Davut Bayraklı, nitelikli kitap tahlillerine devam ediyor…
***
Sıkça seyahat eden birisi olarak gittiğim şehirlerin geçmişten bugüne gelen bir hikâyesi olup olmadığını her zaman merak etmişimdir. Kimi zaman bu merakım şehirlerin üzerinden, o şehirde gördüğüm bazı insanların veya simaların üzerine yoğunlaşır, onların da insan olarak bir hikâyelerinin olup olmadığını merak ederdim. Bu durum bir zaman sonra bende önü alınmaz bir tavır hâline gelmişti. Bir ara kendi kendime “Acaba şehirlerin, insanların hikâyeleri gibi bazı kitapların hatta tabloların ve sanat eserlerinin de hikâyeleri var mıdır?” diye sık sık sormaya başladım. Zira şu fani âlemde gün ışığı gören her varlığın bir hikâyesi olduğuna, en azından olması gerektiğine inanıyordum.
Mesela ünlü İngiliz ressam J. M. William Turner’ın “Köle Gemisi” tablosu beni her zaman etkilemiştir. Ama bu etkinin büyük bir kısmı tablodaki ustalıktan ziyade, resmin tuvale yansımasına neden olan hikâyesindeydi. Sözün özü, hikâyesi olan şeyler beni her zaman kendisine çekiyordu. Goethe’nin Genç Werter’i, Dante’nin İlahi Komedya’sı, Kaşgarlı Mahmud’un Dîvânü Lugâti’t-Türk’ü gibi. Daha nicelerini bu listeye ekleyebiliriz tabiî…
Şehir, insan ve eser bir araya geldiğinde ve içinde bir hikâye barındırdığında ise karşımıza bizi derinden etkileyen sahnelerin çıkması kaçınılmazdır. Rus edebiyatının dev ismi Dostoyevski’nin Beyaz Geceler isimli küçük hacimli romanı da eser, insan ve mekân üçgeninde yazılmış, kendi içinde, çok tanıdık, bize çok yakın ve çok samimi bir olay örgüsünü önümüze koyuyor. Bir çırpıda okuyabileceğiniz bu eser belki de yazarın ilk eserleri arasında yer almasına rağmen en başarılı yapıtıdır diyebilirim. Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler gibi evrensel değerleri işlediği yapıtlar göz önüne alında Beyaz Geceler biraz daha geride kalan, kendini arkaya çeken bir kitap.
Yine de Beyaz Geceler romanı, işlediği aşk temasıyla insanın içine işleyen, samimiyetiyle ve her an sizin de yaşayabileceğiniz tanıdık bir öykü kurgusuyla okuyucuyu çarpan bir özelliğe sahip. Kitabın bir başka büyüsü de eseri okuduktan sonra ortaya çıkıyor. Kitap, okuyucuya, yerli yersiz size kendini hatırlatıp “Bak, ben buradayım, unuttun mu yoksa?” diyor. Belki de bu özellik kitabı daha önce okuduğum klasiklerden farklı bir yere koymama neden oluyor.
İnsan psikolojisini eserlerinde başarıyla yansıtan yazar yine aynı başarıyı burada da göstermiş ve bizi karakterlerin hemen yanı başına koymuş. İnsancıklar ve Beyaz Geceler bu anlamda yazarın en başarılı romanlarıdır diyebilirim. Okurken hayal gücünüz, yazarın dil ustalığı sayesinde kendiliğinden devreye giriyor ve Sen Petersburg gözünüzün önünde ansızın canlanmaya başlıyor. Meraklı okuyucular için kitap hakkında bir küçük ayrıntı daha verelim, Dostoyevski sanatlı bir dil kullandığı bu küçük romanda karakterlerin davranışlarıyla birlikte ilişkileri de betimliyor.
Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’de yaptığı aslında yalnız bir adamın iç dünyasını bize anlatmaktır. Ana karakterimiz kendini insanlardan soyutlamış ve uzun zamandan beri aynı şehirde yaşamasına rağmen hiç arkadaşı olmayan bir kişiliktir. Karakteri tahlil ettiğiniz zaman onun hayalci bir kimliğe sahip olduğunu görürsünüz. Eser de, bu yalnız adamın genç bir kızla tanışması, onunla arkadaş olması sonrasında da kıza âşık olmasını anlatır. 17 yaşındaki genç kız yazarın hayatını değiştirir ve bu değişim de kitabın ana konusu olarak karşımıza çıkar. Yaşadığı şehirde yalnızlığın içine düşen ve insanlardan kaçan karakterimiz hayattan ve inanlardan tamamen kopmuş bir haldeyken aşkla tekrar canlanır.
Ancak ana karakterimiz kendi halinden şikâyetçi olan birisi de değildir. Hiç arkadaşı olmamasını kendisine sorun etmez. Eğer bir yere gidip oturacaksa en kuytu yerleri seçer. Âdeta güneş ışığının bedenine vurmaması için özel uğraşlar verir. Kendi içinde, kendisiyle yaşadığı sorunlardan olsa gerek gülünç bir adam olduğunu düşünür. Yine de kendine has, özel bir tabiata da sahip olduğuna inanır. Yalnızdır ama bu tek vasfı değildir, hayalciliği ve yoksulluğu da en büyük yol arkadaşıdır. Aklını başından alan 17 yaşındaki Nastenka ise esmer tenli ve bir o kadar da sevimli bir kızdır. Anne ve babası olmayan Nastenka eğitimli de değildir. Yaptığı tek iş, tüm gün kitap okumak ya da el işi örmektir. Bu hali de onu derin bir yalnızlığın içine itmiştir. Bu arada kiracıları olan genç bir çocuğa tutulmuş ve âşık olmuştur. Orta yaşlı olan yakışıklı ve fakir karakterimiz Petersburg’ta yenidir. Nastenka’nın ninesine ait olan tavan arasında kiracı olarak kalmaktadır. Nastenka’nın ninesi ise eski günlerinde zengin bir kadındır ve şimdilerde ise tavan arasına sahip eski bir ahşap evi vardır. Bu kör ve yaşlı kadın geçimini dul maaşıyla birlikte bu tavan arasından aldığı kirayla sağlamaktadır.
Eser bu dört ana karakter üzerinden ilerler. Karakterler küçük, sıradan ama samimi insanlardır. Yazarın dil işçiliğindeki ustalığı kitabı bir çırpıda okumanızı kolaylaştırıyor belki ama burada dilin yanındaki en büyük etken, okudukça sizi hüzünlendiren ve etinizden kemiklerinize doğru geçen hüzünlü aşk hikâyesidir. O köprünün üstünde yalnız ve acılı bir halde bekleyen Nastenka’yı görür, hem onun hem de yazarımızın acılarına, yalnızlığına ve fakirliğine ortak olursunuz.
Sonuçta birkaç saat içinde bitirebileceğiniz bu eser sizi karakterlerin acılarıyla hüzünlendirecek bir yapıdadır. Romanın sonunda birisine üzülüp birisine sevineceksiniz ama bu kişinin kim olmasını isterdiniz diye şimdiden sorsam ne derdiniz acaba? Nastenka mı, yazar mı, taşralı genç mi?
Belki de biz, hikâyesini kendimize en yakın hissettiğimiz karakterin sevinmesini, bir kez de onun mutlu olmasını isteriz. Kitabı okurken Yeşilçam filmi tadında bir hikâyeyle karşılaştığınız hissine kapılır mısınız bilmem ama ben bu hisse kapılmıştım ve bundan dolayı da çok mutlu olmuştum.
Bugün geriye dönüp bu kitaba baktığımda yine 16 yıl önce üzüldüğüm karakter için üzüldüğümü görüyorum. Benim açımdan bu durum, insanın değişmemesi, belli konularda fikri sabitelerinin bulunmasıyla izah edilecek bir duygu değil.
Belki romanda, hayatta tam kaybettiğini sandığı bir anda kazanmaya başladığı izlenimine kapılan ama finalde yine kaybeden o içli ve fedakâr kahramanla kendimi özdeşleştirdiğim içindir. Belki geçmişte, hepimizin iç dünyasının derinlerinde böyle bir hikâye mevcut olduğu içindir. Belki de biz “Acın, acımızdır…” demeye alışmış bir toplumuz.
Davut Bayraklı
6 Yorum