Ortaokulda okuduğumuz Türkçe ders kitaplarının birinde Sait Faik’e ait bir hikâye vardı. İsmini hatırlayamadığım bu hikâyede yaptığı işe ve onun gereklerine sadakat gösteren bir demirci anlatılıyordu. Demirciye, hizmetine tekabül eden ücretin üstünde bir ücret teklif edildiği hâlde, bir bastona daha uzun zincir yapmayı reddediyordu. Diyelim işin standardı on halkalı bir zinciri icap ettiriyordu fakat müşteri on beş halka bir zincir talep ediyordu. Sait Faik bu demirciyi, o çocuk muhayyileme bir tür kahraman, bir mübarek derviş olarak yerleştirmeyi başarmış.
Bugün içinde yaşadığımız hayat, çevremizde gördüğümüz insanlar, gündelik davranışlar vs. bütün bu kuşatılmışlığımıza bakarak Sait Faik’in demircisinin bizim ülkemizin garibanına dönüştüğünü söylemek mümkün. Dünkü fazilet abidesi, bugünün garibanı… Belki memleket hudutlarında artık bulunmayan bir insan tipi…
Bir arkadaşla, o hilkat garibesi alış veriş merkezlerinden birinde Türk kahvesi içmeye niyetlendik. Diyeceksiniz başka yer mi yoktu. Mecbur kaldık. Oturduğumuz işletme “self servis” çalışıyormuş. Arkadaşla bir müddet oturduktan ve nihayet arkadaşın Türk kahvesi sipariş etmeye gitmesiyle öğrendik. Elinde küçük bir tepsiyle çıktı geldi arkadaş! Uyduruk, taklit bir süslemeyle tezyin edilmiş bir fincan… Sorsan bilmem ne kadar para döküp nereden aldığını anlatır adam. Sonra kahvenin yanına lokum konmuş. Bak sen bilmişliğe! “Sunumumuz kalitelidir beyefendi!”
“Ne var bunda?” diyenleriniz olacaktır. Belki de o işletmenin Türk kahvesi de bulundurmasını; “bilginin, eşyanın, haberin” çokluğuna çeşitliğine ve her an ulaşılabilirliğine önem veren kimseler tarafından takdirle karşılanacağını düşünmek de mümkündür. Türk kahvesinin, en önemli özelliklerinden birisi onun kahveyi pişiren tarafından kahve ikram edilecek kişiye sunulmasıdır. Self servis kahve içmek, “öğleyin dolunay seyretmek” gibi bir şeydir. Artık içilen şeyin adı “Türk kahvesi” değildir bu noktadan sonra.
Alış veriş merkezinde self servis Türk kahvesi içmeyi istemek, bundan rahatsızlık duymamak “parası neyse verelim birader!” görgüsüzlüğünün ve yaşadığımız “unutkanlık çağı”nın bir hastalığıdır. “Parası neyse verelim”in psikolojik alt yapısında, biri mazur görülebilir, biri mazur görülemez iki durum vardır. Karşılaştığı her meseleyi çabucak parayla ilişkilendiren, elde etmek konusunda nefsine gem vuramayan, gün görmemiş, umur tarlasını ışık hızıyla geçmiş, cahil bir tip vardır ki Sait Faik’in demircisiyle karşılaştığı zaman “Parası neyse verelim birader!” diye iğrençleşir. İşte bu mazur görülemez olan durum. Bir de mazur görülebilir “Parası neyse verelim arkadaş!” durumu vardır ki burada iğrençlik reaksiyonu gösteren kişiye değil, reaksiyon gösterilene aittir. Türkiye’de modernleşme devlet eliyle gerçekleştirilmiş bir operasyondur. Hayatımıza devlet eliyle girsin veya girmesin, herhangi yeni bir “modern unsur” ile karşılaştığımızda, bu gâvurluğu getiren kişide bir “memur kibri” müşahede ederiz. Modern hayatın bitmez tükenmez tatmin unsurlarını elde etmek için sele kapılan halk yığınlarından bir kimse talep ettiği şeyi elde etmek için böylesi bir memur kibriyle her zaman karşılaşabilir. Lüks bir lokantaya girdiğinde yeni bir pasta çeşidi sunan garson, karşısındaki vatandaşa pastayla beraber bu yeni gâvurluğun bilgisini kibirli bir surette satabilir. İşte bu noktada, vatandaş patlayabilir ve “Parası neyse verelim arkadaş!” diye ünleyebilir. Çünkü nihayetinde o gavurluğun da bir fiyatı vardır değil mi? Her ne kadar, bu ikinci durumun içinde de her şeyin kıymetini paraya vurma namussuzluğu olsa da garsonun “memur kibri”ne karşı durma arzusu meseleyi daha mazur görülebilir yapmaktadır. Hele hele bu ikinci durumdaki “Parası neyse verelim!”in altında “Nihayetinde bu yeni gâvurluğun da kıymeti ancak parayla ölçülebiliyor.” tarzı bir küçümseme varsa ikinci durumu külliyen mazur görmek mümkündür.
Birçok şekilde tanımladığımız bu çağ, belki de “unutkanlık çağı” diye tarif edilmeli. Cep telefonu yokken nasıl irtibat kurduğumuzu hatırlayan var mı? Self servis Türk kahvesini hayatımıza hoyratça alınca ne olacak, ne değişecek? Yedisinde ne ise yetmişinde o diyoruz insanlar için fakat insanların değişimi de bizi hayretlere gark ediyor. Acaba bizi dehşete düşüren yeni insan hâllerinin “Ya biz cep telefonu yokken ne yapıyorduk?” cümlesiyle ilgisi nedir? Siz bunu düşünün ben bir Türk kahvesi yapacağım kendime, şimdiki kızlar bilmiyor Türk kahvesi yapmasını bir de üstüne sunarken suratlarıyla turşu satıyorlar, hadi görüşürüz!