Sıcaklığı azalmış güneş, öfkesini tatmin edip durulmuş dalgalar ve olabildiğine uzanan kumsal… Kumlara basa basa yürürken anladım ki biz yenildik ve bu dünya için yeni bir şey değil Aydoğan.
Düşündüm de biz ateşlerde yanacağız. Ne benimizi tanıyabildik, ne de kendimizle karşılaşabildik. Eşyanın hakikatine erebilmenin ve Mârifetullah’a ulaşmanın rüyasını bile göremedik. Nerede kaldı hakikati anlayabilmek… Açıkçası, bir çuval inciri berbat ettik. Başkalarına pek zararımız olmadı diyeceğim, ama senin terk ettiğin kızları ve benim yapmam gerekirken yapamadıklarımı hatırlayınca, onu da diyemiyorum. İnsanlar, tercih ettiklerinin hayatlarını şekillendirdiğini sanırlar, hâlbuki durum hiç de düşündükleri gibi değil. Tesadüfler hayatımıza yön verir. Biz, tesadüflerin de değerini bilemedik. Hâlbuki tesadüfte tesadüf yoktur. Sesimizin yankısını ne zaman duyacağız?
İdeallerimiz vardı. Deli doluyduk. Bir şey yapmalı, bir şey etmeli, o taşı sürmeliydik… Dünya bir inkılâp bekliyor ve bu inkılâpta bizim de payımız olması gerekiyordu. Doğruydu, dünya bir inkılâp bekliyordu, ama inkılâbı gerçekleştirecek kişiler olamadık. Zamanla bu durumu da kanıksadık. Zaten kanıksamak, insanın en kötü özelliklerinden biri, yani yenilmenin göstergesi değil mi? Ve hatta bir ceza! Zaman bizi kendine benzetti fakat bunu geç anladık. Zamanımızın kahramanları bizim kahramanımız olmadı hiç. Kendimiz olmak için benimizden ne kadar soyunmalıyız?
Bir ara örgüt kurmayı düşünmüştüm ve sana da açmıştım bu düşüncemi. Sen, ‘‘tarikat kuralım’’ demiştin bana ve ‘‘ilk ben sana bağlanır, müridin olurum’’ diye de eklemiştin. Üniversitede bir kulüp bile kuramadık! İnsanımız kayboluyor, sistemin içinde öğütülüyor ve insanlığa kendi kalbinden uzakta bir sürgün hayatı yaşattırılıyor. Tüm kavgalarımız bunun için değil miydi? Neredesin? Her geçen gün damarlarımızdan çektiği kanla beslenen sistemin neresindesin? Yoksa kendimizi savunurken yaralarımız büyüdü de biz mi fark etmedik? Kendi canının derdine düştün değil mi?
Üniversiteden itibaren kitaplara dalmıştım. Okula gitmez sabahı kitaplarla ederdim. Zira insanların kalpleri tutuşmuş, vicdanları raflara kaldırılmıştı ve okumam, daha çok okumam ve bu donanımla insanların gönüllerine seslenmem gerekiyordu. Bu görevi kutsal bilip canhıraş bir şekilde devam ettim. Sabahlara kadar felsefe, teoloji, sosyoloji, tasavvuf ve psikoloji kitaplarının içine dalar, sabah ezanından sonra ancak uyuyabilirdim. Böyleydi, çünkü dünya bir inkılâp bekliyordu. Gerçi sen bu dönemde yoktun, akraba ruhlarımız uzaktan uzağa selamlaşsa da, ellerimiz tokuşmamıştı henüz. Sonraları senden dinlediğim ve gördüğüm kadarıyla, acılarımız aynıymış o günlerde de… Aynı rüyayı görüyormuşuz. Uyandın mı?
Derken okul uzatmalı da olsa bitti ve askerlik yolu uzaktan göz kırpmaya başladı. Ne kadar istemesem de tıpış tıpış askerlik yolunu tuttum. Benim için milat oldu burası. İlk yenilgim değil belki, ama bir yenilgim de askerliğimdi, bir kere yara almışsan, akan kanın durmaz, yeni yaralar zamanla kendi yerini bulurdu. Hangi güç bizi istemediğimiz bir yerde tutabilir, diye beynimi yedim. Nasıl oluyor da boyun eğiyorum bu duruma, diye çaresizce çırpındım. Üç beş nöbetlerinin kaç saat olduğunu bir de bana sorsunlar. Allah’tan kısa dönemdi askerliğim, ama düşününce hiçbir şey kısa olmadığı ortaya çıkıyor. Gözlerimizden süzülen hüznü verdik, tezkereyi almak için. Bir tezkere, ne kadar hüzne denk gelir?
Ve bir gün ellerimiz de tokalaştı. Seni ilk gördüğüm anı hatırlıyorum; uzun saçların vardı, ağzından düşmeyen sigaran ve o insanın ruhunu deşen gözlerin! Günler günleri, aylar ayları ve yıllar yılları kovaladı ve bugünlere geldik. Gizli ve loş sokaklarda tek başına dolaşır olduk. İnsanlarla görüşmek istemiyoruz. Kaçışına beni de ortak ettin, sürekli peşimde birileri varmış gibi kaçıyorum ve bir de bakıyorum ki, herkes karşıdan geliyor üstüme üstüme… Köstebek hayatlar büyütüyoruz elimizde. Kimselerin gelmez olduğu mabetlerimizde, kalbimize kıvrılıp öylece uyuyoruz. Kalbimiz göğsümüzde, değil mi?
Seninle ne zaman bir yerde oturup çay içsek, sohbetin bir yerinde, ortada hiçbir şey yokken birden dalıp gidiyorsun; kaşların düşüyor, gözkapakların kısılıyor, dudaklarını ısırıyorsun kendinden habersiz ve sonra yüreğine kızgın demir saplamışlar gibi derin nefesler alıp ‘‘ahh!’’ diyerek dönüyorsun oyuna. Öteleri özledi yine, diyorum içimden seni her böyle gördüğümde. Burası garip bir yer dostum, köşeye kıstırılmış gibi yaşamaktan kurtulamayacağız. Ve unutmadan, terk edilmişliğin acısı hiç geçmez mi?
Her gece eve dönmek için tren beklerken, telefonu elime alır, seni arayıp aramamayı düşünürüm. ‘‘Şimdi yine meşguldür bunu telefonu’’ derim ve genelde hiç yanılmam. Sen yalnızlığını, çaresizliğini başka ruhlara dikerek yaşıyorsun, ben ise tren raylarına sererek…
Hayat bir piyano gibi nasıl çalınır? Hangi nota söyler, kırgınlığımızın gömülmüş haykırışını! Üzerinden dozerle geçilmiş çocukluğunun ve benim umutlarımın trajedisini, hangi nota anlatabilir? Bir gün bana, ‘‘Olduğum her şeyi olmaktan vazgeçtim artık Sulhi! ’’ demiştin ve bunu yapmıştın. Kim kazandı?
İşte böyle dostum. Biz akan kanlarımızla hayata tutunduk. Hiçbir zaman yere düşen kanlarımızda “Enel hak” yazmadı, ama o güne hasretle dünya esaretinin dolmasını bekledik. Biter değil mi?
Sulhi Ceylan
1 Yorum