seslerini çıkarmadan tırmandılar. Günlerdir rüyalarında gördükleri çiçeği görmek için kasabanın en yüksek dağına çıkıyorlar, kolay mı! Olacak o kadar ezik sıyırık…
“Şu tarafa” dedi Kamber. Nefeslerini tutup yaklaştılar, işte! Uzunlukları dizlerine kadar gelen, incecik sapının uç kısmında altı tane dizilmiş yüksüf şeklinde, mor renginin en parlak tonundaki çiçekleri aşağıya bakan güzelim sümbüller… Sayamayacak kadar çoklar. Sadece burada, bu dağın tepesinde varlar.
– Çerçi dede, biraz toplayalım mı?
– Olmaz!
– Niye olmasın dede, o kadar yolu boşuna mı geldik?
– Asıl toplarsanız boşuna gelmiş olacaksınız.
– Nasıl ya ?!
– Şöyle ki; şimdi bunu eve götürünce, suya koyup solmaması için ne kadar tedbir alsanız da nafile. Kısa sürede gözünüzün önünde solup gidecek. Siz de sümbül dendiğinde, vazoda çürüyen bir şeyi hatırlayacaksanız.
– Ama burası çok uzak, buraya kimse gelmez ki. Eğer götürürsek birileri daha görmüş olur, bu da önemli bir şey
– Şimdi sen buna iyice bak, kaneviçede işlersin bu nakışı. Öbürü de baksın, eline kalem alıp resmini çizmeye çalışır belki. Böylece sümbülü görmeyenler görmüş kadar olacaklar. Eğilip kulağını o baş aşağıda duran tanelerin içine yaslarsan, rüzgâr sesinin nasıl değiştiğini duyarsın. Bu sümbülün şarkısıdır. O şarkıyı sadece bu yerde duyabilirsiniz. Hissettiklerinize önem verirseniz, güzelliği muhafaza etmeden ona sahip olunamayacağını görürsünüz.
– Ama dede, biz hiç gelmemiş olsaydık?
– Biz gelmemiş olsaydık, bundan mahrum olacaktık. Geldik gördük, gözümüz gönlümüz açıldı. Kendimiz için geldik yani. Onu görüp görmememiz sümbülün o kadar da umurunda değil. Ama çok alçakgönüllü ve misafirperver bir çiçek olduğu için bize sesini duyma fırsatı verdi. Sırf cömertliğinden. Bu ikramı önemseyin ki, bu nâmeyi unutmayasınız. Bir de kendiniz o kadar da değerli görmeyin… İnsanlar ölür, çiçekler solar ama ezgisi bâkidir sümbülün…
Çocuklardan ikisi, saçları belini döven, gözlerinin rengi fındıkkabuğuna benzeyen Puran ve oğlan çocuklarının en sevimlisi kirpikleri upuzun Etâ, gizlice çiçeklerden yolup götürdüler. Bir Allah’ın kulu da dönüp bakmadı o gün dağdan ne getirdiklerine. Hevesleri kaçtı çizmediler sümbülü. Onlara kalan ölü bir çiçek oldu. Diğer çocuklar aylarca o gün duydukları şarkıyı anlatırken, ikisinin canı sıkıldı, bahsi değiştirdiler telaşla.
Yıllar sonra iki arkadaş tekrar tırmandı o tepeye, ikisi de hayat zırvası sayesinde epeyce büyümüştü(!). Oturdular, “Tadı kaçtı buraların da” dediler. “ Her yer aynı sanki” dedi Puran. “ İşte bu yüzden hiçbir yere gidemeyeceğiz biliyorsun değil mi?” diye ekledi Etâ. Uzunca bir süre sustuktan sonra Puran, “evet” dedi, “ Büyüdükçe tadı kaçtı her şeyin. İşin kötüsü nereye gitsek, ne yesek bu bozuk ağız tadıyla hiçbir şey anlamayacağız.”
O gece ikisi de kaçan uykularının peşine uyku ilacıyla düştüklerinde aynı rüyayı gördüler. İnsan boyunda çiçeklerle dolu bahçelerdeydiler. Kulak verip dinlediklerinde koyu derin uğultudan başka bir şey duymadılar. Çerçi Kamber çıkageldi yanlarına “Çocuklar, tadı kaçan sizsiniz. Tadınızı bulmadıkça şarkıyı duyamayacaksınız. Gidin gidilmesi en zor yer olan içinize doğru. Vakit kaybetmeyin! Renklerin bütün tonunu göreceğiniz, kusursuz tatlara erişeceğiniz, sarhoşluk veren nâmeleri duyacağınız tek yer orası!..’’
Uyandılar, uyandıklarına bin pişman. Aynanın karşısına geçip yüzlerinden içlerine gidecek bir yol aradılar ama yüzlerini yasladıkları ayna döktü sırlarını, simsiyah camda ne yüz vardı ne de ayna.
Hale Sungur
1 Yorum