Türkiye, birbirinden yüksek 67 gökdeleni ile Avrupa’da birinci sırada yer alıyor. Çeşit ajanslarda çıkan haberlere göre şehirlerin siluetini bozan gökdelenlerin en küçüğü 150 metre.
Rusya’da 51, İngiltere’de 33, Almanya’da 20, İspanya’da 13, Polonya’da 12, Hollanda ve İtalya’da 6, Avusturya’da 3, İsviçre’de 1 ve İsveç’te 1 adet yüksekliği 150 metreden fazla olan gökdelen varmış. Bu garabet durum karşısında yazarlarımıza; “Türkiye’nin gökdelen sayısıyla Avrupa birincisi olması hususunu nasıl değerlendiriyorsunuz?” diye sorduk. İşte cevaplar…
***
Ferhat İnan
Ben burada basit bir sayı sorunu görmüyorum. Nazarımda Türkiye’de tek bir gökdelen olsaydı dahi bu konuşulması gereken bir şey olurdu. Zira “Gökdelen” alelade bir bina olmaktan çok bir semboldür. Küresel kapitalizmin mücessem yapılarıdır. Türkiye, 1940’ların sonlarında “devletçilik” gömleğini çıkartmasıyla birlikte liberal dünyaya balayına çıkmıştır. Bu tatilini “Hilton Oteli”nde yapmıştır. Hilton Oteli de bir semboldür. Amerikan ve tüketim kültürünün bidayetini simgeler. Bugünkü gökdelenlerse, çıktığımız egzotik seferde, bedenimize yapışan sülüklerdir. Yani takribî yetmiş senedir tutulan iktisadî yolun şehirlerimize topladığı çalı çırpı.
Türkiye, İngiltere veya Almanya gibi ülkelerden daha mı kapitalist veya “gelişmiş” bir ülkedir ki gökdelen yarışında birçok ülke gibi bunları da sollamıştır? Cevap açıkça hayır! Maalesef modernliğin illetli tarafları bugün modernleşen ülkelerin bir problemidir. Mesela Eric Hobsbawm, yirminci yüzyılda kırsaldan şehre göç olgusuna tüm dünyada şahit olduğumuzu belirtir. Ancak “gelişmiş ülkeler” nüfus planlamalarıyla daha sonra bu hareketliliğin önünü almış yahut yönlendirmiştir. Ancak aşırı kalabalık şehirler ve gecekondulaşma Türkiye, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerin başını ağrıtmaya devam etmektedir. Tıpkı çevre sorunları ve betonlaşma gibi!
Gökdelen mevzuu bugün Türkiye’nin halli en kolay meselelerindendir. Bir keresinde baskıcı bir idare hakkında, uygulamalarını izah eden oldukça sade şu yorumu okumuştum: “Yaptılar çünkü yapabilirlerdi”. Ülkemizde de bu kadar çok gökdelen var çünkü yapmak isteyenlerin elini tutan yok. O yüzden lafı daha fazla uzatma gereği görmüyorum. Çünkü biz konuşup dururken birileri yapmaya devam ediyor. Acilen bu tür binalar hakkında hukukî düzenlemelere kavuşmalıyız. Çünkü bir kere yapıldıkları takdirde bunun geri alınması mümkün değil. Önce durduralım sonra edebiyatını yaparız. Acele!
Ömer Can Coşkun
1. Biri bizi gaza getirmiştir. Mümkündür. En çok gökdeleni siz yapamazsınız, demişlerdir. Biz de yapmışızdır. Birileri bununla kesin övünüyordur. Mümkündür.
2. Dünyaya kazık çakmak” normal kazıkla karıştırılıp toprağa çakılma eylemi olarak anlaşılmış olsa da dikkatli bakıldığında gökyüzüne çakılarak da yapılabilir. Gökdelenler gökyüzüne çakılan kazıklar gibidir ve “başımıza taş yağacak” dedikleri üstünde yaşadığımız toprağın çocuklarıdır. Sonuçta dünya bir gün tersine döner. Mümkündür.
3. Bir de Babil efsanesi var malum. Kuleyi yapanların birbirinden farklı dilleri konuşmaya başlaması gibi gökdelenleri yapanları da karşımıza alıp “Sevgili arkadaşım siz zamanında okuduğunuz üniversiteyi beğenmeyip yatay geçiş yapmaya çalışan insanlarken nasıl oldu da dikey mimarinin en dikine böyle dikine dikine hayran oldunuz?” diye sorsak da birbirimizi anlamayacağımız aşikâr çünkü konuştuğumuz dil farklıdır. Mümkündür.
4. Teoman’ın dediği gibi:
“Gökdelenlerden tükürdüm dünyaya, ben hayatım boyunca
O yüzden kupkuru ağzım, bak geçmedi yıllarca”
Ve dahi Adamlar’ın dediği gibi:
“Kulelere tırmanmıştım, oradan size tükürmüştüm
Sonra aşağı inip durmuşken, niyeyse başım azıcık ıslaktı”
Mehmet Raşit Küçükkürtül
bu, türkiye’nin dayanışmaya ve birliğe çok yatkın olmasına rağmen örgütsüz, teşkilatsız bir millet olmasından ötürü böyle. kendi yapımıza uygun örgütlenemiyoruz: ötücü kuşlar derneği ama aslında horoz döğüştürmek için kullanılıyor, meslek derneği ama aslında kumar oynatmak için kullanılıyor, yardım derneği ama istihbarat ve kara para aklama için kullanılıyor, kültür derneği ama emekli bürokratların milletvekili olmak için sırasını beklemek üzere kullanılıyor, mahalli kültürü yaşatma derneği ama aslında hatme-i hacegan için toplanmak üzere kullanılıyor. camiler, doğal bir “cemaat olma” yeri fakat oralar da “devlet dairesi” gibi, tek parti idaresinden beri devlet ile millet arasındaki ayrılık kesinleşmiş, devlet duygusu tükenmeye varmış. modern araçları da kendi ihtiyaçlarımıza göre düzenleyemedik, oy verince sadece parti değiştirebiliyorsun toplumun talepleri yerine gelmiyor. sözgelimi 8-10 milyon sığınmacının varlığını ülkenin yüzde 90’ı kabul etmiyor. ama türk milletinin kendine ait bir örgütlenmesi olmadığı için bu konuda uygun bir siyaset üretilmesi imkansız. suriye meselesi daha elli yıl yerli yerine oturmayacak, somali iç savaşı’na bakınca görebilirsiniz süreci. suriye’de savaş vurguncuları, terör örgütleri, mafyatik ilişkiler ve emperyalist abd ve rusya’nın oluşturduğu düzen, israil’in güvenliği ve geleceğine göre işletiliyor. türkiye de bir şey yapamıyor. gökdelenler de aynen suriye meselesi gibi… hayat tarzı, toplum beklentileri araştırmaları yapan anket çalışmalarına bakarsanız insanların apartman yerine müstakil ev talebini görürsünüz ama dikey mimariden, toplu konut faciasından, gökdelen cinayetinden vazgeçilmesi mümkün değildir. çünkü türkiye’nin köprü olması, londra-pekin arasındaki yeni ipek yolu’nun geçtiği bir “durak”, “otel”, “köprü” olması gerekiyor. 1952’de kore’ye -ileride “en ucuz NATO askeri” olacak olan- türk askeri gönderildi. 1964’te almanya’ya türk insanı şartsız, kölelerin dişlerine bakıldığı gibi bakılarak gönderildi. londra’nın çöpü getirilip adana’ya dökülüyor. türkiye’nin endemik hayvanları, bitkileri çalınıyor. müzeler, kütüphaneler, her şey yağmalanıyor. örgütsüz bir toplum isen gökdelen de dikerler, ocağına incir ağacı da dikerler. “2053’e yürüyoruz”, elbette, yürütürler adamı!
Sinem Çağlancı
Yıllar evvel ismini tam hatırlayamadığım gökdelen dikme diye bir telefon oyunu vardı. Minik minik konteyner gibi kutuları üst üste dikkatlice yerleştiriyorsunuz ve şehrin istediğiniz bir köşesine inşâ ettiğiniz gökdeleni dikiyordunuz. Kutuları ne kadar üst üste koyarsanız o kadar puan kazanma imkanınız vardı ve hatta yanlış hatırlamıyorsam eğer şehriniz doldu ise küçük dikilen konutları yıkıp yenilerini dikebiliyordunuz. Bu oyundan nedense inanılmaz bir keyif alırdım. Şehri imar ettikçe ve gökdelenlerin yüksekliği artıp puan kazandıkça kendimi bir şeyler başarabiliyor, en düzgün gökdeleni ben dikebiliyormuşum gibi hissederdim. Şimdi insan neden gökdelen diker sorusunu aratırken tarih içerisinde yer edinmiş ilk çok katlı Babil Kulesi efsanesine denk geldim. Kulenin inşâ ediliş amacı: İnsanın yaratıcıya ulaşma arzusu olarak görülse de asıl amaç insanın kendini tanrı gibi konumlandırıp yeryüzüne hükmetmesidir. İnşâ edilen kulenin/yapının büyüklüğü insanın yücelik arzusunu ya da büyüklük karşısında acizliğini göstermek için vurgulanır. Çünkü insan nefsi itibariyle kendisinden üst bir güç tarafından yönetilmek istemez. Bu yüzden küçük dağları ben var ettim demenin tek yolu ya doğayla birlikte hareket etmek ya da doğayı kontrol ederek kendini tatmin etmek olur. Tabii ki gökdelen dikmek sadece doğaya sahip olmak değildir. Kapitalizmin getirdiği şartlar, modern kentleşme, salt mimari değerler, insan hacminin artması gibi girift durumları da içerir. Lâkin gökdelenlerin kalbinde, insan nerededir?
Modernleşme hangi kökleri kesmektir? Soru işaretleri kasvetli bir bulut gibi havada kalsa da ben de bazen Cahit Zarifoğlu gibi vurmuşlar bize biz vurmamışız, diyorum. Neden vurmamışız bilmiyorum. Ellerimiz mi toprağa bağlıydı, gözlerimiz gökyüzünde mi dolanıyordu o sıra belirsiz. Vurmuşlar bize fark etmemişiz. Sıra sıra dizilen ve bizi birinciliğe ulaştıran gökdelenleri de bu şekilde görüyorum. Sanırım ipleri elimize alamadığımız bir şey kaldı o da güneşin ne zaman nerede doğup batabileceğini kontrol etmek. Ben oyunda sıkıldığımda tüm şehri yeniden yapıyordum.
Ömer Ertürk
Türkiye’de eskiden internet kafeler vardı. Bu kafeler ilk açıldığında, insanlar o kadar rağbet gösteriyordu ki, eline ufak bir sermaye geçen herkes bir köşe başı bulup internet kafe açıyordu. Sonra bir şey oldu ve o sosyalleşmenin, dünyayı keşfetmenin mabetleri haline gelen internet kafeler bir bir kapanmaya başladı. Sanırım sonuncusunun sahibi arkadaşımdı ve Nuh Nebi’den kalma bilgisayarları hurda olarak satmaya çalışıyordu.
Türkiye’de bugün gökdelen mantığıyla o internet kafelerin açılma mantığı arasında sosyolojik olarak hiçbir fark yoktur. Göze hitap eden, alabildiğine gösterişli, içine girildiğinde kutsalların x-rayda ötme ihtimali olan, yücelmeyi yükselmeye kat karşılığı satmayı telkin eden tuhaf binalar… İnternet kafelerin başına gelenlerin gökdelenlerin başına gelmesi temennimi (Behzat Ç. dizisindeki Hayalet karakterinin gökdelenleri dozerle yıktırma hayali gibi olabilir mesela) her zaman diri tutmakla beraber, gökdelen sahiplerinin bu hızla devam edip Türkiye olarak başımızı göğe erdirme çabalarını da takdir ediyorum!
İbrahim Orhun Kaplan
Gökdelen gibi dikey mimarî yapılar, yatay mimarî yapıların maruz kaldığı tehlikelerden korkanların icat ettiği ve tarihî arka planı güçlü, şifa kabul etmez kadim bir hastalığın tezahürleridir. Kadim bir mesele olduğundan, tarihin evren tasavvurundaki gücünü kullanmak adına, Âd kavminin akıbetini hatırlatmak isterim. Lâkin gökdelen ya da dikey mimarî, zihin dünyamdaki yerini Marvel ve DC sinemasının gökdelenlerle olan ilişkisine borçludur. İşte bu yüzden gökdelenlerin yalnızca süper kahramanlar için var olduğunu düşündüm hep. Süper kahramanları olmayan şehirlerin gökdeleni de olmamalı. Bu bakımdan Türkiye’nin yakın gelecekte bu sektörde yer alacağını ve başta İstanbul olmak üzere Ankara ve İzmir’de çeşitli süper kahramanların hayatımıza gireceğinden şüphe duymuyorum. Eh insanlardan sıyrılıp, “insanlık” kavramının kucağına düşenlerin bulup buluşturduğu, katıp karıştırdığı keşmekeşte nefes alıp verenler olarak, şimdilik kendimiz için “iyi seyirler” dilemekten başka ne gelir elden?
Şadiye Sare Kaplan
Bu haberi görünce aklıma kültürümüzde yaygın ve bilinçsizce kullanılan, “Yukarıda Allah var!”, söylemi geldi. Allah’a yaklaşabilmenin yolunun üst üste daireler yapıp yükselerek sağlanabileceğini sanmış olma ihtimalimizi değerlendirdim. Ama üzerine azıcık düşününce bunun oldukça saçma ve ziyadesiyle romantik bir fikir olduğunu fark ettim. Böyle bir güç gösterisi olsa olsa tanrılık taslamak olurdu. Hem yükselerek Allah’a yaklaşabilseydik uçakları kutsalımız sayar, onları gökyüzüne sabitleyebilmenin yollarını arardık.
Serbest çağrışımlarımı bir tarafa bırakacak ve soruya gerçekçi yaklaşacak olursam bu başarımız(!) İstanbul gibi günden güne kalabalıklaşan bir metropolde yerden tasarruf etmek için gökten ödünç aldığımız anlamına gelebilir. Gökdelenlerin yatay mimariye oranla birkaç ağaç fazlasına imkân tanıması bizi teselli edecek bir detay…
Tahir Tarık Balıkçı
Ferman
Bundan yetmiş yıl kadar hatta belki otuz yıl önceye kadar; İstanbul’u fetheden o güzel asker ve o güzel komutan -yani şanlı ordu, namlı hünkâr- kabirlerinden kalkıp İstanbul önlerine gelselerdi, daha üzerlerindeki kabir tozunu silkelemeden sağa sola at koşturur, emir yağdırır, buyruk verir, ferman ederlerdi ki;”Tiz vakitte şehr-i Kostantiniyye îmar oluna, inşâ oluna, İslâm oluna…”
Amma velâkin bugün -tam olarak bugün- o mübarek cedlerimiz mezarlarından kalkıp gelseler, yani “Ordu-yu Hümâyun” İstanbul önlerine gelip saf tutsa; hepsi şaşkın şaşkın birbirilerine bakar, asker kendi aralarında fısıldaşır, gaziler, ağalar, vezirler otağa; ahali otağın önüne toplanır, dîvan kurulur, hatta ayak dîvânına çıkılır ve nice istişareden sonra padişahın Ferman-ı Hümâyun’u -birbirinin sesini uzağa ulaştıran- kırk yeniçeri tarafından avaz avaz okunur:
“…Ol şehr-i İstanbul ki, bu şehir değüldüüüür!!!””
Ve onca rical, onca asâkir ve ol-azâmetlü padişah; atlarının başını çevirip, gerisin geri döner, dörtnala bizi terk ederler…
Mehmet Emir
Gökdelen dikmekte ileri gittiysek eğer, haddi aşmışsak ve bu artık istatistiklere açıkça yansımaya başlamışsa, devletimiz mutlaka bunun gereğini yapar. İcabında tek bir kararnameye bakar. Ülke çapındaki bir şehrin çehresinin çepeçevre değişmesi için düğmeye basarlar, proje yarışması açılır, ilk kazma vurulur ve “sağlam irade” diye de bahsettirirler kendilerinden… Oturur şirke kaçmadan helal dairede tesbih ederiz. Hâlbuki ciddi bir sorun, çıplak gözün kadrajından çıkıp istatistiklerle kavranabilecek büyüklüğe ulaşmışsa çözüm olarak ikame edilenler de başka sorunlara yol açıyor.
Ergenliği bütün dünyada trende taşıyan yardımcı bilimlerden önemli birinin de istatistik olduğunu düşünüyorum. Bizzat kendisi bilmeyen, künhüne vakıf olmayan insanların ağzına ciklet verirmişçesine hazır veriler konuluyor önlerine. Elektronik ev aletleri bedenimizi nasıl iş yükünden kurtarıyorsa, istatistikler de zihinleri gevşetip olgunlaşmayı geciktiriyor. Üstelik çoğu zaman güvenilir değiller. Hocanın dediği gibi “inanmıyorsan ölç” bilimi. Bir çeşit tercüme hareketi. Başka âlemlerde olan değişimler sayıların diline aktarılıyor ve ikincil üçüncül kaynaklardan öğreniyoruz olan biteni.
İstatistiklerden sarfınazar etmek herhâlde artık mümkün değil. Bu halde grafik biatkârlığını bıraksak, kıssadan hisseyi tablolara indirgemesek yeterli olur. Büyük şehirlerdeki beton çölleriyle ilgili istatistiklerin ardından gündeme gelen central park benzeri bahçeler azami ihtiyat gerektiriyor mesela. Hem mahremiyetin köküne kibrit suyu dökecek hem de mülkü ayağımızın altından çekip alacak bir fikir. Yeşil alanlar, kişisel bağ bahçeler yerine belediyelerde temerküz edecek. Enikler için yürüme yolları yapacaklar fakat Sevim teyzeler işrak namazından sonra zikir çekecekleri bir tenha bulamayacaklar kendilerine.
Son olarak şöyle bağlayayım: Cenab-ı Hak cumburdusu, cangırdısı, şangırdısı ve gümbürdüsü hoş olan; yıkıldıklarında sahiplerini yerin yedi kat dibine sermeyecek, insani boyutlarda imaretler nasip etsin bizlere. Âmin.
“Denize bir ip gerseler
Üstüne ceviz serseler
O ipi devşirseler
Ne hoş olur cumburdısı
Demirden evler yapsalar
Üstüne bir çân assalar
Sonra evleri yıksalar
Ne hoş olur cangırdısı
Şîşeden binâ kursalar
Bir hayli vakit dursalar
Sonra sopaylan vursalar
Ne hoş olur şangırdısı
Yerden göge küp yığsalar
Tepesine dek çıksalar
Sonra bir tekme ursalar
Ne hoş olur gümbürdisi
Dervîş Yûnus söyler bunı
Sakın ipe serme unı
Yakındur dünyânun sonı
Kıyametin tangırdısı”
Feyyaz Kandemir
Gökdelen inşâsında birinci olmamız ve bu gökdelenlerin genel olarak şehir merkezlerinde yükselmesi (Şişli, Beşiktaş vb.) şehir planlaması konusunda ne kadar rezil bir durumda olduğumuzu gösteriyor. Bu ucube yapılar görgüsüzlüğümüzün gösterişli anıtlarıdır. Fakat başka bir noktaya temas etmek istiyorum: Gökdelen inşâsına izin verilen araziler ve bu gökdelenler kimlerin? Büyük kısmı gayrimüslimlere ait. Şüphesiz Müslümanlara ait olması daha büyük bir garabet olurdu. Gel gelelim ülkedeki gayrimüslim azınlıkların güçlenmesi için onlara böyle imtiyazlar tanınması da az bir garabet olmasa gerek. Sonuç itibariyle kime ait olursa olsun, bu yapıların daha fazla çoğalmaması, mevcut yapılardan ise bir an önce kurtulmamız şehirlerimizin istikbali adına en büyük temennim.
Muhammet Emin Oyar
Gökdelen denince aklımıza gelen ilk şey “ziggurat”tır. Gökdelenlere de “kapitalizmin zigguratları” diyebilir miyiz acaba?
Sulhi Ceylan
Bir yarıştır gidiyor. İnsanın kabalığı, kaba yapıları sevimli kılıyor! Akıl ve göz eğitimden uzak kaldıkça büyük yapılar beğenilir oluyor. İnsan, eşyayla nefsi ile ilişki kurmaya devam ettikçe bu durumun düzeleceği de yok. Gökdelenler bir tezahür. İnsanın, kendi arzularına köle olduğunun ve büyüklüğe taptığının simgesi âdeta. Hâlbuki güzel; küçük ve zarif olandır.
Bir diğer mesele taklit hayatların şehirleri ele geçirmesi. Artık tüm büyük şehirlerde hayatlar aynı. Zevkler ve arzular aynı suya akıyor. Birbirinin kopyası insanlar birbirinin kopyası binalar yapıyor. Kat üstüne kat çıkıyor. Yükseldikçe alçalıyor. Alçaldıkça daha fazla yükselmek istiyor. Kısacası bir cenderenin içinde nefesler tükeniyor. Gökdelen ahlakı insanı ele geçiriyor. Zira her yapı kendi ahlakını doğurur. Kapitalizmin de ahlakı vardır!