ahmet hamdi tanpınar, yahya kemal’in o meşhur sohbetlerinden birinde viyana kapılarına dayanmanın sırrını sorar şaire. aldığı cevap şöyledir tanpınar’ın: “pilav yiyerek ve mesnevi okuyarak…” bu tarih okuması içerden, yerli bir okumadır. öğrendiğimiz tarihin büyük bir bölümü askerî tarihe, tekniğin yani medeniyetin gelişimini merkeze alan bakışa yaslanarak inşa edilmiş vaziyette. dünyanın gördüğü en büyük askerî organizasyonu olan osmanlı fütuhatını yahya kemal girişteki gibi tarif ederken hocası albert sorel, bize öğretilen tarihle paralel bir anlayış yaklaşıyor meseleye: “türk milleti diye bir şey yoktur, var olan düşman topluluklar ortasında otağ kurmuş olan fatihlerdir; türklerin şeklini verdiği şeye asla devlet denemez, zaptetmekten başka bir işe yaramayan bir ordudur ki bu olan şey, durmaya icbar edilir edilmez çözülme temayülü göstermiştir.”
mesele albert sorel’in dediği gibi olsaydı, türkiye denen ülkenin varlığını izah edemezdik. eğer türkiye diye bir yer varsa ve osmanlı geçmiş ama hâlâ geçmeyen bir şey olarak yerinde bir şeyler bırakmışsa ki bırakmıştır, albert sorel yanılmıştır.
burada pilav yemenin ve mesnevî’nin ne demek olduğunu anlamak lazım. pilav kolay yapılan, malzemesine haram karıştırmamak konusunda çaba gerektirmeyecek kolaylıkta elde edilen bir yemek. hazret-i mevlana için molla cami, peygamber değildir ama kitabı vardır, der; burada kitaptan kastedilen mesnevî’dir. yani anadolu’dan selçuklu ve osmanlı diye iki evlat doğuran fütüvvet ehlinin kur’an tefsiri olan mesnevî… albert sorel de oryantalist seyyahlar da bu insanları türk diye adlandırıyor. bu adlandırmayı yapanların zihniyet izini takip edenler 1990’larda boşnakları öldürürken onlara “türk” diyorlardı. birinci dünya harbi’nin sonunda mağlup devletler millî sınırlarına çekildiler ve savaş tazminatı ödemeyi kabul ederek devletlerini devam ettirdiler; mağluplardan sadece türkiye’nin toprakları işgal edildi. 20. yüzyılın başında çeyrek yüz yıl boyunca arka arkaya savaşlar neticesinde balkanlardan ve kafkaslardan 5 milyon civarında bir nüfus aktı. ama anadolu’dan daha geriye gitmek düşünülmedi. neden?
osmanlı gibi büyük bir siyasî ve askerî organizasyonun cesameti bir anda ortadan kaldırılmaya müsait değildi, dolayısıyla onu çözmek ve durdurmak zaman aldı. ama osmanlı durduğunda da durmayan bir şeyler vardı ki işgal edilen türkiye, üzerinde müslümanların yaşadığı müstemleke olmayan tek toprak parçası halinde kaldı. üzerinde yaşadığımız topraklara timur da geldi, moğollar da geldi. ama timur da sonradan müslümanlaşan moğol devleti de burada kalmayıp gittiler. burada kalanlar yani selçuklu’yu ve osmanlı’yı doğuranlar, osmanlı durduğunda da durmayanlar… yani pilav yiyip mesnevî okuyanlar…
“nasıl anlamalıyız?-2” başlıklı yazıda cumhuriyet tarihinin mecal tüketimi ve haysiyetli yaşama çabalarının çar çur edilmesi olarak gördüğümden söz etmiştim. dahası başka ülkelerin siyasi çalkantılarla ve ekonomik krizlerle dünya gündeminde yer tutarken bizim kıbrıs gibi 1915 gibi meselelerle yer tuttuğumuzdan söz etmiştim. evet, tarihin yüküyle cebelleşiyoruz ama bir yandan da bizi bir türlü gelip bulmayan tarih enerjisi olduğunu da biliyoruz; sormuştum tarihin biriktirdiği yük sırtımızda da enerji nerede? her ne kadar “adam sen de!”cilik, bezginlik ve aslında biraz da kurnazlık barındıran “türkiye’yi ben mi kurtaracağım arkadaş?” sorusu gündelik hayatta bizi bulsa da sözünü ettiğim tarihin yükü bizi kolaycılıktan vazgeçmeye zorlayacaktır. belki o zaman tarihin biriktirdiği enerjinin pilav yiyip mesnevî okuyan fütüvvet erbabında olduğunu görebileceğiz.