Mehmet Sabri Genç: Yazmaya 10 yaşında başladım. Haberler sürekli Bosna’daki savaşı gösteriyordu. Ayrıca Filistin’deki zulmü de izliyorduk. İlk yazdıklarım Bosna ve Filistin üzerine şiirlerdi. Hâlâ o ajandam durur. Hep savaşın farklı türleriyle karşılaştım yaşamımda. Kimi zaman yaşamın zorluklarına karşı savaşan kişiler, kimi zaman da kendi savaşım ilham oldu. Bunun dışında bir başka ilham da rahmetli babamın suskunluğuydu. Ömrüm boyunca yazayım diye sanırım ömrü boyunca sustu. Ben onun sükûtunun arkasına gizlenmiş hikâyeleri ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Babamdan bana kalan tek miras onun suskunluğuydu. Bu miras bana ömür boyu ilham olarak yeter… Sükût, yazının seslerini yüklenerek evrensel bir çığlığa dönüşebilir. Ancak işitebilen dimağlar, evrensel bir çığlığa ulaşabilirler.
Davut Bayraklı: Yazmak, en temel anlamda bir ihtiyaçtır ve genel olarak yazmaya başlayanlar bu ihtiyaca binaen yazarlar.
Edebiyat dünyasının en büyük yazarından en küçüğüne kadar hemen hemen hepsi, kendilerini yazmaya iten saikleri tam olarak bilmeden yazarlar. Yazdıkların beğenilmesi, metinleri büyük kitlelerin okuması, takdir görmesi ise yazma eyleminden sonra devreye giren bir durumdur. En genel anlamda insan, bir derdin sahibi olduğu için, bir şeyleri, beğendiği ya da beğenmediği için yazar. Yazar dediğin adam, var olan sistemde gördüğü aksaklıklara bir sitem olsun diye kâğıda kaleme sarılır.
Hangi edebi türde yazdığınızın da bu noktada çok bir önemi yok. İster hikâye yazın, ister şiir, isterseniz de roman, anı, gezi notları. Eğer insan bir dert sahibiyse yazar. Koca koca yazarlara bu soru sorulduğu zaman dünyayı daha güzel bir yer kılmak için yazdıklarını söylüyorlarsa ben buna pek inanmam. Şair dışında bu cümleler bana gereksiz romantik tavırlar olarak görülür. Yaşamıyla, hayata karşı duruşuyla değiştiremediğiniz bir dünyayı metinlerinizle hiç değiştiremezsiniz beyler, uyanın!
Peki ben neden yazıyorum?
Tamamen kendim için yazıyorum. Yazdığım tüm metinler kendim için. Hatta Sulhi Ceylan’a yazdığım mektuplar bile. Bir adım daha ileriye gideyim, yaptığım tüm okumalar, notlamalar, fişlemeler… Hepsi kendim için.
Milan Kundera, kimsenin söylemediğini söylemek için yazıyorum der. Benim öyle bir derdim de yok. Zaten bir şeyi ben söylememişsem, onu kimse söylememiştir. Bunu neden dert edeyim ki! Topluma karşı duyulan bir sorumluluk için yazdığını söyleyen yazarlar da var. Ya da tarihi, kayıt altına almak için yazdığını iddia edenler de… Benim için hiç birisi geçerli değil.
Ben, kendim için yazıyorum, belki okurlarımla birlikte (eğer bir okurum varsa) o metinleri tekrar tekrar okuyabilirim düşüncesiyle yazıyorum.
Benim, neden yazdığımı bu kadar merak eden okur! Peki, sen neden okuyorsun ey okur?
İbrahim Halil Aslan: İlkokul dört veya beşinci sınıftaydım. İnsanlara ve gerçekliğe dair büyük şüphelerim vardı. Benden başka herkesin hayalimde vehimlerini taşıyordum sadece. Daha doğrusu öyle olmadığını biliyordum fakat kendimi inandıramıyordum. Mesela bir odada konuştuğum insanlar ben oradan çıktığım an buharlaşıyor geri döndüğümde ise sanki tekrar vücut buluyorlardı. Olmadığım yerlerde insanların yaşadığını, büyüdüğünü, yürüdüğünü -özellikle de hareketi ifade etmesi bakımından yürüdüğünü- aklım almıyordu. Hatta o kadar ki; geçmişin dahi gerçek olduğuna kendimi inandıramıyor, aksine sanki hakikat; geçmiş diye hatırladıklarımın düş ürünü olduğundan ve kendimi bunların gerçekliğine inandırmak için kandırmaya çalıştığımdan ibaretmiş sanıyordum. Bu zandan kurtulmak için yazmaya başladım. Doğrusuna yanlısına bakmadan, hatta bazen ‘sevgili günlük’ gibi klişe ifadelerin eşliğinde, ama mutlaka tarih ve saat yazarak notlar aldım. Bu yüzden bazılarının yazacak başka bir şey bulamadığından yazdığı, geri kalan en az klasikleri okumuş azınlığınsa özgün olmadığı için yerden yere vurduğu “bu sabah kalktım” gibi hiçbir anlam ifade etmeyen cümleler bile benim için zaman çizelgesi üzerinde cankurtaran simitleri oldu.
Böylece yazmaya başlamış oldum diyebilirim. Bana ihtiyaç olup olmadığı sorusu hiçbir zaman aklıma bile gelmedi. Diğer taraftan hatırlamak ve gerçekliğine inanmak için başka kitapları okumaktansa neden kendim notlar aldım? Burası çelişkiler yumağı. Şu kadarını söyleyebilirim ki zaten bütün her şeyin ne kadar somut olduğunun farkındaydım. Sadece kendimi inandıramıyordum. Bu yüzden yazıldığı âna da şahit olmalıydım.
Abdullah Karaca: Ortaokul ve lise yıllarım içime kapanık olduğum dönemlerdi. Başkalarına derdimi anlatıp, onların beni anlamasından medet ummak yerine yazmak ve yazıyorken sarıldığım kalemin kömür ucuyla, kendi karanlığımdan kurtulmaya çalışmak… Yine tenakuz; tıpkı doğruyu aradığım yanlış çekmecelerdeki nafile uğraşlarım gibi. İçime hapsolmuş mahkûmun demir parmaklıklarını sarsan isyanı varken başkalarının dediğini duyamıyorum. Ben sadece içimdeki tutsak adamı kurtarma peşindeyim. Hepsi bu…
M. Emin Oyar: Küçük yaşlardan beridir bir heves benimkisi. Belki de egomu tatmin ediyorumdur, bilemiyorum. Ama yazmak benim için bir ihtiyaçtır diyemeyeceğim. Yazmadan da yaşayabileceğimi, üstelik daha rahat bir hayatım olacağını biliyorum. Yazdığımız metinler için de okuduklarımızın dışavurumu diyebiliriz. Fakat bu sadece okuduğumuz kitaplar anlamına gelmez. Çevremizi, insanları, doğayı ve tabiî ki de kendimizi okuyoruz. Tüm bu okumaların ve tefekkürlerin sonucunda yazma ihtiyacı hissediyoruz.
Samet Çıldan: Yazmasaydım çıldırmayacaktım. Belki yazdıkça çıldırırım, bilmiyorum. Yazıyor olmamın somut iki sebebi var esasen. İlki şudur ki: Bir gün Gönen’de bir sahafa denk gelmiştim. Gayet ucuzdu kitaplar. Alabildiğim ne var ne yok almıştım. Aralarında, o güne dek ismini hiç duymadığım merhum Hasan Nail Canat’ın ‘Gül Yarası’ isminde, biraz acemice yazılmış bir romanı vardı. İtiraf edeyim ki beni hüngür hüngür ağlattı. Sonra Hasan Nail Canat’ı araştırdım, 2004 yılında vefat etmişti. Sene sanırım 2012 idi ve ölümünün üzerinden hayli zaman geçmişti. “Bir adam ki” dedim, “ölüdür ve arkasında şunca zaman sonra birini ağlatacak bir eser bırakmıştır.” Öldükten sonra buralara; işte binalara, kuşlara, ırmaklara ve insanlara bir şeyler bırakmak için yazmaya karar verdim diyebilirim.
Kendimi yazmaya zorladığım genel anlamdaki ikinci sebep ise, kıyıda köşede kalmış naif, içli, dertli ve derdini demeyen insanların varlığıdır. Narsizmin her dakika yağlı urganlarını boğazlarımıza geçirdiği şu zamanlarda, o insanların göz ardı edilişi kanıma dokundu açıkçası. Özelde ise bir şehit çocuğu fotoğrafı. Şehit uzman çavuşun mezarının başında bir selam durmuş babasına. Ağlamıyor. Çocuktur, ağlasa yadırgamazsınız. Ama ağlamıyor. Yüzünde dağ rüzgârlarından, Asya bozkırlarından kalma bilmem kaç bin yıllık bir asalet. Kumral saçları var. Hafif dalgalı. Gözleri mezarda ama ağlamıyor. Bu çocuklar ağlamıyor diye unutulmaya mahkûm değildir anlıyor musunuz? Siyasiler söylevlerine malzeme ettikçe üstünkörü hatırlanır gibi yapılan bu çocuklar, ağlamıyorlar. Belki de biz onların yerine ağlayamadığımız için, ağlayamayacağımızı bildikleri için gözlerini umuma açık yerlerde yormuyorlar. Belki de hâl diliyle bize şunu söylemeyi murad ediyorlar: “Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz.”
Bahadır Dadak: Neden sorusunu cevaplamadan evvel ne zaman sorusunu cevaplamak gerekiyor sanırım. Ne zaman yazmaya başladığımı hatırlamıyorum. Hafızam pekiyi değildir. Henüz ortaokula başlamadan evvel paraşütle bir yerlere uçtuğum kısa hikâyeler kaleme aldığımı hatırlıyorum sadece. Oldukça heyecanlı hikâyelerdi. En yakın arkadaşımla maceradan maceraya koşuyorduk. Çok komik metinlerdi.
Dönüp baktığımda aynı nedenden ötürü yazıp çizdiğimi söyleyebilirim. Can sıkıntısı. Daha sonraları yapıp ettiklerimi bazı insanların önemsediklerini gördüm. Hatta yazıp çizmem için bana para vermeye başladılar. Bende yazıp çizdim.
Yazdığım metinlerin çoğunu siteden kaldırttım. Bir iki deneme istisna yedi sekiz aydır kalemi kâğıdı elime almışlığım yok. Edebiyatın ve şiirin ne olmadığını yeni yeni anlıyorum çünkü. Hepimiz yazmak zorunda değiliz, iyi ve faydalı kitapları hakkını vererek okumak ortalama bir metin, vasat bir şiir yazmaktan daha önemli.
Hamd olsun ontolojik problemlerden mustarip falan değilim. Varoluş sancısı gibi havalı problemlerim de yok. Eskisi kadar sinirli ve heyecanlı da sayılmam. Canım sıkılıyor sadece, bu yüzden yazıyorum.
Celal Kuru: Benim yazma serüvenim bir etki olarak değil, tepki olarak başladı. Okuduğum dünya klasiklerinde -ki en başı “Sefiller” çeker- yapılan misyonerlik hareketleri, “Suç ve Ceza”da dinimize yapılan hakaret, Cumhuriyetin ilk dönemlerinde bizde yazılan romanlar, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, İhsan Oktay Anar’ın yaptıkları, yapmaya çalıştıkları, bizim cenahtakilerin itikâdî problemleri beni “Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat mensubu olarak bu eserlerin hakîki yüzleri ortaya serilmeli, eleştirilmesi hatta sadece eleştirmekle kalmayıp aynı seviyede ya da bir üstüne çıkarak verilmeli” dürtüsünü uyandırdı içimde. İşin içine girdiğimizde ise meselenin bu kadar kolay olmadığını idrâk ettim. Bütün gayretini bu yönde sarf etmedikçe bir cümle bile kuramayacağını, dolmadan taşılmayacağını, erken doğan çocuğun yaşamayacağını, acele etmemiz gerektiğini yakînen gördüm.
Şimdi bir kısırlık, bir tıkanma tebârüz etti. Ya niyet edip daha sağlam bir şekilde yola koyulacağım ya da “Muhafazakâr bir hayalperest” olarak tarihin tozlu sayfalarında veya internet çöplüğünde yitip gideceğim.
Sulhi Ceylan: Yazmaya ciddi olarak üniversiteden sonra başladım. Öncesi ise yoğun okumalarla geçti. Gerçi hâlâ devam ediyor okumalarım. Hatta okumaktan fırsat bulabilirsem yazıya vakit ayırıyorum diyebilirim. Bir de şöyle bir durum var. İbn Arabî hazretleri, Dücane Cündioğlu, Salih Mirzabeyoğlu, Oruç Aruoba, Stefan Zweig vb. zatların kitaplarını her okuduğumda neden yazıyorum diye kendime kızıyorum. Sonra en iyi metni yazmak gibi bir sorumluluğumun olmadığını ve “Olanda hayır vardır” düsturunu hatırlayıp biraz rahatlıyorum.
Açıkçası hâlâ neden yazdığımın açık bir cevabını verebilmiş değilim, farkındayım. Bu sebeple kıyılarda dolanıyorum. Allah’ın bir isminin de el Hakîm olduğunu bilmez değilim. Hatta kâinata meydana gelen her fiilde bu ismin tecellileri olduğunu bilmekle birlikte her fiildeki tecelliyi göremiyorum. Bu da benim nakıslığımdan mütevellit bir durum. İnsanım ve de gafil… Kısacası yazmamın bir sebeb-i hikmeti olduğuna inanıyorum ama henüz bu hikmete tam olarak muttali olmuş değilim ve bu yüzden teslimiyet bayrağını açtım.
6 Yorum