Sorgulama Dosyası
“Kütüphanemizde duran ama okumadığımız kitaplar bize ne öğretir?” adlı sorgulama dosyamızın üçüncü yazısını Celal Kuru yazdı.
***
Kitaplığımı toparlarken, yazıya böyle başlayarak elbette Alberto Manguel’e bir gönderme yapmıyorum. Kitabını da okumuş değilim. İçindekileri de merak etmiyorum açıkçası. Bu yüzden okuyacak da değilim. Kendisine karşı bir hasedim var mı? Tabii ki evet. Yıllardır her kitaplığımı toparlarken böyle bir yazıya niyetlenmiş lâkin tembelliğimin ya da beceriksizliğimin kurbanı etmiştim.
Kitaplığımı toparlarken, beş ya da on yıl önce aldığım hâlde daha kapağını bile aralamadığım kitapları gördükçe içerler, kendime usturuplu küfürler savurur, günde bir sayfa bile okusaydım bir yıl içinde okuyabileceğim kitabı, on yıldır niçin okuyamadığıma esef ederim. Hele de aldığım ve şuan kolilerde duran dergileri gördükçe iyice dellenirim. İnsan bir ya da iki dergi takip edebilir, bunda sakınca yoktur. Hattâ belirli bir yere kadar da ihtiyaçtır. Ama fazlası kendine eza etmektir. Elden geçirdiğim çoğu kitapta, bunu ne zaman almışım, yuf buna da mı para vermişim, ya hu bu senin ne işine yarayacak diye söylenerek işimi bitirmeye çalışırım fakat bunda asla muvaffak olamam. Çünkü, kafa dağınıkken, kitaplığın toplu olması beklenilemez.
Kitaplığımı toparlarken, bazı kitapları da niçin okuduğuma şaşırırım. Harcadığım zamana yanarım. Mesela Küçük Prens‘i beş ayrı çeviriden mukayeseli okuma aptallığımı hâlâ aşamıyorum. Neyse ki dördünü sağa sola hediye ederek az da olsa vicdanımı rahatlattım. Ama bu dünyada mukayeseli okunacak kitaplar iki elin parmaklarını geçmez. Onun için seçici olmak da fayda varmış bunu de geç öğrendim.
Kitaplığımı toparlarken, aslında bunları yazmayı düşündükçe içime kramplar girmeye başladı. İçimdeki tembel hayvanı sürekli mesajlarla dürten, ara ara da olsa uyandıran editörümüze yine içimden saydırmaya başlıyorum. A benim güzel ağabeyim, kötü bir metin yazmaktansa hiç yazmamak yeğdir, diyorum. Bunca yazı çöplüğüne bir çöp kovası da niye ben dökeyim, diyorum. Yıllar önce öğrendiğim, “İnsan yüz kitap okumadan kendine ait bir cümle kuramaz.” gerçeğini unutmamak gerekir, diyorum. Yazdıklarımız suyunun suyunun suyunun suyu. Kimselerin yarasına ilaç olmaz. Hem kim bizi yarasına merhem olarak sarmak ister ki, diyorum ama sonra sitede görünme isteğim ağır basıyor. Oturup bunları yazıyorum. İnsan işte, göründükçe, onaylandıkça var olabiliyor ancak.
Kitaplığımı toparlarken, hâlâ sorulan soruya cevap vermediğimi, topu dolandırarak taca atmak istediğimi düşünürken elime Derviş ve Ölüm kitabı geliyor. Tam bir hafta hiçbir şey okumadım. “Elimde Derviş ve Ölüm olsa okurdum” diyerekten yeni bir romana başlamadım. Kitabı ikinci el bir kitapçıdan aldım. Kitapçıdaki kadın kitabı getirmek için içeriye girince söylenmeyen başladı: “Kalk be adam bir işin ucundan tut, otuz yıldır ömrümü yedin, beni bitirdin” diyordu. Adam susuyordu. Birisi tembelliğiyle, öbürü çenesiyle birbirlerinin ömrünü çürütüyorlardı. Sonra kadınla konuşmaya başladık. Ellisini geçmiş olan kadın, siyasetle ilgilenip ilgilenmediğimi sordu. Ben de kendisine, hepsine eşit derecede mesafeliyim deyince, âh siz okur tayfası, fildişi kulelerinize çekilin, hiçbir şeye müdahale etmeyin, diyerekten sitemde bulundu. En sonunda da bana küfürden daha ağır gelen Schopenhauer’un Okumuşlar Üzerine’yi okumamı tavsiye etti.
Kitaplığımı toparlarken, Derviş ve Ölüm kitabını elimden bırakmadığımı fark ettim. İlk sayfasını açtım. Ne bir tarih vardı ne de bir isim. Keşke benden önce okuyan kitabın ilk sayfasına ismini yazsaydı, kitabın içine okuma hikâyesini anlatan küçük bir not bıraksaydı. Ortak bir hikâyemiz olurdu, diye içimden geçirdim. Sonra ismimi ve tarihi yazdım. Soru cevabını bulmuştu. Hiç okumadığım belki de hiç okumayacağım kitaplar bana kıs kıs gülerek diyorlardı ki; sen bir okur değilsin. Bir kitap toplayıcı, kitaba sahip olma fetiştisin. Bütün merakın bir kitaba sahip olana kadar. Onu elde ettikten sonra başka bir kitabın peşine düşüyorsun. Bu böylece sürüp gidecek.
Celal Kuru
2 Yorum