Ortaokul Yılları

Yazarlarımıza ortaokul yıllarını sorduk. Birbirinden ilginç ve eğlenceli cevaplar sizi bekliyor.

***

Mehmet Raşit Küçükkürtül

Ortaokula başladığım sene resim öğretmenimiz Tülay Avcı Hanım’ın mesleğindeki gayretinden ötürü kendimi resimle uğraşan biri olarak buldum. İlk resim dersine ilkokulda çizdiğim resimlerin bulunduğu dosyayı getirmiştim. Tülay Hanım, bu resimleri biriktirişime hem şaşırdı hem de bu işi takdir etti. Hâlbuki ben iflah olmaz bir arşivciydim, sadece resimleri daha bir sürü şeyi biriktiriyor, saklıyordum: İlkokul defterlerim, bir oyuncağım (bu arada, galiba bir tane oyuncağım oldu), dedemin bıraktığı defter-mektup-fotoğraf koleksiyonu, henüz inkişaf etmekte olan kitaplığım vs. Kabul etmem gerekir sapkınlığa varan bir biriktirme temayülü vardı. Bugün de öyledir. Öte yandan profesyonel yazı hayatıma bu yılda, orta birde başladım: Okul gazetesinde ulusal basındaki muhalif köşe yazarlarını aratmayacak sert bir yazı yazmıştım. Bana haset eden bir çocuk bu yazıyı benim yazdığıma inanmamıştı. Üzüldüm çocuğun inanmayışına, bir şey demedim fakat içimde o gün çocukluğumun bir kısmı daha ölmüş oldu. Şaşırmıştım da üstelik: Niye ben yazmış olmayayım ki bu yazı o kadar da önemli değildi. Çünkü daha geçen yıl, beşinci sınıftayken, bir umumî Türk tarihi yazmaya girişmiştim. Bu komik hadise, bizim evdeki kitaplıkta bulunan kaynakların uzun süre taranıp okunması sonucunda olmuştu. Evde iki tane atlas, bir ansiklopedi ile dedemden ve babamdan bana gelen sınırlı sayıda tarih kitabı vardı. Ne yazık ki bu tarih kitapları bölük pörçüktü. O hâlde bu eksikliği gidermeliydim, oturdum ve bir Türk tarihi yazmaya başladım. Hâlbuki benden yıllar, yıllar önce Zeki Velidî Togan “Umumî Türk Tarihine Giriş” diye bir kitap yazmışmış, bunu yıllar sonra öğrendim. İnsanlar bendeki enerjinin ve çabanın farkında değildi. Altıncı sınıftayken bir aile meclisinde sorulan bir soru üzerine tarih profesörü olmayı düşündüğümü söyledim. Çünkü babamın demesine bakılırsa ordinaryüslük kaldırılmıştı, mecburen profesör olacaktım. Tabiî, benim bu hedefim o mecliste tebessümle karşılandı. On bir yaşındaki bu çocuğun hedefi herhalde sevimli gelmişti. Ama o tebessümler aynı zamanda bir ilim adamının da daha doğmadan öldürülmesiydi. Gerçekten iflah olmaz bir merakım vardı, orta birdeyken tarih profesörü olmak isteyen ben aynı zamanda uzayın sonu olup olmadığını bütün hocalarla tartışıyordum. Aciz ve yetersiz bir fen bilgisi hocamız vardı, beni bir türlü ikna edemiyordu uzayın sonsuz olduğuna. Bir keresinde zavallı adamla bir ders boyunca konuştuk. Ders bittiğinde çaresiz ve yorgundu, o hâli hâlâ gözümün önündedir. Yazacak daha fazla şey var ama insan üzülüyor. Neyse, çocuklara dikkat edin lütfen.

Davut Bayraklı

Ortaokul’da, evimizin hemen yakınında bir cami vardı ve vakit namazlara oraya giderdim. Evde su akmadığı için de üç günde bir su almak için yine camiye giderdim. Bu camiye gidiş gelişler ben de olumlu etki yapmış olacak ki hâlâ camiye gidiyorum, ama bu kez su bidonlarıyla değil de Sulhi Ceylan’la. Ankara’da Küçükesat’ta mahalle arasında top oynar, terli terli su içerdik ve hastalanmazdık. Özal ölmemiş, Demirel Cumhurun başı olmamış, Fenerbahçe henüz şikeye bulaşmamış, Maykıl Ceksin siyahtan beyaza dönmeye daha yeni yeni başlamıştı.

Her akşam okuduğum tarih romanları ile bir Orta Asya’ya gidiyor, bir balkanlara sıçrıyordum. Belki Aydoğan K henüz hayatımda değildi ve bu yüzden de mutlu olamıyordum. Ama Abdullah Karaca’yı da tanımıyordum ve bu da hoşuma gidiyordu.  Bir Trabzonspor maçında görmüş olabileceğim Mehmet Erikli’yle fanatikleştiğimizi düşünüyordum. Türkiye güzeldi, faili meçhuller henüz gelmemişti. En önemlisi de Muhsin Başkan yaşıyordu, davası için mücadele ediyordu. Bense onu o kadar da özlemiyordum çünkü hayattaydı ve her köşede konuşuyordu.

Hayatımızda yine kitaplar, sohbetler ve seyahatler vardı. Lise’nin hayalini kurarken, üniversiteyi pek düşünmüyordum. Ama bir akrabamın teşvikiyle askeri okul sınavlarına hazırlanmaya da kalkışmış, bereket bu tavırdan son anda vaz geçmiştim. Ankara’nın gecekondu semtleri daha kaybolmamış, varoş dediğiniz şey ortada canlı duruyordu. Münibüsçü olgusu gayet canlıydı, şehiriçi otobüsler biletli, şehirler arası otobüsler ise sigaraya açıktı.  Her şeye rağmen 1990’ın Ankara’sı güzeldi, ortaokulum güzeldi, kitaplarım güzeldi. Güzel olmayan tek şey ise zamanın ilerlemesi ve  1990’ların geride kalmasıydı.

Bilal Can

Kendi kendime şiirler yazıyordum. Ayrıca arkadaşların sevgililerine istek üzerine onların isimleriyle mektuplar yazardım. Onlar mutlu mesut yaşarlarken ben sote mekânlarda yalnızlığımla boğuşur saçma şarkılar dinlerdim. Proust’un Kayıp Zamanlar’ını bitirmeye çalışır, Doktor Jivago üzerine düşünceler üretirdim. Ne Türkçe öğretmenim beni anlardı ne tarih! Bu yüzden de vasatın az üstünde bir öğrenciyi oynardım.

Abdullah Karaca

Ortaokulda nasıl olduğumu düşünüyorum, evet yaramazdım, çok hayal kurduğumu söyleyebilirim, insanları şaşırtmak benim için çok kolaydı. Çünkü insan bütün egosuna rağmen aslında kolaydı. İnsanları izlemeyi seviyordum, matematikle başım beladaydı.

Matematiğin beni anlaması için henüz elinde bir formülü yoktu. Eğitim sisteminden nefret ediyordum. İş teknik derslerini seviyordum. Bir şeyler üretebildiğim tek ders oydu çünkü.

Çocuk ellerimle tasarımlar yapmak; Allah’ım ne büyük bir şey…

Saçları güneş sarısı kıvırcık bir çocuk düşünün, hayalimde bir oyun kurgulayıp, meyveleri bıçaklamayı seviyordum, asker oyuncaklarım çoktu, onları da sürekli çatıştırırdım, anarşizmi seviyordum, zira içimdeki duyguyu baskılayacak tek şey oydu. İnsanlarla değildi meselem.

Kendimleydi. Çok rüya görüyordum, hepsi gerçeklerdi, uyandığımda yeni bir rüya başlıyordu.

İbrahim Halil Aslan

En büyük derdimin, okul sonrası eczanede çalıştığım için “Tilki Vezir” adlı çizgi filmi izleyememek olduğu yıllar… Yaşıma göre çizgi film izlemek saçma görünse de; “Tilki Vezir” çok zevkliydi. Hatta zevk aldığım tek şeydi diyebilirim.

Aynı zamanda öğretmen henüz soruyu bitirmemişken cevabı söyleyen o ‘uyuz öğrenci’ olduğum yıllar… Hayat o zamanlar büyüklerin takdirini kazanmaktan ve kaybetmemeye çalışmaktan ibaretti. Yalnız kaldığım zamanlarda günlük tutardım. Adı günlüktü ama hiçbir zaman günü birlik yazmadım. Çoğunlukla bir şeye kızdığımda yazar; yatağımın altına sakladığım defterimde öfkelerimi biriktirirdim…

Yanlış hatırlamıyorsam, Simyacı’yı ve Alamut Kalesi’ni bu dönemde okumuş ve çok etkilenmiştim. İlk yazımı da altıncı sınıftayken okul dergisine yazmıştım. Ne heyecan… Sınıf arkadaşımla haftalık dergi çıkarmaya kalktık; okul dergisine rakip olur diye izin vermediler.

Son olarak küçük şehrin küçük insanları ancak doktor olmaya kadar hayal kurmaya müsaade ediyorlardı. Hâlbuki ben ordinaryüs profesör olacaktım. Sonra onun kalktığını duyunca çok üzülmüştüm. (Mehmet Raşit Küçükkürtül’den kopya değil; gerçek)

M. Emin Oyar

Okulumuzda 5. sınıfın sonunda karne notuna göre en başarılı öğrencileri bir sınıfta toplamışlardı. Öyle bir sınıfta geçirdiğim üç seneden bahsediyoruz. Öyle bir ortamda yaşamınızı sürdürebilmek için çalışmak zorundasınız. O yaşlarda rakiplerimin süt dişlerinin açtığı rekabet yaraları canımı yaktıysa da o yaraların izleri daha lisenin ilk yıllarında geçti. Ne olacaktı ki? Bir de, ortaokul son sınıfta F tipi mahkûmuydum. Bundan fazla söz etmek istemiyorum.

Bahadır Dadak

Taşrada büyüdüm ben. Doksanların kokusu hala üzerimdedir. Sulu göz, Warner Bross tasoları, çokobis ve yumiyum türevi her nevi şekerli gıda maddeleri ve muazzam oranlarda endorfin salgılatan fıstıklı çitoslarla derin ünsiyetler kurdum. Sonra kadrajlara sığmayan kocaman bir cisme dönüşmeye başladım. Ama yılmadım, üzülmedim, direndim ve nihayet daha çok yedim… Birinin annesi çağırsa ya da düşüp kafası yarılıp pekmezi aksa da beni de oyuna alsalar diye top yerine ikame edilen pet şişe kapaklarının anatomisini inceledim. O zamanlar şedit bir Atatürkçüydüm, tüküre tüküre andımızı okuyordum. Kaşağı hariç hiçbir kitap okumadım. Sonra, modern tabirle ilk gençlik dönemlerim geldi. Boyum uzadı, sesim bir kaç ayda dokuz oktava kadar çatallanmaya başladı, obsesyonlarım artmaya başladı, Mikasa marka dikişli topla tanışınca mahalle futbol takımlarında yer almaya başladım, böylelikle obsesyonlarım tavan yapmaya başladı. Bu süre içerisinde takriben 25 gözlük parçaladım. Babam bir gün ağzıma tekme attı. Abimin gizli gizli sigara içmesini Mossad ajanları gibi gizlemeyi şiar edinmiştim. Gerçekten berbat, anksiyetif bozukluklar yaşadığım acayip bir dönemdi. Sonra bir gece içerisine kaset koyulan ve bir aparatla kulağa ses veren bir makine edindim. Düş Sokağı Sakinleri’nin en revaçta olduğu dönemlerdi. “Sevdan Bir Ateş” falan. Aman Yarabbi! Gereksiz, acılı, lümpen bir melankoli kapladı bünyemi. Sıkıldım, radyoyu açtım. Damarın merkezi binnnnbir fm’i dinledim biraz. Tostçu Altan’ın elemanı Ali abi falan mikrofonda olabilirdi. Tam olarak hatırlamıyorum. Şöyle diyordu: İbrahim Erkal’dan Canısı parçasını şu an Hakkâri Yüksekova’da askerlik vazifesini yapan Mehmet kardeşime, Yeşilova köyünün en güzel kızına, sınırda nöbet tutan tüm Mehmetçiklerimize, şehit ailelerine, Kamile’den biricik aşkı Yusuf’a, tüm kader mahkûmlarına, son ütücülere, şuan dur durak bilmeden direksiyon sallayan tüm kamyonculara ve tabiî ki sevenlere ve tabiî ki sevipte sevginin değerini bilemeyenlere gelsin… Da da da da damarın merkeziiii… Ahizeyi kaldırdım, hiç ağlayasım yoktu, sanki şarkının nakarat kısmına saklamıştım kendimi. Ne var ki ağlamak zorunda hissediyordum… Numarayı çevirdim, (tuşlamadım çevirdim) genç bir adam çıktı, annemi uykudan uyanmış saçı başı dağınık enerji emen orta yaş bunalımında ki anne haliyle görmemek için sessizce mırıldandım: Sırada ki parçayı Öğretmen Davut Ortaokulu son sınıfının en güzel kızına hediye ediyorum… Hâlâ daha açık havalarda obsesif tavırlarım ve anksiyetif bozukluklarım gözlemlenebilmektedir…

Kerim Kolat

İleride tüccar olup yüklüce paralar kazanabilirim düşüncesiyle “âşık olmaya” çalışıyordum.

Sulhi Ceylan

Benim zamanımda ortaokul 3 yıldı. Ve ortaokul binaları ilkokullardan ayrı olurdu. Ortaokulu Darıca’da okudum. Her gün belediye otobüsüne biner ve 40 dakikalık bir yolculuk sonunda okula gelirdim. Sınıfın en artist öğrencilerinden biriydim. Kızların gözü hep üstümdeydi ama çapkınlık denen şey bana uğramamıştı. O yıllarda kitap olarak Teksas, Red Kit, Zagor, Tenten gibi çizgi romanları okuyordum. En sevdiğim ise Tenten’di. Türkçe öğretmenini hatırlıyorum, beni müdür yardımcısının yanına götürüp dayak attırmıştı, çok yaramazdım. Müdürümüzü ise hiç unutmam: Hüsameddin Bey. Döveceği öğrencileri önüne dizer ve öğrencilerin saçlarının önünden yani perçemlerinden tutardı. Sonra hem saçlarını çeker hem de öğrencilerin kafasını çevirirdi. Saçlarımızı bıraktığında müdürün elinde bir sürü saç telimiz kalırdı. Anlayacağınız psikopatın tekiydi. O günden beri hem saçlarım hem de hayatım seyrektir.

Mustafa Çolak

Ortaokul’da sürekli okuldan okula nakil oluyordum. Babamın işi dolayısıyla oradan oraya sürükleniyorduk. Başlarında İzmir’de, sonlarında ise Mersin’deydik. Kaç okul değiştirdiğimi hatırlayamıyorum bile. Ama dönem ortasında bir okuldan bir başka okula nakil olmak kadar insana karizma katan bir şey yok. Bunu sonradan fark ettim. Çünkü herkes sene başında kaynaşmış oluyor ve sen sınıfın yeni yüzü olarak ortama sonradan katıldığın için tüm dikkatler üzerinde oluyor. Ve böylece yakışıklı değilsen de kızlar seni yakışıklı görüyorlardı. (görmek istiyorlardı) Ayrıca resim çizme kabiliyetimin tavan yaptığı zamanlardı. Türkçe kitabındaki Âşık Veysel resmine bakarak, oturduğum sıramın üzerine karakalem Âşık Veysel’i ve elindeki sazı çizmiş, tenefüsten döndüğümde sıramın başında kızların toplandığını ve “Bunu kim çizdi?” diye haykırdıklarını görmüştüm. Şimdiki gibi sessizdim, sakindim ve duygularımı yazıp çizerek anlatmayı severdim. Konuşmazdım. Kavga etmezdim. Veli toplantılarını hiç sevmezdim. Yaz tatilinde fotoğrafçıda çalışmıştım ve o zaman dijital dünya bu kadar gelişmediği için karanlık odada fotoğraf banyo ederdim. Arkadaşlarım beni çok severdi. Sevilecek çocuktum çünkü. Hayat beni kirletememişti. İngilizce hocama âşıktım. Böylece İngilizceyi durduk yere çok sevmiştim. Bir sınavdan da 98 alarak hocaya kendimi gösterme şansım olmuştu. Okul kantinlerinde yapılan salamlı veya sucuklu tostların kokusu hâlâ burnumda tüter. Yeterince param hiçbir zaman olmadığı için kokusuyla yetinir ve simit yerdim. Simiti de üç kişiyle bölüştüğüm için ortaokul boyunca sürekli açtım. Çocuklarıma, kesinlikle tost almaya yetecek kadar okul harçlığı vereceğim.

DİĞER YAZILAR

19 Yorum

  • veronika , 17/08/2014

    Ah Bilal Can.

  • muharrem , 16/08/2014

    Bir kişiye sadece yazılarından yola çıkarak çeşitli psikolojik rahatsızlıklara sahip olduğunu söylemek ne kadar mümince bir tavır? Ben böyle bir şey mi yapmışım?! Allah muhafaza…

    Ortada çok büyük bir algı problemi var. Bu algı problemi sizden kaynaklanıyor. Çünkü ben bu kadar “garip” anlaşılabilecek şeyler söylemedim. Lütfen, madem bu kadar yanlış anladınız dadak’ın ve benim yazdıklarımı tekrar okuyunuz. Ben kimseye ne teşhis yaptım ne de kimseyi itham ettim! Zaten yazar kendisi böyle takıntılarının başladığını, olabileceğini vs. yazısında tam iki kere yazmış. Ben de buna binaen zaten Allah uzak etsin diye başladığım cümlelerde bunlarla alakalı birkaç düşündüğümü yazdım o kadar! Demek ki dikkatli bir okur hiç değilsiniz ya da dediğim gibi büyük bir algı problemi çekiyorsunuz. Çünkü gerçekten yazdığınız gibi düşünüyorsanız şahsıma haksızlık etmiş olursunuz.

    İthamlara örnek mi veremedim sizin yazdıklarınız topyekun itham! Hele şu son söyledikleriniz! Sizin üslubunuz bu olmuş kardeşim. Edebifikir’i de meşgul etmeyin. Mail adresime yazın hala devam ettirmek isteyecekseniz: yunusfuat@hotmail.com.

  • İçsel Buhran , 15/08/2014

    Muharrem Cezbe namı ile ortaya çıkan zata hitaben;

    “İçsel Buhran” diye yapılan tamlama neresinden tutulsa elde kalacak bir yapıdır. Evvela cumhuriyet ideolojisinin sapkın ve sapık dil uzmanlarının cânım dilimize soktuğu -sAl ekinin kullanılması kesinlikle yine cânım “-î” ekimizle birlikte dilimize zulümdür.Bunun yanında zaten “bunalım, kriz, aşılamayan bir eşik” şeklinde tanımlanan buhran da hâl-i hazırda “içsel”dir “dışsal” bir bunalım zaten yoktur. Kişinin iç dünyasında yaşadığı tamamen ruhî (uydurukça ile ruhsal) bir durum olarak ortaya çıkan bu marazın dışta olması gibi bir durum söz konusu olmadığından lise giriş sınavlarına hazırlanan bir ortaokul talebesinin ilk gördüğü anda anlayabileceği bir anlatım bozukluğudur.

    Allah’ım eleştiri iddiasıyla ortaya çıkan bazı kimesnelerimizi münekkid yap ve onların yardımcısı ol. Zira boylarından büyük işlere kalkınca perişan oluyorlar. Sonra Allah muhafaza “içsel buhran”lar yaşayabilirler.

    • muharrem , 15/08/2014

      -sel sal eki hakkındaki görüşlerinize aynen katılıyorum. Bundan taa 5 sene önce Türkçeci bir üniversite hocasıyla bu meseleyi konuşmuştuk; -sel sal yerine –î eki kullanılması gerekliliği. Ancak bu pek mümkün görünmüyor gerçekçi olacaksak. Zira bu berbat ek artık dilimize yerleşti neredeyse. Ancak sizin gibi cengaverler sayesinde bir mücadele veriliyordur belki. Ben basit bir yorumda anlatım bozukluğu yapmayı normal karşılayan bir kimse olduğum sürece bu savaşta yenik durumda olacağım. Çünkü sizin dediğinizin tam aksine eleştiri yapmak gibi bir niyetim yok. Yazdığım bir tenkit değil sadece bir yorum. O kutsal görevi münekkitlere bırakıyorum ve duanıza amin diyorum.

      Muharrem namı ile ortaya çıkmak gibi bir ikinci basiret şelalesi ithamınıza gelirsek de: Cezbe’nin yazılarını pek severim. Kullanıcı adı olarak da ilk aklıma o gelmiş. Ayrıca cezbe gerçekten kim, ben olmadığıma göre?

    • İçsel Buhran , 15/08/2014

      “Türkçeci” bir hoca? İlginç bir tanıtım. Türkçe’nin muhafaza edilmesi gerektiğini savunan bir hoca idi sanırım ve bu durum da ona “Türkçeci” gibi bir sıfatla geri döndü. Sıfatlandırmayı ne çok seviyoruz. İslâm davasını savunana İslâmcı, Türklük konusunda hassas olana Türkçü… Sanırsın bu adamlar tüccar ve -cI eklerinin geldiği kavramları alıp satıyorlar…

      Mümkünlüğü konusuna gelirsek “kutsal” yerine “mukaddes” derseniz gayet mümkün. Türkçe sizin sandığınız kadar basit bir dil değil. Yerine kullanılacak onlarca kelime bulunabilir. Yeter ki gayret edelim. Dil canlı bir varlıktır ve insanlar nasıl eğitiliyorsa dilin de eğitilip ıslah edilmesi gayet mümkündür. Elbette bunun için mücadele edecek “cengaver”ler olduğu müddetçe… Bunun için mücadele etmeyenleri de Allah’a havale edelim.

      Gelgelelim anlatım bozukluğuna. İnsanların ruh halleri konusunda “anksiyete bozukluğu, obsesif kompulsif, içsel buhran” gibi bir psikolog yahut psikiyatr edası ile tesbitlerde bulunup da yaptığınız anlatım bozukluğunu basit bir yorum olarak nitelendirmek de nedir kuzum? Yapmayın Allah aşkına. Yorumlarınızın ayağı yere bassın. ve bir Müslüman’a yakışır bir şekilde iyi niyet çerçevesinde olsun.

    • muharrem , 16/08/2014

      -cı ci eklerinden rahatsız olanlardansanız yapacak bir şey yok. Bu, hoca kelimesini sadece dini manada kullanıldığını sanılmak gibi bir şey sanırım. İzniniz varsa bundan sonraki hayatımda da kullanmaya devam edeceğim inşallah.

      Bir Müslümana yakışan davranışları şahsıma tavsiye ettiğiniz yorumlarınızda sayamadığım kadar çok ithama yer veriyorsunuz. Çok garip. Garip bir çağ yaşıyoruz. Bu gariplik örnek olabilmeye galebe çalıyor olmalı. Bizim büyük garipliğimiz… Öncelikle, dil sandığım kadar basit bir şey değilse ben sanmadığım derinliğini öğrenmek için danışacağım kişinin siz olmadığını iyi biliyorum.

      İyi niyetten yoksun bir yorum yazdığımı düşünmüyorum. Öyle anlaşılmış demek ki ya da sizin gibi şu akıp giden garipliğe dahil edebileceğim kişiler tarafından bu böyle algılanıyor. Evet, o garipliğe dahil olmanın çok kolay olduğunu belirtmeme gerek yok. Ayrıca sayın Dadak’ın yazdıkları bir okur olarak bana o yorumu yazdıracak durumda hissettirdi. Yani tespit falan yapmama gerek kalmadan. Çünkü yazı bir noktada bağırıyordu. O noktayı açık edersem ancak şimdi kötü bir niyete kaçmış olurum.

      Basit bir yorumdan kasıt Türkçe açısından öyle olması idi. Bir kitap, bir tez yazmıyoruz neticede. Yorum odur ki ilk akla gelenler ilk akla gelen kelimelerle yazılır. Bu yüzden basittir. Ama orda da Türkçe’yi korumak gerekir derseniz dahil olduğunuz ya da sizi dahil ettiğim gariplik dairesinden azat olmaya sadece bir hak kazanmış olursunuz, o kadar.

    • İçsel Buhran , 16/08/2014

      Benim kim olduğumu nereden biliyorsunuz ki “danışacağım kişinin siz olmadığını iyi biliyorum” diyorsunuz. Ben de sizi tanımıyorum fakat yazdıklarınızdan anladığım kadarıyla; şiir dersine, Türkçe dersine ve bilhassa fikir dersine şiddetle ihtiyacınızın olduğunu görüyorum. İstediğiniz vakitte bu konularda size yardımcı olabilirim.

      Elbet bu da ön yarının başka bir örneği. -cI eklerine rahatsızlığımın sebebi gramatik olarak değil yalnızca öteden beri gelen zihinlerin sınırlara alınmasından dolayıdır. Size -cI ekleri ile sınırlanmış köşeli dünyanızda mutluluklar diliyorum. Elbette sizin gibi düşünen insanlar hayatta çok daha mutlu olmuşlardır.

      Yani şu yazdıklarınız gittikçe sizin için trajik bir hal almaya başladı gerçekten. Benim itham ettiğimi söylüyorsunuz bir tane bile örnek veremiyorsunuz. Kendinizin yaptığı hastalık teşhislerini -ki bunlar hakaret olarak bile kabul edilebilir- itham olarak değil yorum olarak kabul ediyorsunuz. Yorum ilk akla gelen şeylerin yazılmasıdır yazıyorsunuz. Bunu diyerek yazıyı yazan – her kim olursa olsun, yazı nitelikli olsun yahut olmasın- kişinin emeğine haksızlık etmekle beraber kendi zihninizi de hafife alıyorsunuz. Emek verip bir şeyler üreten insanları ilk akla gelen şekilde yorumlamak ne kadar yakışıklı bir tavır olabilir?

      Bir de çerçevesinin ne olduğu muallak olan gairplik dairesni belirlemişsiniz, beni o dairenin içine dahil ediyorsunuz. Şahsım adına standart olarak yaşanan dünya içerisinde bir gariplik dairesi içinde olduğumu düşünüyorum evet. Bu da beni sınırlarını kendisi belirlemiş, köşeli dünyalarında yaşayan insanlar karşısında daha diri ve dik tutuyor. Fakat sanırım sizin söylediğiniz garabet bu değil. Sizin söylediğiniz garipliğin ne olduğunun siz de farkında değilsiniz ki ne idüğünü anlatmamışsınız.

      Bir mümine yakışan tavır içinde yorum yapmanızı tavsiye ettiğim için böyle bir şey söylemişsiniz. Bir kişiye sadece yazılarından yola çıkarak çeşitli psikolojik rahatsızlıklara sahip olduğunu söylemek ne kadar mümince bir tavır? Yalnızca bunun cevabını vermeniz kafidir. Yok eğer yazdıklarını ilmî olarak analiz edebilecek düzeyde edebiyat ve psikoloji yetisine sahipseniz ben sizden özür diliyorum. Ama hiç tanımadığınız birisine ilmî yetiye sahip olmadan böyle yorumlarda bulunmak tekrar soruyorum ne kadar mümince bir tavır? Diyeceksiniz ki nereden biliyorsun tanımadığımı? Evet eğer tanıyıp ve aynı şeyleri kendisinin de yüzüne söylediyseniz tekrar özür diliyorum. Ben sadece buradaki yorumlar üzerinden konuştum. Fakat eğer kendisini tanıyıp da burada kendi isminizi gizleyerek bu yorumları yaptıysanız bu ne derecede mümince bir tavır? Tanımayıp yaptıysanız ne derece mümince bir tavır? Mesele tenkid etmek değil. Mesele iyi niyetli tenkid etmek. Yıkıcı bir tenkid dahi olsa bunun iyi niyet çerçevesinde olması gerekir. Tenkid edenin de kendi içinde tutarlı olması gerekir. Sitede onlarca tenkid yazısı okudum fakat sizinki kadar art niyetli bir yorum okumadım. Yazık.

  • eşref bitlis , 13/08/2014

    kimdir bilmiyorum ama birisi bahadır dadak’a haset ediyor. ben bahadır dadak’ın şiirlerini seviyorum. soruşturmaya verdiği cevabı da çok beğendim. inşallah söylediği sözün hesabına verebilecek büyük bir şair olur, amin.

  • muharrem , 13/08/2014

    Elif Betül Hanım’a açıklama:

    İçsel, içle ilgili, için ilgilendirdiği, içe müteallık. Dışardan değil içerden. Buhran; bunalım, kriz, aşılamayan bir eşik, deprression (ing.) Cümle içinde: Üç gecedir gelmiyor, o kadar buhran içindeyim ki. P. Safa. Ya da .. manevi buhranın gitgide bir çeşit deliliğe yaklaştığını hissediyordu. Y. K. Karaosmanoğlu. Şimdi bunları birleştirebilirsiniz.

    Yazar şairlerin kahır ekseriyetinin kabiliyetlerini göstermek için edinmek zorunda, edinmek isteğinde, edinmek durumunda oldukları hal.

    Doğal olanı tercih sebebidir.

    Bu olmadan da olur mu olabilir.

  • muharrem , 09/08/2014

    Allah uzak etsin ama anladık kaç kere yazmşıssın sen farklısın diğer insanlardan sayın bahadır evladım, sende anksiyete bozukluğu ya da obsesif kompulsif var. yani şair olmaya çabalıyorsun, içsel buhranların var ama bir istatistiki bilgiye göre yazar şair takımında bu saydıkların olmaz “mani” olur. bir dahakine öyle yazarsın tamam. hadi bakalım

    • kertenkelebek , 09/08/2014

      Efendim,biz sizi pek kıymetli edebi tetkiklerinizle,kalbe dokunan şifalı nazarlarınızla ve dahi pek mümtaz türk lisanınızla bellemiş idik. Fekat yaşınızın ilerlemesiyle havsalanızın sulandığını, nefsani temayüllerinizin arttığını,bu minvalde müelliflerin nesirlerinden ve nazımlarından ve dahi çizimlerinden ziyade bizatihi şahsiyetleriyle iştigal olduğunuzu görüyoruz. Edebifikir güruh-u nacilerinin ve mostar mecmualarının okurları olarak filhakika pek müteessir olduk..

    • recep , 11/08/2014

      Cezbe iyi söyledi. Şair olmaya çalışılmaz, olunur!

    • Tayyip , 11/08/2014

      “Şair olmaya çalışılmaz, olunur!” ağır saçmalamışsın recep.

    • elife betül korkmaz , 13/08/2014

      içsel buhran nedir muharrem bey?

  • Bedreddin , 09/08/2014

    her şey iyi güzel…

    ancak
    bahadırın yazısı beni çok yordu!

  • Türk Nöroşirurji Uzmanı , 08/08/2014

    İncelenmeye değer birçok şey var:

    M. Raşit Bey’den dinleyelim:

    Tülay Hanım, bu resimleri biriktirişime hem şaşırdı hem de bu işi takdir etti. Hâlbuki ben iflah olmaz bir arşivciydim…

    Hımmm..

    Nedene acaba,

    enteresaaannn..

    ***

    Abdullah Bey’e yoğunlaşıyoruz:

    Çocuk ellerimle tasarımlar yapmak; Allah’ım ne büyük bir şey…

    Samimi ifadeler satır aralarında kendini gösteriyor.

    Çocuksu ve büyüleyici!

    Bence önemli olan bu ruh hâlinin kaybolmamış olması.

  • batmen' , 08/08/2014

    “asker oyuncaklarım çoktu, onları da sürekli çatıştırırdım, anarşizmi seviyordum, zira içimdeki duyguyu baskılayacak tek şey oydu.”

    vay be,
    çocuklukta neler yaşıyormuş millet böyle

    büyüyünce ne oldu bu insanlar?
    onları çok merak ediyorum ben asıl…

  • taçsız kral , 08/08/2014

    Abdullah karaca çocuk olmuş haaa! Vay be! Hem de bir şeyleri bıçaklayan bir his taşımış! Demek ki sizin sanatçı dediğiniz Karaca kişiliği, bildiğimiz piskopat tavrıymış. Korktum, çok korktum.

  • furkan , 07/08/2014

    Kasaba okulunun eğitim düzeyi yetersizdi ve kasaba şehre yakın olduğu için ortaokula şehirde başladım ama ne başlamak çok yabancılık çektiğimden ilk aylarım tuvalette ağlamakla geçti. Yavaş yavaş alışmaya başlasam da okul bana hep yabancı geldi. Bir miktar oyunculuk yeteneğim sayesinde insanlarla biraz içli dışlı oldu tabi buda bir süre sonra bana ters tepki yaptı çünkü beni her gören oynadığım rolden ötürü ”deli dokturuuuu naber la” diyorlardı.Her neyse çeşitli alışkanlıklarım vardı ve ben hocaların o garip garip bakmalarından ötürü karamsar bir hale bürünmüştüm. Bu çocuk niye bu halde diyen yoktu hep dışlama hep alay, saçını başını yolduğum kızlar ne diye güler yüz göstermezsiniz. Ortaokul yıllarım vasattı kimseye sevmedim. Mutlu çocuklara imrenirdim, kilom vardı top oynayamazdım. Ha birde yazılılardan düşük aldım diye ağlayanları görünce benim psikoloji tüm giderdi olurdum paranoid şizofren sonra neye ağlarsan ağla.

    Edebifikir de olmasa içimizi dökeceğimiz kimse yok arkadaş.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir