Boğulsun Kalabalığım


Eskiler, bazı harflerin yanyana gelmesiyle doğan telaffuz güçlüğüne “tenâfür-u huruf” derlerdi. Kelimelerin yanyana gelmesiyle doğan telaffuz güçlüğüne ise “tenâfür-u kelimât”. Hiçbir şey yerli yerinde değil. Kendimi hayata tutmaktan yoruldum. Bu arada tenâfür kelimesinin kök anlamı; tiksinmek, nefret etmek demek. Anlıyor musun?

Mektubuma böyle karamsar bir giriş ile başlamak istemezdim ama son günlerce çok karamsarım, hatta son yıllarda diyebilirim. İstersen sen, son on beş yıl de gitsin… Sana mektup yazmaktan yoruldum, nefes almaktan yoruldum, aldığım nefesleri vermekten yoruldum. Senden de yoruldum!

Hakikat deyip duruyoruz ya, bak Ahmed Rufaî hazretleri ne diyor bu konuda: “Gerçeğe varmak için, ben, her kapıyı çok kalabalık gördüm. Kendini silmek, hiçe saymak kapısını, çok tenha buldum, oradan kolayca içeri giriverdim.” Yazmak başlı başına “ben” demek değil mi? Yazarak kişi kendini nasıl silebilir ki? Gördün mü tenakuzu? Ya Michalangelo’ya ne demeli… Musa heykelini bitirince karşısına geçip “Ey Musa konuşsana, ne konuşmuyorsun!” diye haykırmasından bahsediyorum. Yani ihtirastan bahsediyorum. Yani ortaya bir eser koymanın bile yetmediği egolardan bahsediyorum. Aydoğan kendimden bahsediyorum.

Bu ara Fuzûlî okuyorum nedense… Bak ne diyor bir beytinde: “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge / Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı” İşte söylüyorum; insan Allah’ın aynasıdır. Evet, evet doğru duydun: İnsan, Allah’ın aynasıdır. Ve bu aynayı parlatmak ve karartmak ise insanın elinde… Kendindeki ilahî tecellileri göremeyecek hale gelmek ve bedenini kutsamak da insanın elinde. Ah kendimize ne de az emek veriyoruz! Marifet ne biliyor musun? Marifet, bilgisizlik hakkındaki bilgiye ulaşmak… Yani özünün bilgisine… Hem insan kendine dışarıdan bakmadan kendini nasıl hakkıyla tanıyabilir ki? Kendine dönen aşk…

Canımın çok sıkıldığını sana söylemiştim değil mi? Ben sadece kendimin canının sıkıldığını sanırdım ama öyle değilmiş. Geçen gün Yokuş’ta otururken Bahadır “Abi, canım çok sıkılıyor, öyle böyle değil.” dedi. Ben de, benim de öyle; evde ayrı, iş yerinde ayrı, yazı yazarken ayrı, sizinle otururken ayrı canım sıkılıyor. Bizdeki bu hal kronik dedim… İnsanın canının sıkılması günah mıdır?

Şeyh Gâlib 3 Ocak 1799’da son nefesini verdiğinde sakalında tek bir ak bile yoktu ve yaşı kırk ikiydi Aydoğan. Şeyh Gâlib’in cenazesi yıkanırken, mahzun babası Mustafa Reşid Efendi son bir kez oğlunu görmek için teneşir tahtasının yanına yaklaşır ve gözünden yaşlar boşanırken şöyle deyiverir: “Ah oğul, bu tahtaya kara sakal yakışmıyor!” Şimdi beni anlıyor musun Aydoğan? Yaşım otuz kusur ve sakalımda tek bir beyaz yok ve her an kendimi teneşir tahtasında yıkanıyor hissediyorum. Bu acıyı bitir, bitir bu acıyı Aydoğan…

Sulhi Ceylan

DİĞER YAZILAR

2 Yorum

  • Sefanur , 20/01/2015

    Sulhi ceylan okumak ayrıcalıktır.!:)Farkedemediklerimizi farkediyoruz

  • a.b , 08/01/2015

    ……. Tespitler müthiş. Bu fikri kafayla daha çok sıkılacaksın sulhi ceylan.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir