Stanley Kubrick’in, The Killing (1956) filmiyle yükselişe geçen kariyerinin en önemli eserlerinden biri olan Path of Glory, 3 Ağustos 1914’te Fransa ve Almanya arasında başlayan savaşı ele alıyor. Savaştan çok, Fransa askerî sistemindeki savaş şartlarını, ahlaksızlığı, yozlaşmayı, adaletsizliği irdeliyor. Film boyunca, askeri hiyerarşiden dolayı alınan kararların, savaştaki askerlerin ölümüne neden olduğunu görüyoruz.
Bu film, Stanley Kubrick’in tarzı olarak, bilinen ve tercih edilen temalarla güçlü bir şekilde işaretlenmiş. Kubrick, sinema evreninde anti-militarist bir yönetmen olarak bilinir. Birinci Dünya Savaşı da özellikle Kubrick için uygun bir konu. Kubrick’e göre bu savaş, anlamsız bir milliyetçi ittifaklar karmaşası tarafından oluşturuldu ve çoğu açık alanda olmak üzere, büyük bombardımanlar ve intihar suçlamaları düzenleyen cahil politikacılar ve generallerin neden olduğu sekiz milyondan fazla askeri ölümle sonuçlandı. Önemli bir şekilde Kubrick’in çalışmalarının merkezinde yer alan kara mizah kavramı, ilk olarak da Paths of Glory ile karşımıza çıkıyor. Kubrick bu filmde, çatışmayı tüm acımasız, neredeyse gülünç derecede absürt mantığıyla tasvir ediyor.
(Dikkat! Spoiler içerir)
Film, anlatıcının şu sözleriyle başlarken aslında tüm yaşanılanları da özetliyor: “Fransa ve Almanya arasındaki savaş 3 Ağustos 1914 yılında başlamıştı. Beş hafta sonra Alman birlikleri durdurulamaz hâle gelmiş ve Paris’e yaklaşık 30 kilometre mesafededirler. Orada yıpranmış olan Fransızlar, mucize eseri Marne Nehri’nde tutunabildi ve beklenmedik bir karşı atak ile Almanları geri püskürtmeyi başardı… Fransızlar 750 kilometre uzunluğunda düz bir hat oluşturmuşlardı. 1916 yılında, iki yıl kadar süren korkunç siper savaşında sınır çok az değişmişti. Başarılı saldırılarda birkaç yüz metre ele geçirilebiliyor ancak yüzlerce insan hayatını kaybediyordu.”
Bu, son derece dramatik bilgiden sonra birbirini metheden, pohpohlayan iki rütbeli komutanın lüks bir oda içerisinde birbirini ağırlama sahnesi karşımıza çıkıyor. Filme konu olan Ant Hill (Ant Tepesi) saldırısı hakkında konuşan bu iki komutanı, oda içerisinde sürekli dolaşır hatta sanki dans eder vaziyette görürüz. Ant Tepesi’ni Almanların elinden alınması hakkında konuşmalar gerçekleşir. Tepeye saldırının yapılması ve başarılı olması hâlinde General Broulard (Adolphe Menjou) tarafından General Mireau’nun (George Macready) rütbesi yükseltilecektir. İlk önce saldırı teklifine olumsuz yanıt veren, saldırının neredeyse imkânsız olduğunu söyleyen ve askerlerinin hayatını önemseyen General Mireau, rütbesinin yükseltilmesi için teklifi kabul eder ve şu sözleri söyler: “Savaşçı ruhları kabardığında bu adamların yapamayacağı hiçbir şey yoktur… Saldırıyı yapabiliriz… O yıldızın (rütbenin) bu kararımda hiçbir etkisi yok. Olsaydı bile ters yönde etki ederdi.” Bu sahneden sonra gördüğümüz sekans ise filmin verdiği mesajı açıkça ifade eder vaziyette: Ant Tepesi’ni gözleyen, savaşın getirdiği bıkkınlığı yüzünde taşıyan bir asker ve hemen arkasından sedye üzerinde taşınan yaralı asker.
General Mireau, yapılacak saldırının detaylarını konuşmak için siperlere iner ve film boyunca erdemini kaybetmediğini gördüğümüz başrol oyuncusu Albay Dax’ın (Kirk Douglas) odasına girer. Albay Dax, yozlaşmış rejimin sadık bir subayıdır. Savaştan önce, Fransa’daki en önde gelen ceza avukatıdır. Film süresince birçok yönden erdem örneği sergilediğini görürüz. “Ant Hill”e gerçekleştirilen hücumun liderliğini almaya zorlanan Dax, Almanların, Fransız askerlerinin siperlerinden çıkmasına bile izin vermediği bir ateş fırtınasının içinden geçip, yaralıların üzerinden sürünerek tepeye ulaşmaya çalışır. Fakat siperden çıkamayan askerler ve destek kuvvetlerini toplamaya çalışmak için sipere geri döner.
Başarısız sonuçlanan saldırı sonucu General Mireau, rütbe kaybetmenin verdiği öfke ile Albay Dax’tan siperden çıkamayan askerler hakkında rapor ister. Hırsına yenik düşen General, daha da ileri gider, askerî mahkemenin derhal kurulmasını, 701. alayın lağvedilmesini ve alaydaki askerlerin diğer alaylara ibret olsun diye kurşuna dizilmesini emreder. Bu emirden sonra filmin başrolü ile General Miraeu arasında insan hayatı üzerine tüyler ürpertici bir diyalog başlar. Albay, zaten zaferle sonuçlanamayacak olan bu saldırının müsebbibi olarak Generali suçlarken, bombardımandan dolayı siperden çıkamayan askerlerinin savunmasını da yapmaya başlar. General, tüm alayın infazını ister fakat son olarak rastgele seçilmiş 3 askerin infazında karar kılınır. Generalin amacı, kendi kudretini General Broulard’a kanıtlamak ve hak ettiğini düşündüğü rütbeye sahip olmaktır. Askerlerden biri kura ile seçilir. İkincisi, toplumsal olarak istenmeyen biri olduğu için seçilir. Üçüncüsü ise bir keşif görevinde, arkadaşını terk eden üst düzey bir subayın korkaklığına tanık olduğu için seçilir.
Keyfi olarak korkaklık nedeniyle idam edilmek üzere seçilen 3 askerin mahkemedeki savunmasını Albay Dax üstlenir. Fakat kurulan mahkemeden, hiyerarşik düzenin getirdiği zorbalık ve yozlaşma sebebiyle idam kararı çıkar. 3 asker, sabah saatlerinde düzenlenen bir törenle kurşuna dizilir.
Filmde Kubric’in seyirciyi ters köşe ettiği bir sahne var. Albay Dax, General Mireau’nun Fransız topçularına siperden çıkamayan ve saldırıdan başarısız dönen Fransız birliklerine ateş etme emrini verdiğini öğrenir. Daha sonra Albay, süslü bir baloda General Broulard’ı bulur ve Mireau’nun topçu düzenine verdiği emri ona bildirir. Bu sahnelerde şu öngörebilir: İnfaz emri ertelenir, mahkûmlar kurtarılır ve hırsı yüzünden hain Mireau, alenen aşağılanır. Normalde, herhangi bir geleneksel savaş filmi çeken 100 yönetmenden 99’u bunu yapar. Fakat bu filmde bu öngörü geçerli değil. Kubrick, sert ve affetmeyen temasından ödün vermeden tüm hikâyesini sıkı tutmanın bir yolunu buluyor. Mireau’nun planı çözüldü, evet, ama gaddarlık ve ikiyüzlülük varlığını sürdürüyor ve seçilen askerler hâlâ anlamsız birer piyon. General Broulard, idamların ordu için mükemmel bir tonik, yani arındırıcı olacağına inanıyor ve ekliyor: “Disiplini korumanın bir yolu, ara sıra bir adamı vurmaktır.”
Son olarak infaz sahnesine değinmek istiyorum. Bu sahne, Ant Tepesi’ne yapılması planlanan saldırı kararının alındığı şatonun arkasında çekiliyor. Burada gerçekleştirilen infaz töreni, Kubrick’in kasıtlı ilerleme hızından, geniş açılı perspektiflerden ve törendeki insanların manipülasyonundan dolayı etkisi yüksek. Kamera, asker ve sivil gözlemcilerle dolu bir geçit töreninde sahnelenen adamların bağlı olduğu üç kazığa doğru yavaş ve amansız bir şekilde ilerliyor ve özenle hazırlanmış ritüel, abartılı bir şekilde gösteriliyor. İnfazın gerçekleştiği o acımasız vahşet sahnesinde seyirci, -kameranın açısından dolayı- görünüşü bir tablo konusu olmaya değecek güzellikte bir süslemeyle karşı karşıya kalıyor.
Zafer Yolları, Stanley Kubrick’in büyük yönetmenlerin saflarına girebilmeyi başardığı bir film. Kubrick ve görüntü yönetmeni George Krause, her çekim için keskin ve derin odak kullanmış. Sadece güzellik için ayarlanmış tek bir kare yok; filmin görsel tarzı bakmak ve sert bakmak.
Adem Suvağcı