
“Kelimeler…
Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor.”
(Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay)
Edebiyat, tehlikeli midir? Daha doğrusu, tehlikeli bir yüzü var mıdır? Sansür, tamamıyla kötü müdür? Ya da sansürün de -aslında otosansürün- gerekli bir tarafı yok değil midir?
Bundan birkaç ay öncesine kadar bu sorularla ilgili zihnim berraktı. Gerekçelerini de öne sürerek büyük bir özgüven içerisinde cevaplarımı sıralayabilirdim: Hayır, edebiyat, hiçbir şekilde tehlikeli falan değildir ve elbette sansürün her çeşidi sakıncalıdır, gibi.
Ta ki o geceye kadar!
İnsan, bir olguyla, bir olay vesilesiyle tüm çıplaklığı ile karşılaşmadıkça, onun tüm yönlerini kavrayamıyor. Bildiğimizi ve tanıdığımızı sandığımız öyle çok şey var ki bunlar, sadece birer yanılsama olarak hafızamızda yer alıyor. O konuyla ilgili bir haber duymuş, izlemiş, tanıdığımız birinin bir anısını dinlemiş, birkaç şey okumuş, bir filmde görmüş olmamız; onunla burun buruna gelmemizden oldukça farklı şeyler. Yakîn meselesi yani… Künhüne vâkıf olma konusu!
“Her şey tamam, her şeyi ayarladım, kararlıyım, intihar edeceğim!”
Aldığım böyle bir mesajdı. Her ne kadar öyle çok bir samimiyetim olmasa da ayda yılda bir haberleştiğimiz, yazıştığımız bir arkadaşımdan geliyordu mesaj. Gece 1.00 sularıydı. Hâliyle aradım hemen. Açmadı. Kaygım katmerlendi. Derdi neydi, neden bunu yapmak istiyordu, böyle bir şeyi paylaşacağı kişi olarak neden beni seçmişti? Sorular birbiri ardına hücum ediyordu. İkinci aramamda lütfedip açtı.
Tam burada bir ara verme ihtiyacı hissediyorum. “İntihar ve ben” konusuna dair. Bu gerekli çünkü meseleyi size iyi bir şekilde hissettirmem şart. Yoksa ne diye okumaya değer bulasınız ki!
Edebiyat, felsefe ve sanata öteden beri meraklı olduğumdan olacak, insana dair her şey gibi intihar da uzun yıllar gündemimde olan, zihnimde yer işgal eden konulardan olagelmişti. Tıpkı Camus’nün dediği gibi: “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşanmaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” Öyle ki zaman zaman bunu dillendirmiş, sevenlerimi kaygı dehlizlerinde bırakmış, bir ihtimal de bu durumdan, içten içe, bencilce ve haksız bir haz da almıştım. Birkaç kişiden zaman içerisinde, “Sen beni intiharın eşiğinden çekip kurtardın,” iltifatları da duymamış değilim hani. Öte yandan, enîs-i dîlim Can Fırtına’nın, “Cüneyt, sakın intihar edeyim deme, çok üzülürüm,” sözüne bakılacak olursa, muhtemel ki bende bu potansiyeli görmüş olacak, bu cümleyi ara ara kurması, her ne kadar belli etmesem de benim açımdan üzücüydü.
Zaman zaman ihtimalleri üzerine, yol ve yöntemleriyle ilgili hayaller kurmuş, düşünmüştüm. Konuyu işleyen sanat eserlerine ayrı bir önem atfetmiştim; Genç Werter’in Acıları, Martin Eden, Edouard Leve’in İntihar kitabı… Filmleri saymıyorum bile. Hele intiharla göçmüş yazarların hayatları; Metin Kaçan, Nilgün Marmara, Sâdık Hidâyet, Virginia Woolf, Gerard de Nerval, Ernest Hemingway, Sylvia Plath, Stefan Zweig, Cesare Pavese… Hatta Pavese’nin Yaşama Uğraşı adıyla tercüme edilen kitabını, ne yazar ne kitap hakkında hiçbir fikrim olmadan sırf arka kapak yazısı için almıştım:
“İntiharı düşünen bir insan için en kötü şey kendisini öldürmesi değil, bunu düşünüp yapmamasıdır. İntihar düşüncesine –bir alışkanlık haline gelen intihar düşüncesine– yol açan manevi çöküntü kadar aşağılık bir şey yoktur. Sorumluluk, vicdan, irade gelişigüzel yüzüp durur bu ölü denizde, sulara gömülse bile rasgele bir akıntıyla yeniden ortaya çıkar.
Asıl başarısız insan, büyük işleri gerçekleştiremeyen değil –bunu kim başarmıştır ki– bir yuva kurmak, bir dostluğu, bir kadınla mutlu bir ilişkiyi sürdürmek, ekmek parasını kazanmak gibi küçük şeylerde başarısızlık gösteren insandır. Başarısızlığın en acısı budur.”
Oysa başarısız bir hayat değildi görünen. Ülkesinin en büyük edebiyat ödülü Strega’yı aldıktan birkaç hafta sonra bir otel odasında son verdi yaşamına Pavese… Belki de bu konudaki anahtar söz, “bir otel odasında”dır; yalnızlığını anlatırcasına… Belki satır aralarına gizlenen düş kırıklıklarındadır…
İlgi çekici, değil mi? Fakat işte o geceden sonra, Roddy Doyle’un, “En sevdiğiniz yazarın fotoğrafını masanıza koymayın, özellikle de yazar, intihar eden ünlülerden biriyse,” nasihatıyla ne demeye çalıştığını çok iyi anladığımı ifade etmek isterim.
Yazarların çoğu ilk yıllarında, yazdıklarının, ancak konularının etkisi itibariyle ilgi çekici ve okunur olduğunu düşünürler. Hem bunun farkında bile olmayabilirler. Belki de içten içe, haklı olarak, yazma konusundaki yetkinlikleri hakkında şüpheleri vardır. Bu sebeple de ölüm, intihar, delilik ve birtakım sapkınlıklar gibi konulara eğilmek daha kolay görünür. Çünkü bunların, kötü yazılsalar dahi doğaları gereği özel bir şeye ihtiyaç duymadan zaten ilginç ve okunası oldukları fikrine kapılırlar. Bu durumu Ayfer Tunç, Melankoli başlıklı Psikoloji ve Sanat Söyleşileri’nde çok güzel ifade etmiştir:
“Çok intihar yazdım ben. Hatta gençliğimde yazdığım bütün karakterleri öldürüyordum sonunda. Yaşlanınca sıktı biraz bu durum. Yeni yazmaya başladığım zamanlar, hikâyeler ancak ölünce biter gibi geliyordu. Hatta adım çıkmıştı, karakterlerini öldüren yazar, diye. Ama sonra bunun bir bitiş olmadığı; gerçek, iyi bir edebiyatçının öldürerek bitirmemesi gerektiği gibi bir kanıya vardım.”
Bu durum, bende de aynı şekilde başladı ve ilerledi. Hatta bir keresinde Alelacayip adlı öykümü yazdıktan bir hafta sonra, tıpkı öyküdeki kurguya uygun bir şekilde metinde geçen köprüden gerçekten de atlayan birinin ardından ambülanslara, polislere ve gecenin 12’sinde köprüde bekleyenlere rastlayınca kanım donmuştu. Kendimi, büyülü bir deftere yazdıkları gerçek olan lanetlenmiş bir yazarın kahramanı olduğu fantastik bir dünyadaymışım gibi hissetmiştim, bir tür Death Note evrenindeki gibi. İşte, konuya dair böylesine yakın bir ilgim olduğu halde söz konusu gecedeki deneyimim, fikirlerimi ve hislerimi tam tersine çevirdi.
Dediğim gibi, telefonu açtı. Dinlediğim ve okuduğum uzmanların içeriklerinden öğrendiğim kadarıyla şunların farkındaydım:
- Aslında bu konuşma, bilinçli ve profesyonel birinin yapması gereken bir konuşmadır.
- Hiçbir intihar söylemi ve îmâsı, asla ve asla kulak ardı edilmemelidir.
- Ağızdan çıkan her bir kelime, özenle seçilmelidir.
- Acilen aile fertlerine haber verilmeli, kişinin yalnız kalması önlenmelidir.
- Sabırlı, anlayışlı ve olumlu yaklaşmalıdır.
- Kişi, anlaşılmaya çalışılmalı, zayıf ve güçlü tarafları tespit edilmelidir.
- Her şeyden önce dinlemeli, karşıdan bağımsız bir şekilde ardı ardına nasihatler sıralamaktansa ona yöneltilen, ilgisini çekecek sorularla kişi düşünmeye sevk edilmeli ve planı her ne ise ertelemesi sağlanmalıdır.
Ama iş başa düşmüştü işte. Bambaşka bir şehirde yaşayan ve çevresinden kimseyi tanımadığım birine ne yapabilirdim ki. Elimden geldiğince sakin olmaya çalışarak,
“Nereden çıktı bu? Ve nasıl bir plan yaptın?” diye sorduğumu hatırlıyorum.
Gayet normal bir şeyden bahseder gibi cevap verdi:
“Yaşamak için hiçbir sebebim yok. Gözüme bir üst geçit kestirdim. Oradan atlayacağım.”
Ben de çok sıradan bir şeymiş gibi karşılık verdim:
“Atlamak mı! Seçe seçe bunu mu seçtin yani? En berbat ölümlerden biri! Düştüğündeki ânı hayal etsene. Arabalar falan da geçecek hem.”
Ve sonra başladık konuşmaya. Tam iki saate yakın konuştuk. Nelerden bahsetmedik ki! Öncelikle gerçekten zor bir hayatı vardı ve inanın öylesine çaresiz hissettim ki. Çünkü mantıksal hiçbir sebep sunamıyordum. Nereden yaklaşsam oradan yaralı, problemli veya çaresizdi. Fakat konuşmanın ortalarında bir şey keşfettim: arkadaşın, iç dünyasında aslında dindar bir tarafının olduğunu. Fakat bu hususta eğitim almamıştı, mürekkep yalamamıştı. Sadece kulaktan duyma, saf bir dindarlık anlayışı vardı. İşte, dedim, buradan yürümeliyim.
Anekdotlarla, ilgisini çekebileceğini düşündüğüm hikâye ve imana dair konularla kafasını dağıttım, biraz rahatlatmaya çalıştım. Bunu yaparken de iş falan hususunda elimden gelen yardımı yapmak anlamında umut vermeyi de ihmal etmedim. Amacım, hiç değilse bir günlük de olsa meseleden uzaklaşması ve bu düşünceyi ertelemesiydi. Sonunda bana teşekkür edip içi ferahlamış bir şekilde telefonu kapattı ama gelin siz bana sorun ne çektiğimi. Belli etmesem de gerçekten çok gergin ve yorucu bir gece geçirmiştim.
Tam da burada, Psikiyatrist Alper Hasanoğlu ile İlker Canikligil’in, “İntihar Normal midir?” başlıklı videosundan alıntılayacağım bir diyalogla ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum:
İlker: “Romantize edilen bir tarafı var. Özellikle Nilgün Marmara, Stefan Zweig, Marilyn Monroe, Hemingway ve bir de değişik intiharlar var ya, Janis Joplin gibi; yani intihar olmayan ama aslında bir şekilde intihara giden… Birçok öğrencim, Sinema-Televizyon Bölümü’ndeyken bana şey derler, intiharla ilgili film yapacağım. Ben de yasak koymuştum, intiharla ilgili film yapılamaz, yapmayın, diye. Ne düşünüyorsun bu konuda?”
Alper: “O insanların aslında nasıl acılar çektiklerini biliyor olsalar, farkına varabilseler, yani bu empatiyi gösterebilseler, intiharı hiçbir şekilde o kadar romantize etmezler. O zaman ben, bir 35-40 sene önceki bir anımı anlatmak istiyorum. İsimlerini de vererek… İnsanların çok sevdiği bir Oruç Aruoba vardı, bir Güven Turan vardı, bir de ön adı Süleyman olan bir psikiyatrist. Sanat-Edebiyat ve İntihar başlıklı bir seminerdi. Ben o zamanlar bir Tıp Fakültesi öğrencisiyim. 33-34 sene olmuş. Oruç Aruoba da Güven Turan da okuduğum yazarlar. Koştura koştura gittim. İnanılmaz! Öyle bir güzelleme içindelerdi ki; neymiş, Hemingway tabii ki tüfeği ağzına sokup ateş edecekti, nasıl olabilirdi ki başka… Yani resmen zırva! Anlaşılabilecek gibi değil. Yok efendim Sylvia Plath, tabii ki kafasını gaz ocağına sokacaktı… Yahu kadın 2-3 çocuğa bakıyor. Acılar içerisinde, çocuklarını uyutup güvenceye aldıktan sonra başka bir yöntem kalmadığı için kafasını ocağa sokuyor. Onun psikodinamik ya da başka anlamları yok. Mutfakta gaz var, onu kullanıyor. Efendim bir ressamın, Anatomi bildiği için bütün damarlarını ince ince ve boydan kestiğini, yavaş yavaş kanın aktığını, o akış sırasında işte, hayatla ölüm arasındaki bilmem neyi yaşantıladığını… Böyle bir düzen yani! 50 kişi kadar bir insan var, bunu izliyoruz. Ve psikiyatrist, devamlı olarak, intiharın, insan algılarının daralması ve kendini çaresiz hissetme sonucunda olduğunu, tedavi edilmesi gereken bir şey olduğunu söylerken -ki ben tedavi edilmesi demeyeceğim, müdahale edilmesi diyeceğim- Aruoba da Turan da sarkastik ve sinirli bir şekilde, adamla dalga geçip, onu susturup, o güzellemelerine devam ettiler. Ve ben, o şeyden sonra, her ikisinin de kitaplarını okumamaya karar verip, eve gidince de kitaplarını, kitaplığımın en arkalarına koyup tozlanmaya bıraktım. Bunun, çok terbiyesiz, düşüncesiz ve ahlaksızca olduğunu düşünüyorum. Çünkü o 50 kişilik toplulukta, o sırada, benim gibi yalnızca sanat ve edebiyatla, Albert Camus ile ilgili oraya gelmiş, hayatında hiç ölmeyi düşünmemiş ama tabii ki ölüm üzerine kafa yormuş bir genç dışında o anda kendini öldürüp öldürmeyeceğini bilemeyen depresif, melankolik ya da işte buna birazcık meyilli bir insan olabilir, olma ihtimali çok yüksek ve siz onu bu şekilde bir güzellemeyle kendini öldürmesine sebepler sunabilirsiniz. Bu kadar düşüncesizce bir davranış biçiminin ben, bencillik ve kötülükle ilgili bir şey olduğunu düşünüyorum… Freud, günde 20 adet puro içmesinden dolayı damak kanseri oluyor ve 16-17 ameliyat geçiriyor ve Londra’dayken acıları o kadar artıyor ki daha önceden doktoruyla da konuştuğu üzere, bak, bana verdiğin sözü yerine getir artık, morfini vur, diyor. Aslında bunu yapacak gücü olsa, kendisi yapacak ama yok, o yüzden bir başkasından istiyor, bunu isteyecek düzeyde olmak… Öte yandan, yaşama güdüsünün, ölme güdüsünden ne denli kuvvetli olduğuna dair Martin Eden kitabından örnek verebilirim: Jack London, inanılmaz güzel bir şekilde yaratıcılığını ve sanatçılığını konuşturarak güçlü bir denizci olan Martin Eden adlı karakterinin intiharını anlatır. Eden, büyük bir gemiye biner ve okyanusta yeteri kadar açıldıktan sonra gemiden atlar. Ciğerleri patlayacak hale gelene kadar dibe doğru yüzmeye başlar. Orada, kafasından geçenler de uzun uzun anlatılır. Son cümle şudur: artık dayanamayıp nefes alacaktı ve başını kaldırdı! İşte bu başını kaldırmak demek, aşağı giderken yukarı çıkmak için hamlede bulunmak demek ve Jack London’ın bunu biliyor, tahayyül edebiliyor olması, çok enteresandır. İşte, sanatçılar, böyle insanlar…”
Cüneyt Dal
Yazıda ismi geçen videolar


1 Yorum