“Artık Sabahı da Kaplıyor Acı”

Bizler, zaman ve zeminin insanları değiliz. Sezgileri solduran gerçekliklerle boğuşmak durumunda olanlarız. Sebeplerimiz mazeret, suskunluğumuz kaçış olarak algılanır. Yalnızken kalabalığızdır. Hâlbuki sevmeyiz kalabalıkları. Yalnızızdır. En çok kendimizle yüzleşmekten çekiniriz.

Bizler, saplantıları, sırları olan sezgileriz. Sevgilerimiz, en kendimizce besleyip büyüttüğümüz fiillerimizdir. Kimliklerimiz ilginç bir nevidir. Bu yüzden, en yakınlarımız tarafından dahi ucube olarak yaftalanmamız işten bile değildir. Şüpheciliğe meyyalizdir; en ihtiyacımız olan şey inanmakken. Bu sebepten, inanmanın inanmaya olan imanındaki tutarlılıktan yoksunuzdur. Bir o kadar da şüphenin, şüpheden şüphe etmemesi çelişkisinden sancılı…

İntikam bilmeyiz. Buna hakkımız olmadığının bilincindeyiz. Kırdığımız kalpler kadar kırılmışızdır çoğu kez. Öngörürüz yolun sonunu ancak gideriz yine de. Tahammülümüz yoktur, gözlerimizden başlangıçların nihayetlerini esirgemeye. Bizi sevenler, mutsuz olurlar; sevdiklerimiz yok olurken duman aceleciliğinde. Cevabını bildiğimiz bilmeceler üzerine düşünmeyi severiz. Değişebilme ihtimallerinin fantezisine kapılıp…

Birden çok şeyizdir ve birçok kimse. “Ben, bir başkasıyım,” diyen Rimbaud, içimizden çıkmadır. Bunu derken köylü bilgeliğinin cazibesiyle; zekâsı kadar zaafları da keskin Wilde, yine bize yakarır acıyla: “Birden çok hayat yaşayanı, birden fazla ölüm bekler” Aschenbach’ın diliyle Mann, en müşfik ve öfkeli azarı kanatlandırır kaleminden: “Böyle gülümsemen doğru değil Tadzio! Dinle beni, hiç kimseye bu şekilde gülümsemen doğru değil.” Biz gibiler, güzelliğin hiçbir türüne kayıtsız kalamayan zavallılar olarak addedilmeye mahkûmuzdur çoğu kez. Bu sebeple, “Kılıcın, aksesuarın değildir, onu kime doğrulttuğuna dikkat et. Tıpkı gülümseyişin gibi…” diyen Ross Venokur’a katılmaktan alamayız kendimizi.

Ya Dostoyevski? O, “Ah, insanın birliğine inanmayın!” derken, bizim kendimizi dahi şaşırtabilme yeteneğimizin boyutlarından bahsetmez mi? Bakmalara, anlamaya çalışmalara, tuhaf hazlara açlığımızı Sait Faik’imiz, bir çocuğun dilinden itiraf etmez de ne yapar, “Kocaman gözlü bir adam bana baktı da iyice sevinemedim.” diye yazarken?

O kadar çoktur ki realitenin ağırlığını taşıyamayıp yükünü kelimelere pay etmeye çalışanlarımız, saymakla bitmez. “Acınasılıkların içinden fantastik bir biçimde yücelikler doğar” diyen Zweig, bir avuntu sunmuştur belki de hassas kalplerimize. “Yaşamı bilinçlendirmeni sağlayan, sağladığın ölüm bilincidir” sözüyle Aruoba, ölümde düğümler manayı ve bize, hep böyle gitmeyeceği müjdesini vererek içimizi ferahlatır. Pis moruk Bukowski, her ne kadar sığ ve iğrenilesi görünmek için elinden geleni yapmışsa da yaşamı boyu, siyasî kaygılara duçar olanların dünyasından olmadığımızı ve olamayacağımızı şu sözle sloganlaştırır: “İnsanlar birbirlerini öldürmeye devam edecekler; yeter ki onlara mantıksal bir neden verin!” Ve Pessoa… “Her şeyi hayal ettiğin için hayatta var olanların tümü sana daha çok acı verecek” der kıskanılası bir ifade berraklığıyla. Derdimizin, herhangi bir işe yaramak olmadığını, meselemizin, birçoklarınca aşağılanan aylaklık gibi görünse de bunu izaha çalışmanın vakit kaybı olacağını özümsemiş bir şekilde sadece sığ insan tipine basit bir misal vererek noktalar bahsi: “Harabeler neden mi güzel? Artık hiçbir işe yaramazlar da ondan.” Proust ise tüm hassas duyarlılığıyla derine, en temele dair tüm çıplaklığımızla ele verir bizi: “Bir dünyada düşünür ve konuşur, bir başka dünyada yaşar ve hissederiz.” Mete kardeşlerden Süleyman olanı, her ne kadar en acı zayıflıklarımıza, acınmaya olan tiksintimiz sebebiyle gurur maskesini geçirip yüzüne, “Sigara içmek, birçok zaferin, tadını veremeyeceği zevkli bir kaybediş öyküsüdür” şeklinde şerh düşse de; Emrah olanı, kaynağından kopup gelen şu itirafla bizim adımıza tüm acınmaları göğüsleyerek kendisini oturtur sanık sandalyesine: “Hayır! Pekâlâ, kimseyi suçlamayacağım, ne dışarıda yaşanan acayip hayatı ne içimi acayipleştiren düşmanların saflarını.”

Biz olarak yaşamaya çalışmak, anlamaya çalışmaktan çok daha kolaydır. Zira bizi en iyi anlayanlarımız içinde öyleleri vardır ki; kendilerine verdikleri mantıklı sebeplerle, Bukowski’nin tespitini haklı çıkarmışlardır. Hem de en trajik sonlarla… Nasıl mı? Bıçaklarının kabzasını saran elleri marifetiyle, sivri tarafını kendilerine çevirerek… Bunlar arasında Sadık Hidayet, nasıl da ifşâ eder utancımızı: “Tek korkum, yarın ölebilirim, kendimi tanıyamadan.” Korkarım ki bu tek korkusuyla yüzleşmiştir de. Sonra, “İhtiyarlar niye öyle şafakla uyanırlar bilmem. Günü azıcık daha uzun yaşayabilmek için mi acep?” gibi inceler incesi bir hüsn-i talile imza atan Hemingway de yıllar yılı inceliği sezilmesin kaygısıyla üşümemek için sıkı sıkıya giyindiği “sert adam” paltosuna rağmen yenik düşmüştür. “Bazılarının, sadece normal olmak için ne büyük çaba sarf ettiğini kimse fark etmiyor” diyen Camus, biz virüsünün tüm vücudunu kaplamasının getirdiği gizemli bir ölümle ayrılmıştır aramızdan. Ve akut mutsuzluğumuzun, kronik yaşayamamak hastalığımızın temellerini, şu saplantımızı beyanla teşhis etmiştir: “Mutluluğun nelerden oluştuğunu aramayı sürdürdüğün sürece mutlu olamayacaksın. Yaşamın anlamını aramayı sürdürdüğün sürece hiç yaşayamayacaksın.” Sevmenin, keskinliği kadar öldürücülüğünün de aynı oranda arttığına dair “Hiçbir sakınma duymadan sevmek, karşılığı durmadan ödenen bir lükstür” notunu düşen Pavese ise bu hususta en öne çıkmış olanlarımızdandır. Son günlüğü Yaşama Uğraşı’nı şu şekilde bitirir: “Gizlice en çok korkulan şey hep gerçekleşir sonunda. Yazıyorum: Ey, Sen, acı. Peki, sonra? … Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil, eylem… Artık yazmayacağım.” Ancak intiharından önceki gün, “Artık sabahı da kaplıyor acı” diye yazmaktan alamamıştır kendini.

Şimdi sıra, biraz geriye çekilip aynadaki bize, boydan bir bakış atmaya geldi. Bize dair belki de son mührü, hayran olunası karanlık yüzümüz Poe vurmuştur: “Tüm gördüğümüz ve göründüğümüz, yalnızca bir düşün içinde bir düş.”

Cüneyt Dal

Resim: Gao Xingjian

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir