“Merdivenlerin oraya koşuyorum,
Beklemek gövde gösterisi zamanın;
Çok erken gelmişim seni bulamıyorum,
Bir şeyin provası yapılıyor sanki.”
Beklemek fiili, “berk/pek” kelimesiyle kökdeştir. Bu yönüyle korumak, sıkıca bağlamak, sağlam tutmak gibi anlamları vardır ki, bir şeyi korumak için bekleyene bekçi denir. Yanı sıra bir şeyin gelmesini beklediğimiz durumlar vardır. Böyle durumlarda baştan ayağa ümit kesilir, yolları gözler ve ufku kollarız.
Beklemek bir eylemdir: Dikkatli, uyanık ve hazır olmayı gerektiren bir eylem. Beklemek bir sınavdır: Sabır, tahammül ve inancımızın sınandığı bir sınav. Beklemek bir zindandır: İnsanın, beklentilerine mahkûm olduğu bir zindan.
İnsan hayatı baştan sona bir bekleme eylemidir. Doğmak aslında ölümü bekleme töreninin başlangıcıdır. Nefes almanın acıtması ve hatta kanırtması, saniyelerin saat kuvvetinde beyne inmesi beklemenin alâmetlerindedir. Ama bekleyiş, her insanda farklı şiddetlerde kendini belli eder. Kimisi geçmeyen günleri cellat beller, kimisi beklemeyi bir olgunlaşma süreci olarak görür. Nihayetinde her bekleyiş içinde bir umudu saklar. Beklemeyi “zamanın gövde gösterisi” olarak görenler de vardır; beklentisiz bir bekleyişin mümkün olduğuna inananlar da…
Peki, siz hiç gelmeyecek olanı -o her ne ise- beklediniz mi? Beklemek kelimesinin hayatınızdaki yeri nedir? Kendi kalbinizin bekçisi olmayı düşündünüz mü hiç?
***
Bahadır Dadak: Evlenmeden evvel bir sene hatunu bekledim. Ayın ortalarına doğru maaşı bekliyorum. Nadiren otobüs bekliyorum. Son soruya cevabım: Hayır, kalbimin bekçisi olmayı düşünmedim hiç. Emniyet Müdürlüğü’nün açtığı çarşı ve mahalle bekçiliği sınavına girmeyi düşündüm ama eşim gece çalışmamdan razı olmadığı için vazgeçtim.
Celal Kuru: Evet, bekliyorum: ihtiyarlığı.
Askerde iken sevgili dostum Kadir Us’la, Balzac’a atfedilen bir sözü terennüm edip dururduk: “Beklemesini bilenin her şey ayağına gelir.” On üç yıldır beklemesini öğrenememişim ya da beklediğimi sanmışım. Şimdi bu soruyla birlikte geçmişimle yüzleştim. Fark ettim ki ben hiç beklememişim. Hep bir şeylerin peşinden koşmuşum ve bunu bir bekleyiş sanıp “Beklemek Çürüdü” diye bir şey icat edip kendimi kandırmışım.
Bu gerçekle yüzleşmek canımı acayip sıktı. Beklemekle alâkalı söyleyecek bir şey kalmadı ama illâ bir şeyler söylemek gerekiyorsa, “Beklemek, sessizliktir.” derim. Bekleyen insan gürültü çıkarmaz, bu kadar uzun sorular sormaz, lügatlerde kelimenin manasını aramaz, oturup bağdaş kurar ve sessizce bekler.
Kalbinin bekçiliği meselesinde ise, hayır ben kalbimin hiç bekçiliğini yapamadım hep haydutluğunu yaptım.
Cüneyt Dal: Beklemenin, zamana sıkı sıkıya bağlı bir eylem olduğu açık. Bekleyen, beklenileni, şimdide bekler. Beklenen de bir şimdide gelir veya gelmez. Beklemenin her şimdide yer alışı, bir tür hâl ve durum postuna bürünmesiyle sonuçlanır. Yıllardır şimdiler zincirinde beklemek, beni, iflah olmaz bir bekleyen durumuna düşürmüş müdür, çıkarmış mıdır bilemiyorum ancak bekleyen olduğum konusunda herhangi bir şüphem olmadığından eminim. Neyi ve nasıl gibi soruların cevabını burada vermem işime gelmez fakat konuya dair asıl meselem, zamana bağlılık… Tolstoy’un, “Şimdi, zamanın dışındadır.” sözünü ele aldığımda zamana tutsak bir eylemin zamanın dışında gerçekleştirilmesi ve beklenenin zamanla zamanın dışında bir şimdide gelmesi umudu, meseleyi karmaşıklaştırıyor. Zamanın dışında olduğum her şimdide zamanın içindekini zamanın dışında bekliyor olmamın verdiği durum, kafa karışıklığı ile ifade edilebilir. Beklemek, kafamı kurcalayan bir eylemdir.
İbrahim Halil Aslan: Beklemek bir insan olsa; saf, kıskanç, utangaç ve muhtemelen yalnız bir kadın olurdu. Gösterişli takılar takmaz, makyaj yapmaz, yemeni bağlardı. Çoğunlukla kahkaha atmaz, güleceği zaman tebessüm ederdi. Bir anı diğerine uymaz, dayanamayıp katıla katıla gülerken gözleri nemlenir, bir yandan hüzne gark olurdu. Bir erkek çocuğumuz olur duasıyla adı babası tarafından “Umut” koyulmuş, bebekliği mavi elbiselerle geçmiş olurdu. Her şeyden ürker, çabuk siner, olur olmaz ağlardı. Bir yaştan sonra durulur, çelik gibi irade, kılıç gibi keskin bakışlarla süzerdi hayatı. Hayat, kadınların gözünde süzülen bir şeydir çünkü.
Sessiz sedasız, girdiği ortamlarda çok dikkat çekmeyen ama muhakkak varlığını hissettiren bir kadın olurdu. Aynaya baktığında başkasını görür, kapı çaldığında ise kendisini karşılardı.
Artık yaşı kemale erince, (sözün kime ait olduğunu hatırlamıyorum ama) “Yirmi yıllık bir sevda bir kadını enkaza çevirir, yirmi yıllık evlilik ise devlet dairesine” sözünün tam karşılığı olurdu.
Feyyaz Kandemir: Bekleyen dervişin muradına erdiğini kendi tecrübemden biliyorum. Gerçekten inanarak, tam bir teslimiyet ve samimiyetle beklersen, beklediğin gelir. Hiç gelmeyeceğini düşündüğüm birini beklemem, ona dua ederim. Taptuk’un kapusunda bekleyen Yunus’u, bir bölük anka ile kâf-ı kanaat bekleyen Fuzûlî’yi çok severim. Uyuklamaktan ve nefsimin maskarası olmaktan kalbimin bekçisi olmaya imkân bulamıyorum. Allah beni ıslah etsin.
Abdurrahman Mıhçıoğlu: Beklemenin edebiyatını yapacak değilim. Her niyet, söz ve fiilin kim için, ne zaman ve hangi şartlarda hayat bulduğu, elde edilecek kıymetler ile mütenasip. Beklemenin ideali veya ideal bir bekleyişten bahsede bahsede ömrümüz törpüdü. Ben, insan ömrüne nispetle bir tahiyyat miktarı sayılacak bir zaman zarfındaki bekleyişimden ve bilahare ucundan kıyısından da olsa intizarın hakikatinden payıma düşeni anlatayım. Malum, tecridden nasibimize pek az düştü veya öyle düşünüyorlar. Müşahhaslaştırayım.
Gençlik çağımın başında bir rüya gördüm ve ölümü beklemeye koyuldum. Bir sene sürdü. Biteviye ölüm rabıtası ile yatıp kalktığım, her an tetikte olduğum bir sene. O hal üzere devam etsem, ellerinden tutup, “söylediğimi tekrar et yavaş söyle” cümlesini kuracak kıvama gelirdim. Onunçün istikamet büyük keramet. Ne var ki erik dalında üzüm aramaya devam ediyoruz.
Ömer Ertürk: Sezai Karakoç’un 1963 yılında Rasim Özdenören’e hediye ettiği “Körfez/Şiirler” kitabının iç kapağında şu dizeler yazılıdır:
“Anlamazsın, ya hem neyi anlarım
Kırk bir sene bir eveti beklemeyi anlarım”
Hayatımda Sezai Karakoç kadar beklemenin hakkını verebilmiş “bir dans için can vermeye hazır beklemiş” başka bir insan görmedim. Ben hiçbir şeyi bu kadar güzel bekleyemedim, ama bir şeyi hep bekledim. Gelmeyeceğini, olmayacağını hiç düşünmeden; insanı acının ardındaki umudun tüketeceğini bile bile bekledim. Geldi mi, hayır. Beklemekten vazgeçtim mi, hayır. Beklemenin o günden sonra hayatımdaki yeri; ölüme karşı intiharı icat eden insanlardan olmama mücadelesidir. Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) hazretleri gibi sabrı bir kediden öğrenme gayreti…
Halime Aydın: Öncelikle şunu söylemek isterim ki yaşım beni beylik laflar etmekten geride tutuyor çünkü benim beklemelerimin en uzun süreni sanırım ÖSYM kaynaklı beklemelerdi ki bilen bilir kendileri hiç az bekletmezler. Ama eğer bu konudaki fikrimi söylemem gerekirse kendimce birkaç cümle edebilirim sanırım. ”Beklemek…” Kelimenin kulağa gelen tınısında bile hasretin, heyecanın, ümidin esintileri var. Beklemenin birçok çeşidi vardır eminim ki. Kimini belki olgunlaştırır, kimini ise darmadağın eder. Neden mi? Yakın bir zamanda okuduğum bir yazıda: “İnsan şeytana değil ancak kendi şeytanına yenilir” gibi bir cümle vardı. Bence de insan beklemeye değil kendi beklemesine yenilir. İşte bu yüzden. Çünkü insan bekledikçe beklenilen daha da kusursuzlaşır. Âdeta tüm hatalarından sıyrılır, tüm gerçekliğinden arınır ve bekleyenin hayal dünyasında bambaşka bir şeye dönüşür. Hasret büyüdükçe bu arınma durumu da artar. Tâ ki gerçek, insanı bütün diriliğiyle karşılayana kadar. Çünkü hiçbir beklenilen, bekleyenin hayallerindeki o kusursuz şey değildir. En azından benim için bu genel itibariyle böyle olur. Neyi çok beklersem o tertemiz ve arınık halde benimle birlikte yaşar. Tâ ki köşeyi dönerken karşılaştığım gerçeklik, onu benim kolumdan alıp gidene kadar. Bunları yazmak hiç hoşuma gitmiyor çünkü ben hep nahiflikten hoşlanan biri olmuşumdur ve beklemek içinde kocaman bir zarafet de barındırıyor. Mesela sevgiliden gelecek bir mektubu beklemek benim için inanılmaz bir güzelliktir. Bir dostun sıcacık kucaklaşmasını beklemek, fırından çıkacak kekin kokusunda büyülenerek beklemek, sevdiğim bir yazarla iki kelam edebilmek için beklemek, saksıdaki bir çiçeğin çiçek açışını beklemek, yeni doğan bir bebeğin uykusunu seyrederek uyanmasını beklemek… Bunların hepsi ruhumu besleyen şeyler olmuştur. Ama otobüs beklemeyi hiç sevmem mesela. Onlar da genelde ben beklemeyince gelirler. Beklenilen her şey gibi. Beklemenin de hayatın diğer durumları gibi böyle cilveleri vardır. Kendisini bırakacağını hissedince bir görünüp sana tekrar kendini hatırlatır. Unutulmayı kimse istemez çünkü. Beklemek de sürekli hatırda tutmaktır bence, daha da derince kazımak. Ayrıca her çağın belli başlı duyguları harap ettiğini düşünüyorum. Belki bizim çağımız da beklemenin zarafetini alıp götürmüştür. Hız çağında gerçek beklemeyi öğrenecek vaktimiz olmuyordur belki de. Beklemek kelimesinin benim hayatımdaki yeri nedir henüz bilemiyorum. Bazen yerinde duramayan kıpır kıpır bir kıza dönüştürüyor beni, bazen Mecnun’un depresyon hırkasını giydiriyor. Hayatta zaten bu değil mi? İnişler, çıkışlar, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler Anna.
Bilal Can: Yaşamak zaten beklemektir. İnsanoğlunun kişisel tarihinde önemli bir yer edinen beklemeyi, en iyi âşıklar, nöbet tutanlar, mahkûmlar, hamileler, hastalar, gurbettekiler yaşar. Bu beklemek; sancılı, sallantılı, heyecanlı, kimi zaman korkulu kimi zaman ağrılıdır. Beklemenin binlerce çeşidi içerisinde insanoğlu en çok kendi ölümünü bekler. Çünkü onun asıl doğuşu bu ölümle gerçekleşecektir.
İnsanoğlu, sayısız beklemeyi kalbine sığdırabilir. Fırında pide sırasına giren de, banka sırasında numaramatikten sırasını alıp oturan da, doğumun o hârikulâde anını yaşayacak olan da, nöbette efkârla sağa sola bakan da, kendi koğuşunda ve avluda volta atan mahkûm da, yemek için masaya oturan da, iş başvurusunda bulunan da, her ayın 15’ini iple çeken de bir tür bekleme seremonisi içerisindedir. Beklemek, insana insan olmanın öğretisini sunar çünkü sabrı barındırır.
Beklemek kimi zaman Godot’yu beklemek olsa da beklemenin künhüne vâkıf olanlar ondan kendilerine yeterli ikramiyeyi alacaklardır. Beklemek bir eylemdir, hız ve haz çağının tuhaflığında beklemesini en iyi yapan bu çağa bir direnç sergiliyor demektir. Bu direncini yitirenler sabırsızlardır.
Mehmet Raşit Küçükkürtül: biz türklerde beklemek bir kadın sanatıdır. bir gün türk tarihi yazılabilirse bunun sarih bir şekilde fehmedileceğini umuyorum. asker yolu beklemek, gurbet yolu beklemek, kocasının akşam eve gelişini beklemek, dokuz ay çocuğunun doğmasını beklemek, çocukların büyümesini beklemek… beklemenin çeşidi çoktur, haylicesi de ninelerimizin alnına yazılmıştır. çeyiz dizmek bir beklemedir, ilk doğan erkek çocuk bir beklemedir. kadınımıza yazılı bu beklemeyi münfail bulan yıldırıcı, yıkıcı pek çok tenkit işitmek mümkündür. bunlardan içimiz şişti, başka bir bahis açmak istiyorum: beklemek bir murad idi, bir dua idi. ağıtlar ve dilekler, kadınlarımızın dilindeydi. böylesine bir beklemek vardı. belki de o beklemenin künhünde bereket ve şükür vardı. ilk erkek evladının büyümesini bekleyen kadın, o çocuğun tebarüz eden kudretini, erkekliğini bekleyerek inşa ediyordu. şimdi kendisinden bir şey beklenilmeyen erkekler, ne yapacağını bilemez hâlde, otuzuna varmış internetten bilmem hangi televizyon dizisinin hangi sezonunu bitirmekle meşgûl asalaklar olarak yaşıyorlar. doğrusunu hak teâlâ bilir.
hiç gelmeyecek olanı bekledim mi? bekledim, hâlâ da beklerim. almanlar kaybedince sadece biz kaybetmedik; horozlu ayna, mendil ve tütün tabakası da kaybetti.
“kendi kalbinin bekçisi olmak”… bu hikmetle başka üslûplarda karşılaştıydım, böylesini de işitmiş oldum. bekçi türküleri vardır, bu bekçiliğin de türkülerini terennüm etmek isterim, herhalde böylesi benim uslanmaz nefsime daha faydalı olur.
Sulhi Ceylan: Mademki bir sonumuz var yani ölümlüyüz, o halde hayatımız koca bir bekleyişten ibarettir. Bir de bu bekleyişin içindeki diğer bekleyişlerden. İnsan aslında bir bekleyiş kümesidir: Ölüm, sevgili, gelecek, yarın vb. Beklemeyi düşüncenin konusu yapabileceğimizi gibi iradi bir eyleme de çevirebileceğimizi düşünüyorum. Çünkü bekleyiş; kişiyi inşâ etmeye aday bir eylemdir. Zaman doldurmak ise asla değildir. Yoksa öyle midir? Bilakis zamanın geçerken insanın üzerinde iz bırakmasıdır. Bu izlerin tecrübe olarak hayat akışımızda kendine yer bulması ve bize bilgelik kapısını açmasıdır. Mesela Mecnun aslında Leyla’yı hiç beklemedi. Evet evet beklemedi. Nadanlar onun Leyla’ya olan aşkından çöllere düştüğünü ve yıllarını bekleyiş ile harap ettiğini sandı. Ahmed Avni Konuk hazretlerinin “Hak Teâlâ cemâli sever. Çünkü cemâl mahbûb li-zâtihîdir. Hüsn-i Leylâ’da Mecnûn’un gözüyle kendi cemâline nazar eden O’dur ve Mecnûn, Leyla sûretinde kendini sever.” sözü sanırım meramımı anlatıyor. Sözün özü beklemek sadece beklemek değildir. Yeter ki kelimelerin içini yarıp mana ile sevişebilelim.
“Kendi kalbinizin bekçisi olmayı düşündünüz mü hiç?” sorusuna “Bekçisiz kalp mi olur?” diye bir soruyla cevap vermek istiyorum.
Edebifikir
Resim: Yu Chengyou
10 Yorum