Yazarlarımıza ortaokul yıllarını sorduk. Birbirinden ilginç ve eğlenceli cevaplar sizi bekliyor.
***
Mehmet Raşit Küçükkürtül
Ortaokula başladığım sene resim öğretmenimiz Tülay Avcı Hanım’ın mesleğindeki gayretinden ötürü kendimi resimle uğraşan biri olarak buldum. İlk resim dersine ilkokulda çizdiğim resimlerin bulunduğu dosyayı getirmiştim. Tülay Hanım, bu resimleri biriktirişime hem şaşırdı hem de bu işi takdir etti. Hâlbuki ben iflah olmaz bir arşivciydim, sadece resimleri daha bir sürü şeyi biriktiriyor, saklıyordum: İlkokul defterlerim, bir oyuncağım (bu arada, galiba bir tane oyuncağım oldu), dedemin bıraktığı defter-mektup-fotoğraf koleksiyonu, henüz inkişaf etmekte olan kitaplığım vs. Kabul etmem gerekir sapkınlığa varan bir biriktirme temayülü vardı. Bugün de öyledir. Öte yandan profesyonel yazı hayatıma bu yılda, orta birde başladım: Okul gazetesinde ulusal basındaki muhalif köşe yazarlarını aratmayacak sert bir yazı yazmıştım. Bana haset eden bir çocuk bu yazıyı benim yazdığıma inanmamıştı. Üzüldüm çocuğun inanmayışına, bir şey demedim fakat içimde o gün çocukluğumun bir kısmı daha ölmüş oldu. Şaşırmıştım da üstelik: Niye ben yazmış olmayayım ki bu yazı o kadar da önemli değildi. Çünkü daha geçen yıl, beşinci sınıftayken, bir umumî Türk tarihi yazmaya girişmiştim. Bu komik hadise, bizim evdeki kitaplıkta bulunan kaynakların uzun süre taranıp okunması sonucunda olmuştu. Evde iki tane atlas, bir ansiklopedi ile dedemden ve babamdan bana gelen sınırlı sayıda tarih kitabı vardı. Ne yazık ki bu tarih kitapları bölük pörçüktü. O hâlde bu eksikliği gidermeliydim, oturdum ve bir Türk tarihi yazmaya başladım. Hâlbuki benden yıllar, yıllar önce Zeki Velidî Togan “Umumî Türk Tarihine Giriş” diye bir kitap yazmışmış, bunu yıllar sonra öğrendim. İnsanlar bendeki enerjinin ve çabanın farkında değildi. Altıncı sınıftayken bir aile meclisinde sorulan bir soru üzerine tarih profesörü olmayı düşündüğümü söyledim. Çünkü babamın demesine bakılırsa ordinaryüslük kaldırılmıştı, mecburen profesör olacaktım. Tabiî, benim bu hedefim o mecliste tebessümle karşılandı. On bir yaşındaki bu çocuğun hedefi herhalde sevimli gelmişti. Ama o tebessümler aynı zamanda bir ilim adamının da daha doğmadan öldürülmesiydi. Gerçekten iflah olmaz bir merakım vardı, orta birdeyken tarih profesörü olmak isteyen ben aynı zamanda uzayın sonu olup olmadığını bütün hocalarla tartışıyordum. Aciz ve yetersiz bir fen bilgisi hocamız vardı, beni bir türlü ikna edemiyordu uzayın sonsuz olduğuna. Bir keresinde zavallı adamla bir ders boyunca konuştuk. Ders bittiğinde çaresiz ve yorgundu, o hâli hâlâ gözümün önündedir. Yazacak daha fazla şey var ama insan üzülüyor. Neyse, çocuklara dikkat edin lütfen.
Davut Bayraklı
Ortaokul’da, evimizin hemen yakınında bir cami vardı ve vakit namazlara oraya giderdim. Evde su akmadığı için de üç günde bir su almak için yine camiye giderdim. Bu camiye gidiş gelişler ben de olumlu etki yapmış olacak ki hâlâ camiye gidiyorum, ama bu kez su bidonlarıyla değil de Sulhi Ceylan’la. Ankara’da Küçükesat’ta mahalle arasında top oynar, terli terli su içerdik ve hastalanmazdık. Özal ölmemiş, Demirel Cumhurun başı olmamış, Fenerbahçe henüz şikeye bulaşmamış, Maykıl Ceksin siyahtan beyaza dönmeye daha yeni yeni başlamıştı.
Her akşam okuduğum tarih romanları ile bir Orta Asya’ya gidiyor, bir balkanlara sıçrıyordum. Belki Aydoğan K henüz hayatımda değildi ve bu yüzden de mutlu olamıyordum. Ama Abdullah Karaca’yı da tanımıyordum ve bu da hoşuma gidiyordu. Bir Trabzonspor maçında görmüş olabileceğim Mehmet Erikli’yle fanatikleştiğimizi düşünüyordum. Türkiye güzeldi, faili meçhuller henüz gelmemişti. En önemlisi de Muhsin Başkan yaşıyordu, davası için mücadele ediyordu. Bense onu o kadar da özlemiyordum çünkü hayattaydı ve her köşede konuşuyordu.
Hayatımızda yine kitaplar, sohbetler ve seyahatler vardı. Lise’nin hayalini kurarken, üniversiteyi pek düşünmüyordum. Ama bir akrabamın teşvikiyle askeri okul sınavlarına hazırlanmaya da kalkışmış, bereket bu tavırdan son anda vaz geçmiştim. Ankara’nın gecekondu semtleri daha kaybolmamış, varoş dediğiniz şey ortada canlı duruyordu. Münibüsçü olgusu gayet canlıydı, şehiriçi otobüsler biletli, şehirler arası otobüsler ise sigaraya açıktı. Her şeye rağmen 1990’ın Ankara’sı güzeldi, ortaokulum güzeldi, kitaplarım güzeldi. Güzel olmayan tek şey ise zamanın ilerlemesi ve 1990’ların geride kalmasıydı.
Bilal Can
Kendi kendime şiirler yazıyordum. Ayrıca arkadaşların sevgililerine istek üzerine onların isimleriyle mektuplar yazardım. Onlar mutlu mesut yaşarlarken ben sote mekânlarda yalnızlığımla boğuşur saçma şarkılar dinlerdim. Proust’un Kayıp Zamanlar’ını bitirmeye çalışır, Doktor Jivago üzerine düşünceler üretirdim. Ne Türkçe öğretmenim beni anlardı ne tarih! Bu yüzden de vasatın az üstünde bir öğrenciyi oynardım.
Abdullah Karaca
Ortaokulda nasıl olduğumu düşünüyorum, evet yaramazdım, çok hayal kurduğumu söyleyebilirim, insanları şaşırtmak benim için çok kolaydı. Çünkü insan bütün egosuna rağmen aslında kolaydı. İnsanları izlemeyi seviyordum, matematikle başım beladaydı.
Matematiğin beni anlaması için henüz elinde bir formülü yoktu. Eğitim sisteminden nefret ediyordum. İş teknik derslerini seviyordum. Bir şeyler üretebildiğim tek ders oydu çünkü.
Çocuk ellerimle tasarımlar yapmak; Allah’ım ne büyük bir şey…
Saçları güneş sarısı kıvırcık bir çocuk düşünün, hayalimde bir oyun kurgulayıp, meyveleri bıçaklamayı seviyordum, asker oyuncaklarım çoktu, onları da sürekli çatıştırırdım, anarşizmi seviyordum, zira içimdeki duyguyu baskılayacak tek şey oydu. İnsanlarla değildi meselem.
Kendimleydi. Çok rüya görüyordum, hepsi gerçeklerdi, uyandığımda yeni bir rüya başlıyordu.
İbrahim Halil Aslan
En büyük derdimin, okul sonrası eczanede çalıştığım için “Tilki Vezir” adlı çizgi filmi izleyememek olduğu yıllar… Yaşıma göre çizgi film izlemek saçma görünse de; “Tilki Vezir” çok zevkliydi. Hatta zevk aldığım tek şeydi diyebilirim.
Aynı zamanda öğretmen henüz soruyu bitirmemişken cevabı söyleyen o ‘uyuz öğrenci’ olduğum yıllar… Hayat o zamanlar büyüklerin takdirini kazanmaktan ve kaybetmemeye çalışmaktan ibaretti. Yalnız kaldığım zamanlarda günlük tutardım. Adı günlüktü ama hiçbir zaman günü birlik yazmadım. Çoğunlukla bir şeye kızdığımda yazar; yatağımın altına sakladığım defterimde öfkelerimi biriktirirdim…
Yanlış hatırlamıyorsam, Simyacı’yı ve Alamut Kalesi’ni bu dönemde okumuş ve çok etkilenmiştim. İlk yazımı da altıncı sınıftayken okul dergisine yazmıştım. Ne heyecan… Sınıf arkadaşımla haftalık dergi çıkarmaya kalktık; okul dergisine rakip olur diye izin vermediler.
Son olarak küçük şehrin küçük insanları ancak doktor olmaya kadar hayal kurmaya müsaade ediyorlardı. Hâlbuki ben ordinaryüs profesör olacaktım. Sonra onun kalktığını duyunca çok üzülmüştüm. (Mehmet Raşit Küçükkürtül’den kopya değil; gerçek)
M. Emin Oyar
Okulumuzda 5. sınıfın sonunda karne notuna göre en başarılı öğrencileri bir sınıfta toplamışlardı. Öyle bir sınıfta geçirdiğim üç seneden bahsediyoruz. Öyle bir ortamda yaşamınızı sürdürebilmek için çalışmak zorundasınız. O yaşlarda rakiplerimin süt dişlerinin açtığı rekabet yaraları canımı yaktıysa da o yaraların izleri daha lisenin ilk yıllarında geçti. Ne olacaktı ki? Bir de, ortaokul son sınıfta F tipi mahkûmuydum. Bundan fazla söz etmek istemiyorum.
Bahadır Dadak
Taşrada büyüdüm ben. Doksanların kokusu hala üzerimdedir. Sulu göz, Warner Bross tasoları, çokobis ve yumiyum türevi her nevi şekerli gıda maddeleri ve muazzam oranlarda endorfin salgılatan fıstıklı çitoslarla derin ünsiyetler kurdum. Sonra kadrajlara sığmayan kocaman bir cisme dönüşmeye başladım. Ama yılmadım, üzülmedim, direndim ve nihayet daha çok yedim… Birinin annesi çağırsa ya da düşüp kafası yarılıp pekmezi aksa da beni de oyuna alsalar diye top yerine ikame edilen pet şişe kapaklarının anatomisini inceledim. O zamanlar şedit bir Atatürkçüydüm, tüküre tüküre andımızı okuyordum. Kaşağı hariç hiçbir kitap okumadım. Sonra, modern tabirle ilk gençlik dönemlerim geldi. Boyum uzadı, sesim bir kaç ayda dokuz oktava kadar çatallanmaya başladı, obsesyonlarım artmaya başladı, Mikasa marka dikişli topla tanışınca mahalle futbol takımlarında yer almaya başladım, böylelikle obsesyonlarım tavan yapmaya başladı. Bu süre içerisinde takriben 25 gözlük parçaladım. Babam bir gün ağzıma tekme attı. Abimin gizli gizli sigara içmesini Mossad ajanları gibi gizlemeyi şiar edinmiştim. Gerçekten berbat, anksiyetif bozukluklar yaşadığım acayip bir dönemdi. Sonra bir gece içerisine kaset koyulan ve bir aparatla kulağa ses veren bir makine edindim. Düş Sokağı Sakinleri’nin en revaçta olduğu dönemlerdi. “Sevdan Bir Ateş” falan. Aman Yarabbi! Gereksiz, acılı, lümpen bir melankoli kapladı bünyemi. Sıkıldım, radyoyu açtım. Damarın merkezi binnnnbir fm’i dinledim biraz. Tostçu Altan’ın elemanı Ali abi falan mikrofonda olabilirdi. Tam olarak hatırlamıyorum. Şöyle diyordu: İbrahim Erkal’dan Canısı parçasını şu an Hakkâri Yüksekova’da askerlik vazifesini yapan Mehmet kardeşime, Yeşilova köyünün en güzel kızına, sınırda nöbet tutan tüm Mehmetçiklerimize, şehit ailelerine, Kamile’den biricik aşkı Yusuf’a, tüm kader mahkûmlarına, son ütücülere, şuan dur durak bilmeden direksiyon sallayan tüm kamyonculara ve tabiî ki sevenlere ve tabiî ki sevipte sevginin değerini bilemeyenlere gelsin… Da da da da damarın merkeziiii… Ahizeyi kaldırdım, hiç ağlayasım yoktu, sanki şarkının nakarat kısmına saklamıştım kendimi. Ne var ki ağlamak zorunda hissediyordum… Numarayı çevirdim, (tuşlamadım çevirdim) genç bir adam çıktı, annemi uykudan uyanmış saçı başı dağınık enerji emen orta yaş bunalımında ki anne haliyle görmemek için sessizce mırıldandım: Sırada ki parçayı Öğretmen Davut Ortaokulu son sınıfının en güzel kızına hediye ediyorum… Hâlâ daha açık havalarda obsesif tavırlarım ve anksiyetif bozukluklarım gözlemlenebilmektedir…
Kerim Kolat
İleride tüccar olup yüklüce paralar kazanabilirim düşüncesiyle “âşık olmaya” çalışıyordum.
Sulhi Ceylan
Benim zamanımda ortaokul 3 yıldı. Ve ortaokul binaları ilkokullardan ayrı olurdu. Ortaokulu Darıca’da okudum. Her gün belediye otobüsüne biner ve 40 dakikalık bir yolculuk sonunda okula gelirdim. Sınıfın en artist öğrencilerinden biriydim. Kızların gözü hep üstümdeydi ama çapkınlık denen şey bana uğramamıştı. O yıllarda kitap olarak Teksas, Red Kit, Zagor, Tenten gibi çizgi romanları okuyordum. En sevdiğim ise Tenten’di. Türkçe öğretmenini hatırlıyorum, beni müdür yardımcısının yanına götürüp dayak attırmıştı, çok yaramazdım. Müdürümüzü ise hiç unutmam: Hüsameddin Bey. Döveceği öğrencileri önüne dizer ve öğrencilerin saçlarının önünden yani perçemlerinden tutardı. Sonra hem saçlarını çeker hem de öğrencilerin kafasını çevirirdi. Saçlarımızı bıraktığında müdürün elinde bir sürü saç telimiz kalırdı. Anlayacağınız psikopatın tekiydi. O günden beri hem saçlarım hem de hayatım seyrektir.
Mustafa Çolak
Ortaokul’da sürekli okuldan okula nakil oluyordum. Babamın işi dolayısıyla oradan oraya sürükleniyorduk. Başlarında İzmir’de, sonlarında ise Mersin’deydik. Kaç okul değiştirdiğimi hatırlayamıyorum bile. Ama dönem ortasında bir okuldan bir başka okula nakil olmak kadar insana karizma katan bir şey yok. Bunu sonradan fark ettim. Çünkü herkes sene başında kaynaşmış oluyor ve sen sınıfın yeni yüzü olarak ortama sonradan katıldığın için tüm dikkatler üzerinde oluyor. Ve böylece yakışıklı değilsen de kızlar seni yakışıklı görüyorlardı. (görmek istiyorlardı) Ayrıca resim çizme kabiliyetimin tavan yaptığı zamanlardı. Türkçe kitabındaki Âşık Veysel resmine bakarak, oturduğum sıramın üzerine karakalem Âşık Veysel’i ve elindeki sazı çizmiş, tenefüsten döndüğümde sıramın başında kızların toplandığını ve “Bunu kim çizdi?” diye haykırdıklarını görmüştüm. Şimdiki gibi sessizdim, sakindim ve duygularımı yazıp çizerek anlatmayı severdim. Konuşmazdım. Kavga etmezdim. Veli toplantılarını hiç sevmezdim. Yaz tatilinde fotoğrafçıda çalışmıştım ve o zaman dijital dünya bu kadar gelişmediği için karanlık odada fotoğraf banyo ederdim. Arkadaşlarım beni çok severdi. Sevilecek çocuktum çünkü. Hayat beni kirletememişti. İngilizce hocama âşıktım. Böylece İngilizceyi durduk yere çok sevmiştim. Bir sınavdan da 98 alarak hocaya kendimi gösterme şansım olmuştu. Okul kantinlerinde yapılan salamlı veya sucuklu tostların kokusu hâlâ burnumda tüter. Yeterince param hiçbir zaman olmadığı için kokusuyla yetinir ve simit yerdim. Simiti de üç kişiyle bölüştüğüm için ortaokul boyunca sürekli açtım. Çocuklarıma, kesinlikle tost almaya yetecek kadar okul harçlığı vereceğim.
19 Yorum