Yazarlarımıza yirmi beş yaşlarını sorduk. Yirmi beş yaş düşlerini…
***
Mehmet Raşit Küçükkürtül
Mostar dergisini çıkarıyordum. Bir kitap yazdım, sanırım zehiri bu dönemde kaptım: eve kapanıp kitap yazmanın tadını aldım. Dolayısıyla bütün ömrümü kitap yazarak geçirebilir miyim diye bir ümidim ve duam oldu. Yıllarca “evsiz” yaşadığımı “barınak”lardan kurtulup bir eve sahip olma ihtiyacını duydum ve duasını etmeye başladım. Dört beş ayını asker kaçağı olarak geçirdim. Sulhi Ceylan’ın hayatımda daha çok yer almasını, Davut Bayraklı’nın ise bir an evvel hayatımdan çıkmasını istiyordum. Bu arada, Abdullah Karaca’dan çok iyi komşu olur, ev arkadaşlığı da iyidir mutlaka fakat benimki kötü, bana zor tahammül eder. Benim ev arkadaşlığıma Bahadır Dadak’tan başka tahammül edebilecek kimse yok, Bahadır seni seviyorum kardeşim.
Ben yirmi beş yaşındayken dünya daha iyi yahut daha kötü bir yer değildi. Bildiğin dünya idi. Âdem aleyhisselam’dan beri böyle. Evet, bizler için sanırım düş yoktur, dua vardır.
Aydoğan K
İyi değildim. Sanat, sinema, edebiyat bağlamında yerleşik düzene geçtiğim yaş… Yalnızlık… Kendimi ibadetlere vermişim; öyle ki akşam ezanı okunsa da, sağlama almak için tam karanlığın çökmesini bekliyorum iftarı açmak için. İlk kez tüplü renkli TV alıyorum eve. Bir de koltuk grubu. Sulhi Ceylan henüz hayatımda değil. Mutluyum.
Davut Bayraklı
25 yaşında askerliği henüz yeni bitirmiş ve tarikatçılık suçundan ceza alalı 4 yıl olmuştu. 5 yıl ertelenen cezamın dolmasını beklerken akıllı, uslu, Cumhuriyet’in kazanımlarını savunan birisiymiş gibi taklit yapmaya çalışıyordum. Devamlı Necip Fazıl ve Cemil Meriç okumaları yapıyordum. Dünyanın yarın daha güzel olacağını düşünüyor, Pazar günleri kiliseye gidip sonradan Hıristiyan olan Müslümanlar’la sohbet edip, papazlarla tartışıyordum. Bahailer ve Yehova Şahitlerini de bulmuş ve onlarla sohbete başlamıştım. Bir taraftan da merhum Muhsin Başkan’ın peşinde bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Hayatımda Aydoğan K yoktu ve bu hiç iyi bir şey değildi. Daha Sulhi Ceylan gerçeğiyle karşılaşmamıştım. Mehmet Raşit ve Mehmet Erikli ufukta görünmüyordu. Kitap, çay ve Necip Fazıl üçgenim bozulmamıştı.
Her şey güzeldi, biz büyümemiş ve dünya da bozulmamıştı, bu kadar.
Bekâr ve mutsuzdum, ayrıca.
Mustafa Çolak
Evlenmeden bir sene önceydi ve müstakbel eşimle henüz tanışmamıştım. Askere gitme hazırlıkları yapıyordum. Ara ara Sulhi abinin hediye ettiği kitapları, kendisine para karşılığı ikinci el kitap diye satıp yolumu buluyordum. Facebook’ta tinsel devinim terminali isimli grubum vardı. Bin küsur takipçim vardı. Aklıma geleni oraya yazıyor ve yorumlar-beğenmeler geldikçe heyecanlanıyordum. Farklı bir hastanede çalışıyordum ve yeterince steril değildi. Aydoğan K ile daha düzgün bir ilişkimiz vardı. Raşit’in düzgün Türkçesine gıcık oluyordum. Bir insan bu kadar düzgün konuşmamalı diye hayıflanıyordum. Sulhi Ceylan ne derse oydu ve bundan daha güzel bir şey olamazdı. Bilal Can ile ara ara görüşürdük. Ömer Ertük’le ise bazı bazı aynı çatı altında uyur, kendi kendimize sohbetlerimizi ses kaydı yapıp dinlerdik. Sık sık bunalıma girer ve girdiğim tünelden çıkmayı hiç istemezdim. Ölüm benim göbek adımdı. Şimdi ise yaşam…
Bilal Can
Öğrenciydim. Dördüncü ev değişikliğini yaparak her sene ev değiştirmenin, onca kitap taşımanın yılgınlığını yaşıyordum. Taşıdığım kitapların hepsini bitirmek için bu yüzden azmedip çabaladım fakat her ev değişikliğinden sonra kitaplar artmaya devam etti. Birçok yere yazı yetiştirmenin güçlüğünü yaşıyordum. Fakat zamanla alıştım. İnandım ki hayatta yazılmayı bekleyen daha nice meseleler var. Göçebe halim belki de bunu tetikliyordu. Ev sahipleriyle olan problemlerim, kira, elektrik, su, sigara, yemek derken öğrenciliğin aslında bir tür bohemlik olduğunun farkına vardım. Bu yüzden az şey istemeye başlayarak elimdeki çok şeylerin tadını çıkartmaya çalıştım. Hayat böyleydi. Bambaşka hayallerim vardı, fakat insanın her zaman hayallerine ulaşmasına imkân yoktu hatta hiçbir zaman hayallerine ulaşmayabilirdi.
Abdülkerim Kolat
Besbekârdım. Hayata zifiri karanlık bir kuyunun dibinden bakıyordum. Yürümemi engelleyen siyah boyalı botlarım vardı. Başımdaki kepi çıkarmama ara sıra izin verseler de kel başımdan utandığım için onu ancak gece çıkarıyordum. Çakı gibi askerdim. Teskeremi düşlüyordum. Bir de sonraki denetlemeyi.
Raşit Ulaş
Üniversitede, yaşıtlarımın hepsi okullarını bitirmiş iş güç sahibi olmuşken ben Anadolu’nun küçük bir şehrinde 1970 sonrası şiiri reddederek, inatla saçma sapan eğitim sisteminin içinde direnen bir birey olarak yaşama ve yaşatma mücadelesi veriyordum. Birçok şairle küsmüştüm, birçok fikir adamına küsmüştüm. Onların haberi yoktu fakat ben yine de küstüm. Son sene yurttan atılmıştım. Kendi evime çıkmıştım. Tabiî ki memur çocuğu olmanın getirdiği alışkanlıkla her sene; yurtta olsam değiştiriyor, yurtta olmadığımda da ev değiştiriyordum. Ev değiştirmek bir şey değil, manevi ağırlığı da içine sirayet etmiş olan kitapları taşımak, insanı zevkle beraber acı veren karmaşık bir zihin haline sürüklüyordu.
2 sene evvel;
Dünyayı kurtaracağıma inanıyordum. Hâlâ inanıyorum. İnsanların şiir okudukça güzelleşeceğine inanıyordum. Hâlâ inanıyorum. Avm’lerde “Ramazan eğlencelerinde” “semazen gösterileri” görünce sövüyordum. Hâlâ sövüyorum. Sahnelerde, kitaplarda, şiirlerde, aşktan bahsedenlerin inadına aşkı onlara bırakmamaya kararlıydım. Hâlâ kararlıyım. Fakat iki senede ne çok şey değişti. Çok yorgundum. Artık daha çok yorgunum.
M. Emin Oyar
Daha yirmi beşe iki senem var. Bu yüzden yorum yapamayacağım için ben de bu soruyu yirmi beşini geçmiş sevdiğim bir ağabeyime sordum. O da, “İnsan o yaşta akla gelmeyecek hayaller kuruyor. Ee, ne de olsa yolun henüz üçte biri!” dedi. Anlaşılan doğumunda yetmiş beş yıllık kullanım garantisi vermişler. Artık onu eskisi kadar sevmiyorum.
İbrahim Halil Aslan
İyi değildim ama her şeyde olduğu gibi bunu da umursamıyordum. Hayatımın büyük çoğunluğu 30 metre kare karanlık bir odada geçiyordu. Dünyanın iyi bir yer olacağına inancım kalmamıştı. Hatta bu amaçla koşuşturmak gereksizdi. Artık iyi ya da kötü yapılacak her şey yapılmıştı. Geriye sadece tekrar etmek kalmıştı. Bense; oyun, film ve dizilerle kendime daha eğlenceli bir dünya kurmuştum
Bu dünyada yapılmaya en değer şeyin evlenip göbek bırakmak ve çocuğunu göbeğinde zıplatmak olduğunu düşünüyordum. Artık zaman hızlıca geçse de ben de evlensem; evime, Mustafa Çolak gibi bebek bezleriyle, Aydoğan K gibi Bim poşetleriyle gitsem diye düşler kuruyordum.
Sulhi Ceylan
Üniversiteyi altı senede zor bitirmiştim. Hemen askere gittim. Kaderime Kütahya’da jandarma olmak düştü. Hayatımın en zor altı ayı… Nizamiyede nöbet tutarken bir ayağımı sınırın sağına yani özgür alana, diğer ayağımı da sınırın soluna yani askeriyeye dâhil alana koyuyur ve bir ayağım mahpus ama diğeri özgür diyordum. Bu düşünceler sebebiyle altı aylık askerlik altı yıl gibi geldi… Üniversite hayatım boyunca aradığım ama baskısı olmadığı için bulamadığım bir kitabı askerlik yaparken köyün kütüphanesinde buldum. Hemen kitabı aldım, baştan sonu okuyup güzel bir özetini çıkardım. Kitabı aşırmayı düşünmüştüm ama sonra kamu malı diye korktum ve özetini çıkarmakla yetindim. Derken askerlikte bitti ve iş arama sıkıntısı çıkıp geldi haneme… Aslında sıkıntı değil de insanların baskısını -ki mahalle baskısı denen şey bu olsa gerek- hep üzerimde hissettim. “Hâlâ iş bulamadın mı sen!” diye başlayan cümleler çok kötü cümlelerdi. Çok şükür seneyi iş bulamadan geçirdim ve bu sayede onlarca kitap okudum. Okuduğum tasavvuf kitapları sayesinde dünyadan hepten soğumuştum, sanırım iş bulmak da istemiyordum. Aydoğan K’yı, Davut Bayraklı’yı, Mehmet Raşit Küçükkürtül’ü, Mehmet Erikli’yi, Bilal Can’ı tanımasam da sanıyorum özlüyordum. İnsan işte, metafizik dertler nedense şık duruyor üzerinde…
Bu arada umudum hep cebimdeydi…
18 Yorum