Kendi Dilinden Taha Abdurrahman

Salat ve selam özü sözü bir, emin olan efendimize, yüce âli ve ashabına olsun. Değerli âlimler ve mütefekkirler, kıymetli araştırmacı hocalar, saygıdeğer hazirun, Allah Teâlâ’nın rahmeti ve bereketi hepimizin üzerine olsun.

Nefsimi tezkiye ermiş olurum korkusuyla, hayatım hakkında konuşmaktan oldum olası çekinmişimdir. Dolayısıyla belki de bu mübarek oturumda, filozofun sorumluluklarını anlatmak sadedinde kendi felsefi yolculuğum hakkında konuşursam aynı sıkıntıya düşmeyeceğim. Allah’ın yardımına sığınarak diyorum ki: Bu yolculuğumun her aşamasında, ümmetin hayatında cereyan eden dönüm noktası niteliğindeki hadiseler, algılarımı ve duygularımı ele geçiriyordu. Ben de bu hadiselerin ortaya çıkardığı varoluşsal ve hayatiyet taşıyan sorularına cevap aramaya derhal girişiyordum. Başta böyleydim, daha halen de böyleyim. Elimden geldiğince, dönüm noktası hadisenin tekil parçalarından bir dizi külli anlam çıkarmaya, bu anlamlardan da birtakım sorunlar ve deliller, bazen mezkûr hadisenin ortaya çıkardığı problemleri aydınlatıp çözecek entelektüel kudreti oluşturabilecek teoriler üretmeye çalışıyordum. Halen de bu çabamı devam ettirmekteyim. Hatta bu hadise beni (medeniyetimizin hudutlarında açılan) bir gediğe sevk eder, ben kendimi de o gediğin nöbetçisi kabul ederim.

Günler geçtikçe, bir gedikte durmak mefkûresi taşımadan gerçek düşüncenin olmayacağına, bir sınırda durma gayesi taşıyamamanın da düşünce sahibi olmayacağına dair kanaatim daha da pekişti. Zira gedik mefkûresi ile düşünce, beden ve ruh misali ayrılmaz bir bütünü teşkil eder. Şöyle ki, düşünce, gediğin temeli; gedik de düşüncenin elbisesidir. Yahut şöyle de diyebiliriz: Düşünce gediği haber verir, gedik de düşünceyi ortaya çıkarır. Birazdan görüleceği üzere, gedik meselesini bir filozofun iddialarının doğruluğunu belirleyen usûlî bir kavram hâline getirmenin vakti gelmiştir. Hatta bir fikrin değerini belirleyen yargısal bir mihenk taşı olarak ittihaz etmek lazımdır. Nasıl ki gazeteci anının, tarihçi çağının, politikacı o anki şartların ve sûfî de vaktin çocuğuysa, filozof da saatinin çocuğudur. Burada her birinin kendine özgü zamanı ve metodolojik tercihleri bulunmaktadır. Benden isteneni, yani felsefî yolculuğumun bütününe genel bakışı yerine getiremeyeceğimden korkmasaydım, ümmetin şu anda yaşamış olduğu saati karakterize eden ve benim mutlak kötülük olarak adlandırdığım büyük olay yerinde (Gazze) felsefe yapmakla yetinirdim. Ancak burada, benim yolculuğumu belirleyen gediklerden yalnızca birkaçına değinmek durumundayım.

1967 yenilgisi (Altı Gün Savaşı – Arap-İsrail savaşları) varoluşumda büyük bir sarsıntıya neden oldu. Bu olayın etkisini hiç üzerimden atamadım. İşte o gün mutlak kötülük gediğimde ribâta durdum. O zamanlar, hangi aklın tüm Arapları yendiği sorusu ile meşgul oldum. Bu meşguliyet neticesinde sömürüden azade olmuş özgür bir Arap aklı inşâ etmek için çaba göstermeyi kendime görev belledim. Oldukça uzun süren bu akıl inşâsı iki surete bürünmüştür: Birincisi mantıksal surettir. Bu da aklî yaratıcılığın, ancak en gelişmiş mantık aracına sahip olmakla gerçekleşeceğinin bir ifadesidir. Çünkü özellikle bilgiyi üreten aklî ameliyeler, örneğin tanımlama, gerekçelendirme, nedensellik bağı kurma, teorileştirme ve diğerleri, ancak bu araçlarla incelenebilir ve doğrulanabilir. İncelenip doğrulandıktan sonra bu tür aklî ameliyeleri kullananlar için yaratıcı bilgiler ortaya koymanın yolu açılır. İkincisi ise felsefî surettir. Bu aklî özgürlüğün, ancak en gelişmiş entelektüel kudrete sahip olmakla sağlanabileceğinin bir ifadesidir. Çünkü iletişim, etkileşim, sohbet, diyalog, aktarım, anlama, sunum, eleştirme, tefsir ve tevil gibi genel olarak kültürü üreten aklî ameliyeler, ancak bu kudret sayesinde istikamet bulur. Bu ikinci tür aklî ameliyelerde bulunanlar için kültürel bağımsızlığın kapısı açılır. Ben bu yaratıcı ve özgür bir Arap düşüncesi inşâ etme çabasına Tedâvülî Felsefe adını verdim.

Peşine düştüğüm (medeniyetimizin hudutlarında açılan) ikinci gedik ise gelenek gediğiydi. O zamanlar, Arap ve İslam geleneği, bilgi sistemine ve temsilcilerine yönelik saldırılara maruz kalıyordu. Bütün bunların sebebi de ithal metodolojilere âşık olmaktı. Bu aldatıcı metodolojileri bilmem nedeniyle, olağanüstü yaratıcılığıyla göze çarpan geleneğimizin kendine has metodolojik bütünlüğünün temellerini keşfederek hakkını vermeliydim. Sonra bu gediği, modernite gediği takip etti. O zaman, sanki insanlık, aydınlanma ve devrime mensup insanları dışında bilimi, ilerlemeyi ya da adaleti hiç tanımamışçasına modernite ve onun mutlak zaferini yüceltmeye davet ediyordu. Tüm bunlar ümmetin evlatlarının ruhundaki izzetini yerle yeksan ediyor, onları ümitsizliğe düşürüyordu. Modernitenin nedenlerini tam kalbinden derinlemesine öğrenmiş birisi olarak, bu abartının yanlışlıklarını ortaya çıkarmak ve modernitenin hakikatini ve sınırlarını vurgulamak benim görevimdi. Bu şiarla modernitenin biçimleri ile ruhu arasında ayrım yaptım. Modernitenin biçimleri, moderniteye intisap ettiğini söyleyen toplumlara göre farklılık göstermektedir. Modernitenin ruhu ise Batı medeniyeti ve İslam medeniyeti de dâhil olmak üzere diğer medeniyetlere ortaktır. Burada biz Arapların ve Müslümanların, bu kayıp ruhu nasıl geri kazanabileceğimizi ve gerekli ilerlemeyi nasıl yeniden sürdürebileceğimizi de açıkladım.

Dördüncü gedik ise ahlak gediğidir. Menfur yenilgiden beri bu gedikte ribat tuttuğumu sizlerden gizlemeyeceğim. Ben bu yenilginin temelinde iki neden görüyordum: aklın tıkanması ve ahlakın çöküşü. Bu meyanda akıl gediğinde açıkça nöbet tutmakla işe başladım ancak ahlak gediğinde de nöbet tuttuğumu gizledim. Gizlediğim bu ahlak ribatını, bahsi geçen üç gedikteki ribat görevimi ifa edince yüksek sesle dillendirmeye başladım. Bu ribatımı iki merhaleye ayırdım. Bunlardan ilki: Modernitede ahlaka sirayet eden afetlerin ve bu afetlerin nedenini araştırma merhalesiydi. Bunların nedeni de tam olarak ahlakın hayatın tüm alanlarından koparılarak bir kenara atılmasıdır. Nitekim ahlak, sanat ve kültürden koparılmış, düşünce ve bilimden ayrılmış, siyaset ve hukuktan tecrit edilmiştir. Hatta asıl beşiği ve temeli olan iman ve din ile ilişkisi kesilmiştir. Bütün bunlar birbiriyle çelişen iki ilke adına yapıldı: özgürlük ve nesnelliğin korunması. Sonuç itibariyle modern insan, ahlakta izole edilmiş, hatta tamamen koparılmış bir varlık haline geldi. O nedenle eşcinselliğin modernite çağında meşru bir hak görülerek yasalaştırılması yadırganmıyor.

Ahlak gediğinin ikinci aşaması ise ahlakın iman temelleri üzerinde yeniden inşâ aşamasıdır. Bu temeller insan ruhunda meydana gelen kırılmaları iyileştirebilmelidir ki, hayatın her alanından tecrit edilmesi nedeniyle uzun süren bir kırılma döneminden sonra insanı tedavi edebilsin. O nedenle bu ahlaki yapıyı, inancın üstünlüğü ilkesi ve formülü olarak adlandırabilecek temel bir ilkeye dayandırdım. Toplum yönetimindeki inanç unsuru, tehlikelerine karşı savunabilmek için bilimsel ve teknik ilerleme unsuru kadar, ya da ondan daha güçlü olmalıdır. Bilindiği üzere modern düşünce, ahlaki etkileşimin toplum üyelerinin birbirleriyle etkileşimleriyle sınırlı olduğunu ve toplumun başlangıçta sözleşmeler ilkesi üzerine kurulduğunu kabul etmektedir. O halde sözleşme ilkesinin iman karşılığı da sözleşme ilkesi kadar güçlü olmalıdır ve biz bu karşılığı vahyedilmiş kitaplardan elde ediyoruz. Bu karşılığın adı ise misaktır. Misak, sözleşmeden daha da kuvvetlidir. Çünkü moderniteye göre sözleşme, misakın seküler bir kopyasından ibarettir. Kopya da her daim orijinalinden daha aşağıdır. Bundan dolayı beşer aklının ilkeleri yerine, ilahi misak ilkeleri temelinde bir ahlak sistemi kurmakla meşgul oldum. Bu ilkelerden birisi de insanın âlemle olan ilişkisi modern düşüncede olduğu gibi egemenlik değil emanet ilişkisidir. Emanet ise hakların görevlere tâbi olmasını gerektirir. Zira görev haktan önce gelir. Buna ilaveten cüzi sorumluluğun külli olana tâbi olmasını da gerektirmektedir. Zira kül, cüze mukaddemdir. Aynı şekilde olgunun değere tâbi olmasını gerektirmektedir. Zira değer de olguya mukaddemdir. Allah’ın yardımıyla, (ahlaktaki) seküler kopukluğu iman temelli bir rabıtayla değiştiren bir ahlak felsefesi inşâ etmeye muvaffak oldum. Misakın gücü kesin olduğundan, sözleşmenin sonuçlarını doğurması ve yönetebilmesi için imanî rabıtanın seküler kopukluktan daha yüksek bir konumda yer alması gerekir. Buna da İ’timan Felsefesi adını verdim.

Şu anda nöbet tuttuğum beşinci ve son gedik ise mutlak kötülük gediğidir. Mutlak kötülük meselesi son derece büyük ahlakî bir meseledir. Bundan dolayı üzerinde düşündüğüm ilk kavram murabata kavramının kendisiydi, çünkü ribata bunun kadar ihtiyaç duyan başka bir gedik yoktur. Sonra aşağıdaki soruları yönelterek mutlak kötülük meselesini tefekküre geçtim: mutlak kötülük nasıl ortaya çıkar? Cevherin tabiatı nasıl? Gizli sebepleri nelerdir? Uzak etkileri nelerdir? Kötülüğünden iyice korunmak nasıl mümkündür? Bu kötülük önceden de vardı ama görünür değildi ya da tamamen ortaya çıkmamıştı. Ancak şimdi kutsal topraklarımızdaki (Gazze’deki) direniş, daha önce yapamadığını yapabildi. Kendisini yenmiş olanı mağlup etti ve düşman kibrini ezdi. Bu kötülük, iki ana özelliği olan zararlı eylemler şeklinde kendini göstermiştir: Birincisi, bu kötülüğün akla meydan okumasıdır çünkü akıl buna inanmak şöyle dursun, tasavvur bile edemez. Tıpkı iradeye meydan okuması gibi, çünkü irade bunu seçmek şöyle dursun, buna niyet bile edemez. İkinci özelliği ise tükenmez ve sonsuz bir zulüm içermesidir. Bu zararlı eylemleri hangi şekle çevirirsek çevirelim, içlerinde zerre kadar iyilik bulamayız. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın mutlak zulüm görürüz. Bu akıl almaz ve sınırsız zulüm, çok kötü iki amaca ulaşmak içindir. Birincisi: misakı yok saymak. Misak, insan ve kardeşi diğer insanlar, aynı zamanda da insan ve yaratıcısı arasında olur. Fıtrat, insanın içindeki değerlerinin mahzenidir. Misakın ihlali ve fıtratın bozulmasıyla insanlık da kalmayacaktır. Dolayısıyla mutlak kötülük ahlakın bir krize sokulması hatta zıttına dönüştürülmesi değil, ahlakın tamamen silinmesidir. Öyle ki insan iyiyi kötüden ve hakkı bâtıldan ayırt etme yeteneğini kaybeder. O nedenle bu kötülükle mücadele etmek, nicelik ve nitelik açısından her şeyden daha fazla sorumluluk gerektiğinden, daha önce hiçbir şeyin zorunluluk arz etmediği kadar zorunlu, farz-ı ayn misali bir vecibedir. Bu ağır sorumluluk tek başına akılla belirlenemez. Daha ziyade aklın vahiyle desteklenmesi ve vahyin doğruluğundan yardım alarak bir burhana dayanması gerekir. Çünkü bir canı haksız yere öldürmek tüm insanları öldürmekle aynı şeydir. Tek bir değeri haksız yere yok etmek tüm değerleri yok etmekle aynıdır. Nitekim insan ve değer arasındaki bu ruhani benzerlik mücerret akılla ulaşılmaz. Nasıl ulaşsın ki? Bütün çokluk ifade ederken tekin çoklukla ilgisi bulunmaz. Bu itibarla salt akılla, bu iki şeyin aynı olduğunu iddia etmek muhaldir. Aksine bize bu garip benzerlikten bahseden, bunun nedenlerini gösteren ve bizi bu nedenleri aramaya teşvik eden vahiydir. Şu hâlde iki büyük sorumluluk vardır: Tüm insanlığın sorumluluğu ve tüm değerlerin sorumluluğu. Âlemin bekâsını sağlayabilecek tek bir şey vardır, o da insanın bu iki büyük sorumluluğu, yani tüm insanlığın sorumluğunu ve tüm değerlerin sorumluluğunu güçlü bir şekilde üstlenmesidir. Mutlak kötüler, değerlerden tecrit edilmiş bilimsel ve teknik yeteneklerini sürekli olarak gözledikleri için kötülüklerini her an serbest bırakıp rastgele bir mekânda, zayıf bırakılmış bir milleti kontrolsüz ve denetimsiz bir şekilde öldürmeyeceklerinden emin olamayız. Hatta bütün dünyayı, yalnızca mutlak kötülüğünün boyutlarını denemek için yok edebilirler. Bütün bunlardan sonra daha tehlikeli bir gedikten bahsetmek mümkün olabilir mi? Tehlikeleri bertaraf eden ve düşünce avcılığında mahir olduğunu iddia eden bir filozof, bu gedikte ribata geçmemişse, insanlığın daha önce hiç görmediği bu büyük kötülükle mücadele için fikir inşâ etme, teori üretme ve insanların aydınlatma gibi herhangi bir çabası yoksa iddiaları beş para etmez. Zira saatin adamı olmayı becerip hakiki filozof makamına ulaşmak için gerekenleri zayi etmiştir.

 

Kaynak: Bu metni, İslam Düşünce Enstitüsü’nün (İDE) YouTube hesabındaki Kendi Dilinden Taha Abdurrahman” videosundan çözümlenmiştir.

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir