Kütüphanemizde duran ama okumadığımız kitaplar bize ne öğretir? – 4

Sorgulama Dosyası

 “Kütüphanemizde duran ama okumadığımız kitaplar bize ne öğretir?” adlı sorgulama dosyamızın dördüncü yazısını Ömer Ertürk yazdı.

***

Kitaplarla birebir tanışıklığım ortaokul yıllarımda ablamın kitaplığında duran dünya klasikleriyle başlar. Bir kış akşamı, kapağındaki kar ve at arabası ilgimi çektiği için Puşkin’in Yüzbaşının Kızı kitabını alıp okumaya başladım. Üç-dört saat yerimden hiç kalkmadan okuyuverdim. Böylece kitapların dünyasına da girmiş oldum. Roman okurken, kahramanın üşüyen parmaklarıyla birlikte parmaklarıma nefesimi “hohlayarak” ısıtma isteği, bana inanılmaz bir haz ve bitmez tükenmez bir keşfetme kapısı açmıştı. John Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar’ını okurken Lenie’nin huzur arayışının parmakları arasında kendi ölümüne dönüşmesi beni epey üzmüştü. Yıllar sonra Yeşil Yol filmini izlerken de sanki Lenie yanıbaşımda oturmuş benimle birlikte filmi izlemişti.

Lise yıllarımda bir edebiyat hocasından dinlediğim “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiiri, beni Sezai Karakoç’a yöneltmiş ve bir hafta boyunca başka hiçbir dersle ilgilenmeden sadece bu şiiri ezberlemekle meşgul olmuştum. Böylece fikir hayatımda bana, belki de en net yol haritasını sunan Karakoç’la tanışmış oldum.

Üniversite yıllarımda Sulhi Ceylan’la tanışmam, Sezai Karakoç’u bizzat tanımama vesile oldu. Tabiî Sulhi Ceylan’ı tanımak sadece Üstad’ı tanımama sebep olmadı, aynı zamanda ondaki kitapları gördükçe bir kütüphane kurmam gerektiği hissi de alevlendi bende. Ve paramın büyük bir kısmını (Hiçbir öğrencinin büyük parası olmaz, burada kastettiğim küçük meblağın büyük kısmıdır, yanlış anlaşılma olmasın) kitaba harcamaya başladım. Bir yandan tarihle ilgili kitaplar alıyorum, bir yandan edebiyat ve tasavvuf… Ancak bu öyle bir duruma geldi ki, bir yerden sonra elimin altında yüzlerce kitap birikmeye başladı ve gün sadece yirmi dört saatti. Üstüne üstelik “bu kadar kitaba ne yapacaksın”, “kitaba verdiğin parayla araba alırdın”, “bizim bir komşu da böyle okuyordu sonunda delirdi” gibi her kitap severin işittiği cümlelere maruz kaldım. Sonra, elbet okunacak zamanı vardır her birinin, diyerek kendimi teselli etmeye başladım.

Fakat editörümüz sorgulama dosyası için bu soruyu yönelttiğinde, kitaplığıma şöyle bir baktım da özellikle Ortadoğu ile ilgili epey kitap birikmiş kütüphanemde ve hiçbirini okumamışım. Bu bana ne öğretiyordu sahi? Ortadoğu’ya dair tam yirmi sekiz kitap almış; ama hiçbirini de okumamıştım! Bunları televizyondan izlediğim Suriye iç savaşı mı bana aldırmıştı, sözde Arap Baharı mı? Bu soruların cevabı kısmen evettir ama, bu tamamen televizyonun etkisinde olan bir şey değildi. Bu kitapları mevcut konular bağlamında almıştım, çünkü bir tarihçiyim ve tarih gözlerimin önünde akıp giderken öncesini bilmeden ona vâkıf olamaz ve onu anlamlandıramazdım. Belki şimdi başlayıp okurum demek isterdim fakat tezim buna izin vermiyor. Burada İbn Arabî (k.s.) hazretlerinin “olmuş olan, olacak olanlar arasında en hayırlı olanıdır” hikmetine sığınmaktan başka çarem kalmıyor.

Ancak alıp da okumadığım ve herhalde bir ömür cesaret edip de bir sayfadan fazlasını okuyamayacağım ve de muhtemelen sırf kütüphanemde feyiz olsun diye aldığım Seyyid Abdülkadir Geylanî (k.s.) hazretlerinin kitaplarından bahsetmek istiyorum. Hangi kitabını elime alsam, açtığım ilk sayfada bütün yüzümün karasını önüme seren hikmetlerle dolu kitaplar… Nefsimle yüzleşmek, kendi hakikatimi bilip boynu bükük yürümek bana ağır geliyor, bu yüzden hakikati  kapaklar arasına gizleyip aynalara kaçıyorum; ama o kitaplar orda durdukça da gerçeği biliyorum.

Okumadığım kitaplar bana genel olarak kendimden kaçma hakikatini öğretiyorlar. Ve şimdi onlarla tekrar göz göze gelince anlıyorum ki, kendi hakikatimi okumadıkça okuduğum hiçbir kitap kovulmuş olmanın acısını dindirmeyecek.

Ömer Ertürk

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir