Duvardaki takvim 7 Ocak tarihini gösteriyor. Bütün sancıların ve cevapsız soruların başlangıcı olan günde tarihi dondurmuşum. Bugünün tarihine bakıyorum, 23 Mayıs. Aradan geçen dört buçuk ayı hatırlamaya çalışıyorum. Hafızamı ne kadar zorlasam da gözümün önünden şerit hâlinde geçen görüntüler puslu, silik birer fotoğraf. Duyduğum sesler homurtudan, uğultuya dönüşüyor. Rûberû mülâki olduğum hiçbir yüze, hiçbir sese, hiçbir isme aşinalığım kalmamış, hepsine bigâneyim.
Yanıma Rilke‘nin “Görmeyi öğreniyorum” cümlesini alıp evden çıkıyorum. Bu cümle zihnimde bir topaç gibi dönüyor. Rilke, bu sözü söylediğinde yirmi sekiz yaşındaymış. Bu yaşta böyle bir cümle kurmasını hiç yadırgamadım. Çünkü ben de görmeyi, konuşmayı, duymayı, okumayı ve yazmayı yeni yeni öğreniyorum. Üstelik Rilke’den dört yıl daha geç. Geç kalınmışlığın telafisi ise yok.
Otobüsteyim. Güzel bir kızla göz göze geliyoruz. Dünya, bütün ednalığıyla beni dibe doğru çekerken, telefonuma gelen bildirime bakıyorum. “Âkif Emre öldü.” İrkiliyorum. Dünya, güzel kız, kızın gözleri ayrı taraflara savruluyor. Sadece gıyaben tanıdığım bir adamın yokluğu bende büyük boşluklar oluşturuyor. O boşlukta bir sarkaç gibi gidip geliyorum. Aklımda hep aynı kelime: “Öldü.” Ölmek nasıl bir şeydi? Bu gerçeği herkes bir kez tecrübe edebileceği için bunu kimse tarif edemezdi. Lügâtlarda derdime bir çare arıyorum. Kelimenin kökenine inmek sanki içimdeki boşluğu dolduracakmış gibi bir his beliriyor. Üşenmiyorum. Bakıyorum. Eski Türkçe’den beri kullanılır. Hayatı sona ermek, can vermek, vefat etmek, yaşamaz olmak. Bazen, etimolojik bilgi de hiçbir işime yaramıyor.
Arkadaşlarla birlikte oturuyoruz. Mükellef bir sofra kurulmuş. Muhabbet hoş. Tam lokmamı ağzıma götürüyorum. O lezzetli yemek kekre bir tat alıyor. Boğazımda düğümlenen bir şey var: “Âkif Emre Öldü.”
Çaylar birbirini takip ediyor. Sohbetimiz daldan dala konan bir kuş misâli. Bir istikrar sağlayamıyoruz. İçimin daha fazla dağılmasına mâni olmak için bir soru bırakıyorum masaya. “Son dönemde kendinize en çok sorduğunuz ve cevabını bulamadığınız bir soru var mı?” Arkadaşlar yüzüme tuhaf tuhaf bakıyor. Kelime oyunlarıyla edebiyat yaptığım zannına kapılıyorlar. Şiddetle aynı soruyu bana yönetiyorlar. Kendime soruyorum: “Bu çağda akıl, ruh ve beden sağlığımı koruyarak fıtrat üzere nasıl yaşayıp ölebilirim?” Yine yoluma ölüm çıkıyor. Âkif Emre Bey’in daha bir ayını doldurmamış haber sitesi gözümün önüne geliyor. Biz planlar yaparken, kader tebessüm etmekten geri durmuyor ve kendi kurduğun siteden ölüm haberini duyuruyordu. Dünya bir kez daha dümdüz ve boş bir ova hâlini alıyor.
Yatsı namazı için Süleymaniye’ye gidiyoruz. Camide bir saf dahi cemaat yok. Dört arkadaşız ve birimize tedirgin gözlerle bakıyoruz. Dördümüz de yatıp kalkıp diriliş nârâları atanları kalben kınıyoruz. Keşke, elimizden ve dilimizden de bir şey gelse!
Dört kişi yol ayrımındayız. Ben Beyazıt’tan tramvaya biniyorum. Tramvayın beni götüreceği bir yer yok. Tramvay raylarda patinaj yapıyor. Hiçbir yere gitmeye niyeti yok. Bütün toplu taşıtların üzerine ölümün ağırlığı çökmüş ve bu ağırlığın hepsi omuzlarıma binmişti.
Eve geldiğimde, defterime bir şeyler yazmak için sandalyeme oturdum. Yazılacak pek de bir şey yoktu. Büyük harflerle “BUGÜN ÂKİF EMRE BEY ÖLDÜ” yazdım. Kalktım. Evin içinde birkaç volta attım. İmdadıma Yunus Emre hazretleri yetişti. Kendimi tekzip ettim ve yazdığım cümlemin üstünü karaladım. Defterime şu hakikati yazdım:
Yunus öldü deyu selâ verirler
Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez.
Celal Kuru