İbadet Özgürlüktür

Künye: İbadet Özgürlüktür (Bir İbadet Metafiziğine Doğru), Ekrem Demirli, Fikriyat Yayınları, 1. Baskı, 2025, İstanbul.

***

Binaenaleyh insan kelime-i şehadet getirmekle Tanrı’nın birliğini ve uluhiyetini gerçekleştirmiş olmuyoruz, melekler ve Tanrı’nın fiiline iştirak etmekle yokluğa karşı varlığı, karanlığa karşı nuru, cehalete karşı birliği tercih etmekle “düşünen canlı” haline geliyoruz. (Sayfa, 27)

Kelime-i tevhid cümlesinde beyan edilen hüküm, İslam’da dini inancın genel çerçevesi haline gelerek peygamberliği Allah’a giden yol haline getirmiştir: Nübüvvet yol, Allah ise maksattır. (Sayfa 38)

İslam’ın kelime anlamını teşkil eden teslimiyet, iradeye teslimiyet haline gelerek Tanrı’ya tevekkül anlamına ulaşır. (Sayfa 41)

O halde meleklere imanı doğada, gökyüzünde, akıllarda bulunan güçler (iyi ve kötü) karşısında iktidarın Tanrı’da toplanması olarak düşünmek gerekir. (Sayfa 47)

Nübüvvet gerçekte Tanrı ile insan arasındaki en özel ilişkinin adı iken aynı zamanda Tanrı’nın bütün insanlarla olan genel irtibatının özel hallerinden birisidir. (Sayfa 49)

Peygamber bilgisinin kaynağı vahiydir. Bu itibarla peygamber Allah karşısında ümmi kabul edilir. (Sayfa 50)

Her şeyden önce cennet veya cehennemden sarf-ı nazar edersek ahiret yurdu insan için en temel konuyu teşkil eden “varlığını yitirme korkusu”nu ortadan kaldırmakla insanın yükünü hafifletir ve insanı özgürleştirir. (Sayfa 59)

Cennetin esas nimeti insan zihnini ve idrakini yücelten en büyük lütuf olarak rüyet yani Allah’ı görmektir. (Sayfa 60)

İbnü’l-Arabî bu soruya; “Bir isimden geldik, başka bir isimle yolculuk yapıyor ve başka bir isme ise gidiyoruz” diyerek Allah ile sürekli ve sonsuz hayatı yaşamanın anlamını işaret etmiştir. (Sayfa 61)

Tanrıya inanmak bizi harekete geçiren etkin ve müessir bir bilgi olarak hayatımızı düzenler. (Sayfa 69)

Naslara göre insanın din ile ilişkisindeki temel sorun “çoklu Tanrı” telakkisine düşmesine yol açan insanî çelişkiler, basit hesaplar, korkular üzerine kurulu çıkarcı ve geçiştirici yaklaşımlarla inşa edilen hayat tarzıdır. (Sayfa 75)

O zaman kelime-i şehâdet Tanrı’nın varlığı sorunuyla değil, nitelikleri ve alemle ilişkileri sorunuyla ilgili bir şahitlik ve ikrar demektir. (Sayfa 76)

Hristiyanlık teslis, Yahudilik Şabat yasakları veya seçilmişlik, İslam ise tevhid inancı üzerine kuruludur. İslam’da dinin ve hayatın her merhalesi tevhidin izlerini taşır; ibadet, ahlâk, hatta toplumsal hayat doğrudan veya dolaylı olmak üzere tevhit ekseninde döner.  (Sayfa 78)

Tevhide inanmak, âlem ve Tanrı arasında doğrudan irtibatı benimsemek demek iken böyle bir irtibat dahilinde aşkınlığın düşünülmesi demektir. Buna metafizikçi düşünürler, tenzih ve teşbih arasında Tanrı bilgisi derler ki kast edilen gerçek anlamıyla tevhiddir. (Sayfa 81)

Müslüman düşüncenin ana akımını teşkil eden hemen bütün geleneklere göre tevhidi konuşmak, hiç kuşkusuz, Tanrı’yı kâdir-i muhtâr yani iradeli ve kudretli olarak konuşmak, O’nun her şeye gücünün ve iradesinin yetebileceğini benimsemek demektir. (Sayfa 83)

Müslüman metafizikçiler insanın kim olduğunu sorusunu cevaplayabilmek için içinde yaşadığı ilişkiler ağını aşarak ‘İnsan nedir?’ sorusunu yeniden sormamız gerektiğini düşündüler. (Sayfa 88)

İnsan davranışlarını onları önceleyen niyet ile tartmak ve anlamlandırmak, insanı düşünen canlı kabul etmenin istilzam ettiği bir sonuçtur. Niyet zihinsel bir eylemdirkendisi de amel olsa bile –ki niyetin amel olarak ele alınması tasavvufun konusudur- bedeni amellerle karşılaştırıldığında imana veya iman ile eylemler arasında irtibatı kuran köprüye karşılık gelir. (Sayfa 94)

Niyetin sıhhatindeki en önemli konu, beklentinin ortadan kalkmasıdır. Beklenti ihlasın zıddıdır; daha doğrusu ihlas yani gerçek niyet, mutlak anlamıyla beklentisizlik demektir. Beklentiden kurtulabilmenin en önemli yolu ise insan fiilini ve fiildeki rolünü değersizleştirebilmesidir. (Sayfa 95)

İyi eylemlerin akabinde insanın yapması gereken iş, amelin etkisinden ve insana kazandırdığı üstünlük fikrinden niyetini korumak olmalıdır. (Sayfa 96)

Aşk amel ve ibadetlerin insana getirebileceği kendini beğenme, önemseme duygusundan arınmasının yolunu gösterir. Aşk maşuk uğruna yapılan her işin değersizliğine inanmayı iktiza eder. Gerçek bir aşık maşuk için ‘değerli’ olabilecek herhangi bir iş yapamayan insandır. (Sayfa 97)

İnsan kendini ve Tanrı’yı iradeli varlık kabul ederek kendini öteki varlıklardan ayrıştırır. (Sayfa 100)

Çünkü ibadetler bireysel ve toplumsal hayatımızı ‘akılcı’ düzleme taşıyarak kaotik evrende bir nizam inşa etmek üzere vaz edilmiş ilahi aklın kurallarıdır. Allah’ın insanı yükümlü kılmasının sebebi de onu akıllı bir varlık kılmak, bireysel ve toplumsal sorunlarını akılla çözmesini sağlamak, ‘Sünnetullah’ı tanıyarak akılla hayatını inşa etmesinin yollarını ona göstermektir. (Sayfa 103)

Bir ibadette aslolan şey, ontolojik olarak bizden daha hakiki ve bu nedenle bilgisi bizden daha üstün bir iradeye teslimiyet, O’nun emrine itaattir. (Sayfa 103-104)

Bilmediğimize ibadet edemediğimiz gibi ibadet edince O’nu daha çok tanırız. Çünkü ibadet Allah ile bir münacattır. Günümüzde ibadet meşelisini ele alacağımız zemin burası olmalıdır: Allah ve varlık hakkında bir marifet ve bilgelik yolu olarak ibadet! (Sayfa 105)

Sufilerin ibadeti bir bilgi edinme yolu ve hakikate ulaşma yöntemi olarak savunması dini düşüncenin gelişim seyrine önemli bir itirazdı. (Sayfa 108)

Sufiler bilimlerle sağlanan zandan kesinliğe intikalin ahlak ve ibadetle gerçekleşeceğini düşünerek dikkati ibadet-zihin-marifet ilişkisine çektiler. İbadetin maksadı, bilgimizin zandan kesinliğe intikalini sağlayarak, zihin-akıl terbiyesinin zemini olmaktır. Din bize sadece düşünmeyi veya hakikati aramayı tavsiye etmiyor, nasıl düşüneceğimizi öğreterek aklımızın hakikate doğru bir şekilde ulaşmasını temin ediyor. İbadet ve ahlak hayatı, akıl inşa faaliyetidir. (Sayfa 109)

“Ağaca yaklaşma” (Bakara, 35) emri insanın doğasını ortaya çıkartmak, öteki varlıklardan farkını ve her şeyden önemlisi ‘halife’ oluşunun anlamını tespit etmek üzere ortaya çıkan bir sınanmaydı.

Hemen bütün ibadetler bireysel ve toplumsal maslahat için vaz edilmiş iseler, o vakit, dindarlık maslahatı daha çok bilmek, heva ve hevese yenilmeden büyük menfaatin peşinden koşabilmek demek olmalıdır. Bu durumda insan dindarlığın neticesinde dünya ve ahirette bir saadet elde edecekse, bunda ciddi bir katkısının olduğunu, hatta bu saadeti ‘hak ettiğini’ düşünecektir. İşte Bâyezid’in eleştirdiği şey tam olarak budur: Dindarlığı insanın kendi eylemi sayması, saadeti ise hak ettiğine inanması! (Sayfa 129-130)

Gerçek bir mümin için delil, varlığı ispat için değil, bilgiyi pekiştirmek, daha çok bilinenin farklı yönlerini görmek üzere talep edilir. Kuşkulara duçar bırakan düşünme övülecek bir şey değil, en çok mazur sayılabilecek bir çabadır. (Sayfa 141)

İbadet etmemiz Allah ve yaratma ilişkisi hakkındaki bilgimizden kaynaklanır. Allah bizi ve bizim için alemi sürekli yaratırken biz de O’nun fiiline ‘şahit’ olarak karşılık veririz: bu durumda ibadet sürekli olan yaratılışı idrak ve onu karşılamaktır. İnsan daha önce olmuş bir şeyin şükrünü yapmıyor; bütün evren bizim için şimdi yeniden yaratılmış olunca, gördüğümüze-bildiğimize şükretmek lazımdır. Buna ibadet denilir. Binaenaleyh ibadet yaratmanın sürekliliğine şahitliktir. (Sayfa 143)

Müslümanlar dikkatlerini her an yaratan ve var eden Allah’a verirken bilhassa sufiler yaratılışı günlük hayata daha çok taşımışlardır. Onlar için Allah’ın yaratmasından söz etmek, kendi hayatlarındaki bir fiili yaratmaktır. Allah benim rızkımı yaratır; ben o rızkı almaya giderken rızkımı yaratanın Allah olduğuna şahitlik ederim. Rızkım o esnada yaratıldı ve “taze rızık” yemenin şükrüyle ibadet ederim, “şahidim buna” derim. (Sayfa 143-144)

Bir yandan Tanrı’da güç ve kuvvetin toplanması tevhidin talebi olacakken öte yandan ibadetlerde insanın özne şeklinde yer alması zihnimizi açmaza düşürür. Çünkü biz ibadet yaparken özneyiz, öznenin ise güç ve kuvveti olmalıdır. Bu durumda ibadetleri yapmak, insanı özne olduğu bir faaliyet alanına taşıyacaktır. Halbuki ibadetlerdeki “yapmak” veya “terk” emri bir yanılsamadır. İbadetler insanın hali hazırda yaptığını düşündüğü işlerden ve öznelikten soyutlanarak varlıkta geri çekilmesini ve edilgenliği idrak etmesini ona talim eder. O zaman ibadetleri bir eylem şeklinde değil edilgenlik, hareket olarak değil durağanlık gibi düşününce İmam Cafer’in sözüne yaklaşabiliriz. “Amel bir şey ‘yapmamaktır.” (Sayfa 158-159)

Biz Müslümanlar görünmeyen Allah’a ibadet ederiz. İbadet ettikçe de O’nu görünürlükten tenzih ederek kendimiz de cismanilikten uzaklaşır ve ruhanileşiriz. Namaz görünmez olanı idrak etmek üzere semavi bir yolculuk, yani miraçtır. (Sayfa 172)

Namaz Kâbe’ye yönelerek kılınır. Her yerde hazır olan Allah’a ibadet etmek için belli bir mekâna yönelmek bir paradokstur. Her nereye dönerseniz, Allah’ın veçhi orada (Bakara, 1185) ise O’na ibadet için niçin bir mekâna yöneliriz ki? Bir mekâna dönmek insan olmanın bir zorunluluğudur. Biz mekânlı bir varlığız ve mekânı taksim ederek değerleri tanımlarız. (Sayfa 173-174)

Zekâtın gayesi her iki kesim için de aynı olacaktır: Mal ile insan arasında mesafe koyarak insanın varlığını ve kıymetini dayandırdığı malla bağını zayıflatmak! Zengin için bu durum elde edilmiş gözüken bir şeyden kopmayı iktiza ederken yoksul için ise onun hayalinden ve tutkusundan uzaklaşmayı ifade eder. Bu mesafe oluştuğu ölçüde ise temizlenme gerçekleşir. (Sayfa 187-188)

Oruç, beden ihtiyaçlarını geçici bir süreliğine terk etmek iken zekât, sahip olmak tutkusunu aşarak insanın mal ve meta bağımlılığından özgürleşmesini gaye edinir. (Sayfa 189)

İnsanın mallarla arasında kurduğu ilişki kendi varlığı hakkında duyduğu sevgi, o sevgi ölçüsünde varlığını korumak üzere vasıta olarak gördüğü şeylere ilgi duymasıdır. (Sayfa 191)

Zekât bir temyiz ve aydınlanma ibadetidir. İnsan zekât verdiğinde, bu mallar ile arasına bir mesafe koyar, kendi varlığını ve kendi tanımını o malların dahil olmadığı bir zeminde tasavvur etmiş olur, mallar ile kendisi arasında mutlak bağ kurmaz. Zekât alan insan ise malın yoksunluğunun yol açtığı geçim endişesi ve korkuyu Tanrı’nın lütfuyla nail olduğu malla giderir, rızkın beklenmedik bir yerden kendisine ulaşmış olmasıyla belirli bir rahatlığa ulaşır. Bu sayede yoksul insan zekât almakla malın yoksunluk halindeki etkisinden temizlenmiş olur. (Sayfa 192)

Pasif kibrin en tehlikeli ve yıkıcı hâllerinden biri ise karmaşık bir duygusallıkla beslenen kırılganlık ve incinme hâllerine yol açan beklentili kibirdir. Kibir, dışarı çıkma ve kendini gösterme imkânı bulamadığı ölçüde içe döner, pasif bir hâlde saklanır, kırılma ve incinme hâlleri ortaya çıkartır. İncinme duygusu insanın varlıkla ve hayatla ilişkisini daraltır, öteki insanlardan sınırsız ve nihayetsiz beklentinin sonucu olarak birçok ıstırabın sebebine dönüşür. (Sayfa209)

“’Allah nasip ederse” veya sadece “Nasip” veya “Ya nasip” dediğimizde, arzu ettiğimiz bir işin gerçekleşmesinin bizim kudretimiz dahilinde olmadığını kabul ederek yaşadığımızı ikrar etmek demektir. Bizim arzu ettiğimiz veya yapmak istediğimiz veya kaçınmak istediğimiz şey, bizim dışımızdaki bir iradeye bağlıdır. Belirleyici irade ise hiç kuşkusuz ilahi iradedir. Bu nedenle “Ya nasip” dediğimizde, Allah’ın iradesine atıf yaparak O’nun ihsanını beklemeye başlarız. (Sayfa 216)

Biz bir şey yaparak değil, yapmayarak ve yapageldiğimiz işleri bırakarak oruç tutarız. Hiç kuşkusuz orucun temel unsurunu teşkil eden “yapmamak”, yani imsak üzerinden orucun insana getirdiği bilgiyi fark etmek gerekir. Oruçlu iken yapılanlara bakmadan orucun kendisine odaklanınca bir eylemsizlik olarak orucun iki rüknü olduğunu fark ederiz. Birincisi imsak yani insanın kendini tutmasıdır. Öteki ise niyet, yani bu tutmanın belirli bir maksat ile yapılıyor olmasıdır. Niyet orucu ibadet kılan yöndür, fakat niyetin sadece oruca mahsus olduğunu düşünemeyiz. Niyet herhangi bir eylemi ibadete dönüştürerek onu imana bağlayan köprüdür. (Sayfa 219)

İnsan sınırlı bir zaman diliminde buğdayın temsil edebileceği yemek ve içmek ile cinsellikten uzaklaşmakla kim olduğunu yeniden düşünmeye çalışır, yeryüzündeki varlığını bir kez de yemeksiz ve cinselliksiz düşünür. Bu nedenle oruç tutar, bu nedenle imsak eylemiyle kendimizi yemek ve cinselliğin dayatmasından azade ederiz. (Sayfa 222)

Açlık tefekkürle imar edilmek üzere vakti dün ve yarın vehminden boşaltmak, şimdiki ana yerleşmek üzere takip edilen yöntemin ismidir. Başka bir anlatımla açlığın amacı bedenin etkisinden zihni özgürleştirmekle tefekkür, tefekkürün gayesi ise insanın hayatın anlamını ve kendini tanıyabileceği bir idrake ulaşmasıdır. (Sayfa 232)

İman ile ilişki niyet köprüsüyle kurulur dedik. Daha doğru bir anlatımla iman, niyet şeklinde “görünür” hale gelerek eylemlerimize sızar. (Sayfa 235)

Niyet gerçekte ameldeki imandır. (Sayfa 236)

İnsanların sürekli yemelerinin nedeni gayesizlikten duydukları korku ve kaygılardır. (Sayfa 241)

Bunun ötesinde ibadetleri bir kar-zarar ekseninde düşünmek, bu şekilde onlarla ilişki kurmak dinin amacından insanı uzaklaştırır. Yunus Emre’nin “Cennet (uçmak) dahi tuzak imiş mümin canların tutmaya” derken kast ettiği budur. (Sayfa 243)

İbadet kendi aklını beraberinde taşır, ibadet eden insan bu akılla donanır, bu sayede baştaki niyet ve iradesinden soyunarak yeni bir akıl kuşanır, o zaman ibadet kişiyi âbid haline getirmiş olur. (Sayfa 243)

Tasavvuf iradenin dıştaki engellerini içerdeki engellerin ve dürtülerin yansıması sayarak insan dikkatini içteki dürtülere yönlendirir, bu dürtülerin insan aklı üzerindeki etkilerini azaltmaya çalışır. Nefs terbiyesi gerçekte bu dürtülerin akıl üzerindeki tesirinin azaltılmasıyla aklın özgürleşmesi ve iradenin takviye edilmesinden başka bir şey değildir. (Sayfa 247)

Buna mukabil iradeyi esas terbiye eden şey, ibadetlerin terk ve eylemsizlik anlamlarının ardında saklı olan ikinci gayedir. Bu da daha büyük ve daha gerçek bir sevgiyle iradenin kendi hakikatini bulmasıdır. (Sayfa 249)

İradeli bir açlık olarak oruç, insanın temel güdüleriyle arasına perde çekerek yaratılmış olanlarla ilişkisindeki zarureti imkana döndürür; gerçekte insanı ayakta tutan şey besin, onu hareket ettiren ise arzusu değil, bizzat Tanrı’nın iradesidir. (Sayfa 257)

Bu itibarla dindarlık eylemleri herhangi bir şekilde tekrarlama değil, her an yenilenen niyetle ortaya çıkan yeni ve bağımsız eylemler olarak kabul edilir. (Sayfa 271)

Hiç kuşkusuz Müslümanlık baştan sona Allah’a iman üzerine kuruludur. Dinde ortaya çıkan bütün kurallar tek ilkenin tezahürlerinden ibarettir. Din Allah’ı bilmek, O’ndan geldiğimize inanmak, O’nunla aramızdaki irtibata inanmak (vahiy ve risalet), O’na kavuşacağımıza inanmak (ahiret) gibi sürekli Allah ile irtibatlı fiillerimizin genel ismidir. (Sayfa 278)

Kâbe’ye “Allah’ın evi” demek birinci amacı gerçekleştirirken Allah’ı mekânsızlık halinde düşünmek ikinci amacı gerçekleştirmeye yönelmek demektir. Bu durumda Kâbe Kâbe mekânsızlığa doğru terakki eden düşüncenin kıblesi haline gelerek dini hayatın odağını teşkil eder. (Sayfa 282)

Toplumsal ve zamansal olanın üzerimizdeki baskısını azaltmak, ikinci doğanın ve kimliğin etkisinden arınarak ne isek ona doğru gidebilmek için yolculuk, başlı başına bir yöntem olarak düşünülür. Çünkü ikinci doğayı oluşturan şey, yerleşiklik, mülkiyet bilinci, insanlar arası ilişkiler, bu ilişkilerin insan üzerinde kurduğu baskılar, bağlar, kölelik-sahiplik hissidir. Bütün bunları insana kabul ettiren ise insan içindeki korkular, özellikle de varlığını koruma güdüsüdür. Yolculuk bu temel korkularla yüzleşmek, var olmayı korkunun bulduğu çözümlerde değil, hakikatle ilişkide görmek üzere başvurulan bir hicret ve göç hareketidir. (Sayfa 292)

Haccı anlamak için dikkatimizi teksif etmemiz gereken en önemli nokta ihramın örtülmesi değil, ihram öncesinde giyinilmiş elbiselerin çıkartılması hadisesidir. Bu yorumla ihrama giyinmek ve kuşanmak şeklinde bir fiil olarak değil, soyunma ve bırakma ameliyesi olarak bakmak gerekir. (Sayfa 298)

İhram ile çıkartılan şey, bu anlamıyla elbise, yani toplumsal kimliği, bireysel farklılığı ve hepsinden önemlisi statüleri temsil eden elbiselerdir. İnsan bunları çıkartmakla ihram giymiş olur, bu elbiseleri çıkartabildiği ölçüde ihram ile örtünme imkânı elde eder. (Sayfa 299)

Şeytana insan kendi gücüyle ve kudretiyle karşı koymaz, teslimiyetiyle ve ilticasıyla ondan sığınır. Demek ki taş atmak aynı anda bir sığınma ve kaçma halini anlatır.  (Sayfa 308)

Edebifikir

 

 

 

 

 

 

 

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir