Saat altıya yaklaşıyor ve ben boğaz köprüsünün üzerinde burnumun yapıştığı camdan Topkapı sarayını izlerken metrobüse dolan ter kokusunu çekiyorum ciğerlerime. Camda benden önce aynı manzarayı izlerken oksijeni tükenmiş havayı içine doldurmaya çalışanların burun izleri var. Hava gri ve deniz renksizlikten nasibini almış. Bir tanker suları yırtarak köprünün altında kaybolmaya çalışıyor. Trafik açıldıkça manzara yerini beton bloklara bırakıyor. Karşımda olanca şaşasıyla gökdelenler duruyor şimdi. Öğrencilik yıllarında büyük hayranlıkla izledikleri ve fakat şimdi iş çıkışında yol ücreti ödememek için koşar adımlarla servise yetişmeye çalışan mühendislerin ve beyaz yakalı taifesinin hayatlarını ahşap bloklarla bölen gökdelenler… Çocukluğumda gökdelen kelimesini ilk duyduğumda gökyüzünün nereden başladığını sorduğumu anımsıyorum. Öyle ya; bu binalar gökleri deliyorsa gökyüzü çok da yukarıda olmalıydı…
Saat altıya sekiz var. Yine geç kalacağım arkadaşlarla buluşmaya. Lise yıllarında her günün ilk dersine öğretmenden sonra girdiğimi unutmamışlarsa açıklama yapmama gerek yok demektir. Vaktiyle manevi ihtiyaçlarım için sımsıkı sarıldığım bu dostluklar bugün yerini idrakle boyanmış ve zaman zaman gülümsemelerle maskelenen anılara bırakmış durumda. Birazdan, yıllardır sadece facebooktan ve kandil günlerinde atılan toplu mesajlardan ibaret olan görüşmelerimiz, yerini çekingen sarılmalara bırakacak. “Eeee, napıyorsun şimdi?”ler, “Ne yıllardı beee!” diye uzayıp giden gereksiz özlemler, klişeleşmiş ve sanki sadece biz yapmışız gibi anlatılan çılgınlıklar, masaya inip kalkan çay tepsisi eşliğinde gökyüzüne uğurlanacak. Bunlar, dört yıllık dostluğun hatırına birkaç saatliğine tahammül edilebilecek şeyler ancak beni endişelendiren şey başka: Üniversite yaşamı boyunca birkaç yabancı dizi haricinde kendine hiçbir şey katamamış bu insanların vereceği klasik toplumsal önyargılardan ibaret tepkiler…
Buluşma yerini onlar seçtiği için İstanbul’a gezmeye gelmiş bir turist gibi, çayı çamur ve 3 TL olan bir yerde oturduk. Beklenen birkaç muhabbetten sonra beklenmemesi gereken konu açıldı. Ne yaptıklarını anlatıyorlardı. Bir doktor, bir avukat ve bir öğretmen en fazla ne yapabilirdi ki? Onlardan ne gibi farklı bir şey duymayı beklediğimizi sanıyorlardı da yaşadıkları sıradan olayları bu kadar olağanüstü bir şekilde anlatmaya çalışıyorlardı? İnsan böyledir işte, diyordum kendi kendime, yaşamın merkezine benini koyamayınca yokluk hissinden kurtulamıyor ve var olabilmek için tatmin duygusuna yaklaşacak tepkiler verdirtmeyi kendine görev addediyor. Var olmak zorundaydılar ve bunun başka yolunu bilmedikleri için ruhlarının en ücra köşelerinden benliğin gürültüsünü toplayıp masaya bırakmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Sıranın bana gelmesi kaçınılmazdı. Yaşadığım üç yıllık buhrandan dolayı okulumun bitmediğini biliyorlardı ve yapmacık bir teselli girişiyle sonda söyleyeceklerini başta söylüyorlardı: “Hayırlısı olsun.” Eski dostlarını kırmamak için söylemekten çekindikleri şeyi saklamayı gözlerine de öğretebilselerdi keşke. Her şeyin benim hatam olduğu fikrini aynı anda duyumsuyor ve birbirlerine attıkları yapışkan bakışlarla söze girmeye çalışıyorlardı. Avukat olan dayanamadı ki konuşma yetisine en çok güvenmek zorunda olan kendisiydi. Yaşamının karakterine yüklediği bu ağır görevin bilinciyle ‘keşke sen de…’li bir giriş yaptı. Sözlerinde kırk beş yaş üstü bir eniştenin nasihatleri gizliydi. Hayatın gerçeklerden ibaret olduğu, hepimizin bu gerçeklere göre yaşamak zorunda olduğu, her şeyi anlamaya çalışmanın anlamsız olduğu üzerin tonla ve heyecanla laf etti. Bir yandan da kendisini onaylamaları için diğerlerine dönüp “Öyle değil mi?” bakışları atıyordu. Sosyal statü olarak çok da belli etmeden vurgulamaya çalıştığı üstünlüğüne rağmen kendini güçlü hissetmek için bir başkasının onayına muhtaç oluşu bile acziyetini göstermeye yetiyordu. Gelmeden önce bu muhabbet açıldığında sadece haklısın diyerek geçiştireceğime söz vermiştim kendime. Hayatı toplumda rağbet gören ucuz sıralamalara göre yaşamaktan başka çıkar yolu görmeyen korkuyla yoğrulmuş ruhlara bir şey anlatmanın gereksizliğini çok önceden fark etmiştim zaten. Fakat dayanamadım ve oldukça sakin bir şekilde tecelli ve ıstıraplar üzerine birkaç basit şey söyledim. Bir süre sonra oldukça hararetli bir şekilde kendi içlerinde nasıl çelişkiye düştüklerini anlatırken buldum kendimi. Gözlerindeki anlamsız dehşet ifadesi dönüp sözlerime bakmaya yöneltmişti beni. Durmam gerektiğini anladığımda içimden bir ses “Size dokunmayan ateşin çocuklarınızı ruhlarına kadar yakacağını görün artık!” diye bağırmak üzere zorluyordu beni. Hızlı hızlı aldığım nefeslerimi kalbime doğru boşaltarak gönül yapıcı bir tebessüm yerleştirdim dudaklarıma. Anladıkları tek şey yaptıkları çıkışın yanlış olduğuydu. Çareyi konuyu değiştirmekte buldular ve bir süre sonra kahve geyiği başladı.
Siyaset, siyaset bağlantılı din, futbol, Suriyeliler, toplumun cehaleti gibi mevzular peşi sıra konuşulduktan sonra “Gömleği nerden aldın ya?” dedi öğretmen, doktor olana. Markalar üzerine yaklaşık yirmi dakika sürecek bir muhabbet açılmıştı şimdi de. Hangi markanın hangi ürününün güzel olduğu, nerden neyin alınacağı konuşuldu uzun uzun. Öğrencilik hayatı bittikten sonra bir anda banka hesaplarına yatan iki-üç binli rakamların gittikleri berberden giydikleri ayakkabıya tesir ettiği dönüşüm ruhlarına da sirayet etmişti anlaşılan. Markası görünecek şekilde masaya bırakılmış araba anahtarları, her muhabbeti bir şekilde bağladıkları son model özellikli telefonlar ve zippoyla yakılan en pahalı sigaralar dönüşümün küçük göstergeleriydiler. Öğrencinin geliri ne kadar yüksek olursa olsun üzerine yapışmış bir fakirlik izi vardır. Tam da o an masada duran iz. Konuşacak şey kalmayınca telefonlara gömülen bakışlarını izlerken bu iyi niyetli insanların varlığımdan rahatsız olmaya başladıklarını hissetmiştim. Evet, beni çok seviyorlardı, fakat sosyal statü farkı sevginin anca bu kadar muhabbete sebep olmasına müsaade ediyordu. Rahatsızlıklarının sebebiyse vazgeçemedikleri bu pahalılığı benim yanımda sergiliyor olduklarıydı sadece. Masum görülebilecek bu tavırlarında yine yanıldıkları şey, bu pahalılığa sahip olmadan önce şahsiyetlerine değer verdiğimdi. Buraya metrobüsle ya da arabayla gelmelerinin benim için hiçbir kıymeti yoktu. Zannımca istedikleri şey, hepimizin gönül rahatlığıyla paralarımızı sergileyebileceğimiz bir ortamda muhabbet etmekti.
Anlamsız bir can sıkıntısı muhabbeti kilitlemeye yetmişti şimdi. Sosyal medya geyiği başlamıştı şimdi de. Toplumsal olaylarda atılan üst düzey mizahi tivitleri birbirlerine gösterip kahkaha atıyorlardı. Paylaşmakla dikte etmek arasındaki fark takıldı gözüme. Daha önce güldüğümüz bir şeyi bir başkasına anlatıyorken güzel bir şeyi paylaşmayı mı amaçlıyorduk yoksa insanları bizim beğendiklerimizi beğenmeye mi zorluyorduk? Hatta bu şekilde mizahtan ne kadar anladığımızı göstermeye çalışıyor olabilir miydik? Dahası, böyle bir şeyi paylaşmak için önceden bu sorunu kendi içimizde çözmüş olmamız gerekirken, bu inceliği nasıl es geçebiliyorduk?
Okulumun bir şekilde uzamış olmasını kimin nasıl açıkladığını umursamıyordum artık. İlk zamanlar hararetle yaptığım açıklamaları “öyle karışık bir şeyler oldu” diyerek geçiştirmeye çoktan başlamıştım bile. Ancak toplumun ruhunu dolayan kolları kemikleşmişti bir kez. Diploma bir şeye yaramıyor diye sağda solda nutuk atanlar, bir dersten bile kalanları gördüklerinde Yök başkanı oluveriyorlardı. En yakınlarım bile ‘benim iyiliğim için’ tek çare olarak mezuniyet günümü hedef olarak önüme koyuyorlardı. Dahası hayatımın normal seyrine engel olarak da yine aynı kep ve cüppeyle set çekmek en mahir oldukları işti. Durum bundan ibaretken, yıllardır görüşmediğim bu arkadaşların bugünkü tavırları anormal sayılmazdı.
İbrahim Halil Aslan
5 Yorum