Bir aydan fazla bir süredir ülke olarak karantinadayız. Türk halkının hareketsiz kalmaya bağışıklığının olmaması bu süreci ve kontrolünü zorlaştırdığı net olarak görülüyor. Bugünler geçtikten sonra her şeyin daha iyi olacağına dair zihinlerde bir inanç var. Buna inanasım gelmiyor. Zira şu an ülkede yaşanan değişim bir iklim değişikliği değil, atmosfer değişikliği. Atmosfer çok kolay ve çabuk değişebilmesiyle maruftur. İklimse uzun ve meşakkatli bir sürecin sonundaki değişikliğe işaret eder. Şu an ülkemizde gerçekleşen bir atmosfer değişikliğinden başka bir şey değil. Bu yüzden karantina bittikten sonra olumlu yönde değişiklikler olacağına dair pek fazla bir umudum yok. Ayrıca insanın içinden başlamayan değişimlere bir miktar da olsa umut bağlamak ne kadar rasyonel bir yaklaşım olur bilemedim. Dıştan gelen her etki bir tepki doğurur. Sosyal izolasyon bittikten sonra bir sosyalleşme patlaması olacağını düşünüyorum. Bu patlama vesilesi ile kurulan sosyal ilişkilerin yapı taşı ise sunilik ve samimiyetsiz bir nezaket olacak. Kendimi buna karşı hazırlamaya çalışıyorum.
Karantina günlerinde şunları yapmak, bugünleri şöyle geçirmek lâzım gibi tavsiyeler verecek olgunlukta birisi değilim. Safran çayı içiyorum bol bol. Rahatlatıyor ve cidden iyi hissettiriyor. Düşünsel faaliyetlerime ara verdiğim söylenemez. İyiden iyiye karamsar bir insan olduğuma dair haklı eleştiriler alıyorum. Evet, karamsarım. Belki de karamsarlığından beslenen birisiyimdir ama yeni yeni fark ediyorum. Bu konuda oturmuş bir fikrim yok. Önceden beri aklımda sürekli devinim halinde olup bu dönemde sarahate kavuşturduğum bir konu da yok. Bazen insanlığa, topluma, insana veya kendime dair bazı sorunların nedenini anlıyorum ama sorunları çözümlemek her zaman çözüme kavuşturmadığı için kişisel bir aydınlanma olmaktan öteye geçmiyor. Kitaplığımda vakit geçirmeyi özlemişim, günde en az bir kere okuma listemi güncelliyorum. Liste bazen zayıflıyor bazen güçleniyor. Bazen de genişleyip daralıyor. Sabit olan tek şey sürekli bir değişim ve hareket halinde olması. Tıpkı benim gibi.
Bu süreç benim için bir miktar üzücü de oluyor. Yaşadıkları şehirlerle gönül bağı olmayan birçok insanın sokağa çıkmak için çılgınca istek duymasına anlam veremiyorum. Yokluğu tatmayınca varlığın değerini bilememe hastalığına duçar olmak herhalde insanı böyle tezatlara sürüklüyor. Yıkılan bir eserle yıkılmayan, yok olan şehir kültürüyle giderek kendisinin de yok olduğunu hissetmeyen kim varsa sokak ve şehir edebiyatı yapmasın. Sessizce karantina günlerinin geçmesini beklesin. Kendilerinin sevmedikleri şehirleri sevmekle kalmayıp o şehri yaşama kaygısıyla yaşayanları üzmesinler. Asıl hayatın hafızalardaki hayat olduğunu özellikle hatırlatmak istiyorum. Eğer bir insanın şehrine dair sağlam bir yaşamışlığı ve yaşanmışlığı varsa zihninde o şehri tekrar tekrar yaşayıp kendisini teskin etmeyi başarabilir. Bu sözlerim şehirlerde geçim kaygısıyla yaşayan insanlara değil. Ne zaman sosyal bir kriz çıksa bundan en çok kendisinin mustarip olduğu izlenimi uyandırmaya çalışan ilgi ve etkileşim müptelası vitrin pinokyolarına.
Bu tecrit zamanlarını, geceyi ve gündüzü bazen dibekte döverek bazen de değirmen taşının altında ezerek öğüten zaman ve zamanın insan ruhuna etkisi üzerine düşünmek için bir fırsat olarak değerlendiriyorum. Buradan hareketle kendi ruhumun derinliklerinde bir dalgıç gibi dolaşabilmeyi umuyorum. Oksijensiz kalabilirim. Vurgun yiyebilirim. Labirent gibi karmaşık mercan kayaların içinde veya arasında yolumu kaybedebilirim. Ama sahile eşsiz inci taneleriyle de dönebilirim. Kendi sahilime. Küçük de olsa bir ihtimal var. Temyiz kudretine sahip kişileri yönlendirmede sayılardan daha ikna edici çok az şey vardır. En azından bu dönemde daha çok aklımla değil sezgilerimle hareket etmek istediğim için ihtimalin düşüklüğü ya da yüksekliği ile değil varlığı ya da yokluğu ile ilgileniyorum. Bu yüzden düşük ya da yüksek ihtimal benim nazarımda aynı olmalı. İkisi de ihtimal sonuçta. Sayılara gereğinden fazla anlam yüklemek gibi bir hastalığı var insanoğlunun ne yazık ki.
Şaşkınlıkla şahit olduğum olaylar yok değil bu süreçte. Tüm ülkede online olarak dersler sürdürülmeye çalışılıyor. Hocalar bilgisayar başında ders veriyorlar. Hocaların ekseriyetinde arka plana kitaplarını ya da kitaplıklarını almak gibi bir eğilim var. Ülkedeki akademisyenlerin genelinin çalışma masasının arkasında kitaplarının olduğunu düşünmek ölçüsüz bir hüsnü zan olur diye düşünüyorum. Bu söylediklerime eleştiri de denebilir, tespit de. Ben sadece kitabın, kozmetik bir ürün gibi görülüp makyaj malzemesi olarak kullanılmasından dolayı tedirginim.
Ansızın yüzümün ortasına hüzünlü bir kırışıklığın gelip oturduğu oluyor. Bu duruma yabancı değilim. Ama şu sosyal izolasyon günlerinde sıklığı artmaya başladı. Aynanın karşısına geçip kendi gözlerimin içine bakmak çok kolay bir durum değil benim için. Artık bu durumun verdiği dayanılmazlığa karşı sigortalanmak istiyorum. En azından sarsıcılığının azalmasını temenni ettiğimi itiraf etmeliyim. Yine bir cesaret aynanın karşısına geçtim. Uzun zamandır aynanın karşısına geçmemiştim. Kendime söyleyeceğim çok şey vardı ama sözcükler bir şey söylemiyor, bakışlarımsa söylenmesi gerekenleri söyleyemediğimi dillendiriyordu. Yaşanmışlıklarla örüldüğü söylenen ama benim bir türlü ruhen yer edinemediğim dünya yaşamı bana çok bulanık ve anlaması güç geliyordu. Sadece bu cümleyi söyleyebildim kendime. İnsan sanki inadına yapar gibi gider hep sancılı yerini çarpar, bunun tek nedeni ise çarptığını ancak sancılı yerini vurunca fark etmesidir. Bense her yönden ısırgan otlarıyla kuşatılmış dünyamda yaşamaya çalışırken sürekli bir yerlere çarpıyorum. Her çarpışımda üzerime sinmiş mezellet tozunun yok olmasını umuyorum. Bu çarpmalar tarafından baskın mı yedim yoksa topyekûn işgal mi edildim hâlâ ayrımına varabilmiş değilim.
Gecenin bana verdiği öğütlere hiçbir zaman kulağımı tıkamamış ve onlara her zaman inanmışımdır. Hiç şüphem yok ki müdanasız, ele avuca gelmeyen ama herkese boyun eğdiren bu karaşın sessizlik gündüzden daha kutsaldır ve insana olan itimadı gündüze göre daha fazladır. Ona dinleme ve dinlenme fırsatı verir. Bana da bir dost gibi davranıyor. Gecenin ipek böceği gibi yüreğimin yapraklarını yeşilden donuk kahverengiye dönmeden yediğini ve onları ipek haline sokmak istediğini hissediyorum. Bana hoşuma gidiyorsun seni alıyorum ya da beni yoruyorsun seni bırakıyorum demiyor. Bana seni seviyorum demiyor. Benden de öyle bir beklentisi yok. Çünkü seni seviyorum cümlesinin içerisinde gizli bir soru barındırdığını biliyor. Yani ‘’Ya sen, beni seviyor musun?’’ demiyor. Dost, kişinin bir yönüyle kalabalıktan ayırdığı kişidir. Ben gecenin beni beklentisizce kabul ettiğinin farkındayım. Ben ve gece… Biz bu yüzden iyi dostuz. Bu durum karantinada da değişmedi.
Muhammed Furkan Kâhya
1 Yorum