Soluk Benizli Adam Çatal Dille Konuşuyor

1876 Berlin Antlaşması sonrası, dünya siyasetinde değişen dengelerle birlikte Osmanlı Devleti, Batılı devletlerin parçalanması ve topraklarının pay edilmesi gereken bir devlet durumuna düşecekti. Bir anda bu gerçekle yüzleşmek zorunda kalan Osmanlı, çok uluslu yapısının kendisi açısından büyük problemlere neden olacağını kısa zaman içerisinde görecekti.

Birden kendisini bir meydanın ortasında ve etrafı sırtlanlarla kuşatılmış yaralı bir aslan gibi bulan Osmanlı; Fransa, İngiltere, Almanya ve Rusya gibi dönemin büyük ve güçlü devletleriyle mücadele etmek durumunda kaldı. Ancak bu mücadele sadece cephede yapılan bir mücadele değildi. Fransa Katolikliği, Rusya Ortodoksluğu, İngiltere ise Protestanlığı kullanarak Osmanlı üzerinde baskı kurmak arzusundaydı. Dinsel bir hareketle Osmanlı’ya karşı cephe alan bu devletler, savaş meydanlarının dışında bürokratik yollarla da saldırıya geçiyor ve devletin iç işlerine müdahale için her fırsatı kolluyorlardı. Osmanlı içindeki azınlıkların inançları üzerinden bir bağ kuran Batılı devletler, Osmanlı coğrafyasında siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda nüfuz edebileceği alanlar arıyorlardı.

Sahnelenecek oyun aslında çok basitti, Osmanlı tebaası olan gayrimüslimler arasında önce Katolik, Protestan ve Ortodoks bir cemaat oluşturulacak, daha sonra ise bu cemaatlerin hamiliği üstlenilecek ve böylece bu durum Osmanlı yönetimine baskı unsuru olarak kullanılacaktı. Mesela İngilizler, Nesturiler, Süryaniler, Keldaniler, Dürzîler, Ermeniler ve Bulgarlar gibi çeşitli Hıristiyan gruplar arasında Protestan misyonerlik faaliyetlerini başlatıp devletin iç işlerine müdahaleyi daha kolay bir hale getirmeyi başarmıştı.

Bu çalışmalarda ana aks özellikle eğitim alanında okullar aracılığıyla yapılan misyonerlik faaliyetleri üzerine kuruluyor ve böylece ileride Osmanlı Devleti’ne karşı isyan edecek kitlelerin lider kadrosu yetiştiriliyordu. Oyunun ikinci ayağında ise tıbbi alanda yapılan misyonerlik faaliyetleri vardı ve bu çalışmalarla da azınlık tebaanın sempatisi kazanılıyor ve bu gruplar kendi saflarına çekiliyordu. Bu meyanda yapılan tüm siyasal, ekonomik ve kültürel amaçlı çalışmalar, misyonerlik marifetiyle dinî çalışmalarmış gibi gösterilerek kamufle ediliyordu.

Batılı Hıristiyan yayılmacılığının gelişiminde bilinen unsurların yanına misyoner kurumları ve bu kurumların faaliyetlerini de eklediğimiz zaman, bu misyoner kurumlarının sadece din algısıyla hareket etmediğini, sahip oldukları dinî misyonun yanında Fransız, Alman, Rus, İngiliz, İtalyan vb. millî çıkarlarına hizmet ettiklerini ve kendi ülkelerinin siyasetleriyle de gayet uyumlu bir şekilde çalıştıklarını biliyoruz. Özellikle eğitim, sağlık ve sosyal yardımlaşma gibi konularda faaliyet gösteren misyoner kurumlar, bağlı bulundukları devletlerin yurtdışı diplomatik temsilcilikleri tarafından destekleniyor, deyim yerindeyse âdeta diplomasinin bir parçası gibi görülerek siyasi ve kültürel yayılmacılığın en önemli araçlarından biri oluyorlardı.

19. yüzyılda İngiltere, Fransa, Rusya ve Avusturya gibi ülkelere baktığımız zaman Osmanlı Devleti üzerindeki nüfuzlarını artırabilmek için misyonerlerini kullandıklarını, Osmanlı tebaası olan Ermeni, Rum, Nesturi ve Süryani gibi Hıristiyan azınlıklar üzerinde dinî faaliyetlerin yanında bölücü ve kışkırtıcı faaliyetler de yürüttüklerini görüyoruz. Batılı devletlerin yaptığı bu misyonerlik faaliyetlerin büyük bir bölümü Osmanlı topraklarının genelinde açılan eğitim kurumları ile maskeleniyordu. Görünürde sağlık, eğitim ve din hizmeti veriliyordu. Ancak iyi niyetli bir maske takarak ortada gezen bu insanların gerçek hedefleri aslında Osmanlı halkını inanç, örf, adet ve geleneklerinden uzaklaştırarak millî birlik ve beraberlik duygularını zayıflatmak, neticede de imparatorluğun çözülüp parçalanmasını sağlamak en azından bu çözülme ve parçalanma sürecinin hızlanmasına zemin hazırlamaktı.

Bu acı durumun en bariz örneğini Osmanlı devleti, Balkan topraklarında yaşadığı isyanlarla gördü. Balkanlarda Sırplarla başlayan ilk isyan dalgası bir domino taşı etkisiyle yayıldı, bu etkinin oluşturduğu girdaba zamanla Yunanlılar ve Ermeniler de katıldı ve neticede adı anılan bu azınlıklar Osmanlı’nın karşısına silah kuşanıp çıktılar ve özerklik ya da bağımsızlık istediler. Batı dünyasının bitmeyen Haçlı fikri temelinde şekillenen bu talepler büyük devletlerin Osmanlı içişlerine müdahale etmesiyle sonuçlanınca bölgede bugün bile uğraşmak zorunda kaldığımız ihtilal ve terörize hareketlerle bu hareketleri destekleyen dış mihraklı ve kullanılmaya elverişli terörize unsurlar vücut buldu.

Eğer başa dönecek olursak koca bir cihan devletinin parçalanmasında ilk olarak oynanan oyunların devletin iç dinamiklerindeki zaafların tespit edilmesi ve sonrasında da darbenin bilinçli olarak oraya doğru vurulması gerçeğini görürüz. Ancak yine de bu tespit eksik kalacaktır. Çünkü burada atlanmaması gereken en önemli unsur, Hıristiyan şuuruyla ve İslâm düşmanlığıyla hareket eden Batılı devletlerin motivasyon kaynağı, temelde dün Osmanlı’yı bugün ise Türkiye’yi sömürgeleştirme, ehlileştirme, kendi uyduları konumuna getirme politikalarının ana aksını oluşturan misyonerlik çalışmalarıdır.

Osmanlı içerisinde her zaman eğitim kurumlarıyla, sağlık hizmetleriyle faaliyete başlayan bu misyoner çalışmaları neticede devletin iç dinamiklerine dinamit bağlayarak uygun ortamda ve zeminde bunları patlatmaya programlıydılar. Ancak yapılan işlerin maskesi görünürde gayet insanî ve medeni çalışmalar olarak lanse ediliyordu. Zaman içinde istedikleri güce ulaştıklarındaysa bu okullar ve hastaneler aracılığıyla yetiştirdikleri, zihinsel olarak değiştirdikleri, dönüştürdükleri insan malzemesiyle her koldan saldırıya geçiyorlardı. Özellikle İngiliz, Fransız ve Alman okullarının Osmanlı içindeki faaliyetleri incelendiğinde eğitim ve sağlık dışında neredeyse her işi yaptıkları, bağlı bulundukları ülkelerin saha ajanları olarak yıkıcı, bölücü, terörize edici elemanlar gibi çalıştıkları rahatça tespit edilecektir.

Netice olarak misyonerlik çalışmalarıyla yola çıkan ama gerçek düşüncelerini bu maskenin arkasına saklayan bu eğitim ve sağlık kurumları asker üniforması yerine öğretmen ve doktor kıyafeti giymiş istilacı, bozguncu, işgalci sömürge askerlerinden farksızdılar. Dün Amerika kıtasını ele geçirmek, verimli ve bakir toprakların tamamını kendi tekellerine almak için Kızılderilileri katledenler bu işi; ya ellerindeki İncillerle ya da barış anlaşması yapmak için gönderdikleri hediye battaniyelere bulaştırdıkları çiçek hastalığı mikrobuyla yapmışlardı. Bugün de kendi sınırları dışına demokrasi ithal etmeye çalışmaları Batı dünyasında devletlerin zaman içinde adı değişse de metodun değişmediğini, sadece kullandıkları araçların değiştiği gerçeğini gösteriyor.

Sonuç olarak Kızılderililerin dediği gibi “Soluk benizli adam çatal dille” konuşmaya devam ettiği için “Batı cephesinde değişen bir şey yok.”

 

Davut Bayraklı

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Bir insan , 10/08/2020

    Teşekkürler. Makale ayarında ama güzel tatta bir tarih yazısıydı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir