Sinema tarihinin en etkileyici distopik anlatılarından biri olarak kabul edilen Müze Ziyaretçisi (Posetitel Muzeya) filmi, 1989 yılında Sovyet yönetmen Konstantin Lopushanskiy (Lapuşanski) tarafından beyaz perdeye aktarıldı. Filimde, modern insanın doğa ve medeniyetle ilişkisi, post-apokaliptik (kıyamet sonrası kurgu) ve trajik bir gelecek kurgusu üzerinden işlenmiş. Dolayısıyla film, post-apokaliptik kurguya uygun bir biçimde kullanılan kırmızı renk paleti, ses ve efekt çeşitliliği, yakın plan açılarla öne çıkıyor. Andrey Tarkovski’nin Stalker filminde yönetmen asistanı ve öğrencisi olarak yönetmenliğe başlayan Lopushanskiy, bu filminde, yalnızca bir anlatı sunmakla kalmayıp, aynı zamanda izleyiciyi hakikati arayış yolculuğuna çıkarır. Müze Ziyaretçisi, bir zamanlar güçlü ve ilerlemeci olan insanlığın, kendi oluşturduğu felaketler karşısında nasıl acizleştiğini ve geride yalnızca yıkıntılarla dolu bir dünya bıraktığını şiirsel fakat daha çok felsefî bir dille tasvir eder. Filmin ağır ritmi, kasvetli atmosferi ve derinlikli imgeleri, izleyiciyi adeta hem fiziksel hem de manevi bir çöküşün eşiğine getirir.
Sovyet yönetmen Konstantin Lopuşanski’nin 1989 tarihli Müze Ziyaretçisi filmi, bilinmeyen bir sebepten ötürü yaşanan çevre felaketinin geride bıraktığı kıyamet sonrası dünyanın hikâyesini anlatır. Bu dünyanın nüfusu, felaketin mutantlaştırdığı, genetiğini bozduğu “soyu bozuklar”dan ve felaketin etkilemediği insanlardan oluşur. Hiç gösterilmeyen büyük şehrin dışındaki her yer harabeye dönmüş ve çöp yığınlarıyla kaplanmıştır. Bu felaketle birlikte artık çocukların yüzde kırkı genetiği bozuk olarak doğmaktadır. Bu hastalıklılar, “Rezervasyon” denilen bölgede yaşar, normal insanlar tarafından çalıştırılır ve iş dışında kalan zamanlarını da uçsuz bucaksız çöplüklerde geçirirler. Filmin başkarakteri ise insan formunu ve düşünce tarzını korumayı başaran ve hayatta kalan insanlardan biridir. Film boyunca “Müze”ye ulaşmaya çalışır. Denizin derinliklerinde bulunan bu müzeye ulaşmak son derece zordur, sadece medcezir anında ve kısıtlı sürede varılabilir. Bu yolculukta birçok insan hayatını kaybetmiştir.
İnsanlığın kendi eliyle oluşturduğu bir felaketin ardından, hayatta kalmayı başaran bir avuç insanın yaşam mücadelesini ve bu mücadele içerisindeki ruhsal bunalımlarını konu alan film, insanlığın ekolojik ve sosyal çöküşünün ardından, medeniyetin son kalıntılarının var olduğu çorak topraklarda geçer. İsmi belirtilmeyen ana karakter, bu terkedilmiş ve harap olmuş dünyada, denizin derinliklerine gömülmüş gizemli bir müzeye ulaşma amacıyla yola çıkar. Bu müze, kaybolan medeniyetin son kalıntılarını saklayan, insanlığın bir zamanlar sahip olduğu kültürel mirasın ve değerlerin simgesi hâline gelmiştir. Film boyunca, ana karakterin yolculuğu bir tür hac yolculuğu gibi şekillenir; bu yolculuk, hem fiziksel hem de ruhsal bir keşif niteliği taşır. Adam, bu yolculuğu boyunca, yıkık kasabalar, harap olmuş manastırlar ve çökmüş şehirlerle karşılaşır; bu sahneler, insanlığın başına gelen felaketin büyüklüğünü gözler önüne serer. Filmin sonunda karakter, büyük bir özlemle aradığı müzeye ulaşır, ancak onu bekleyen şey, umduğu gibi bir kurtuluş ya da aydınlanma değil, acı bir hayal kırıklığı ve karamsarlıktır. Müze, aslında geçmişin hayaletleriyle dolu bir mezar gibidir; insanlığın kaybettiği değerleri, unutulan kültürleri ve yıkılan inançları temsil eder.
Konstantin Lopushanskiy, Müze Ziyaretçisi ile insanlığın kendi oluşturduğu bir dünyada nasıl bir yok oluşa sürüklendiğini, bu yok oluşun birey üzerindeki etkilerini ve ruhsal çöküşünü ele alır. Film, bir yandan Sovyetler Birliği’nin son dönemindeki toplumsal ve çevresel sorunlarını yansıtırken, diğer yandan bu sorunların evrensel bir boyut kazandığı bir gelecekte, insan doğasının en karanlık yönlerine ayna tutar. Yönetmenin filmdeki amacı, sadece bir hikâye anlatmak değil, aynı zamanda izleyiciye insanlığın günümüzdeki yol ayrımını ve bu yol ayrımının sonunda olası felaketleri düşündürmektir. Müze, sadece fiziksel bir mekân değil, aynı zamanda insanlığın kaybettiği maneviyatı, unutulmuş değerleri ve yitirilmiş umutları simgeleyen bir metafordur. Lopushanskiy, bu filmde, Tarkovski’nin etkilerini bariz bir şekilde taşır; ağır ritimli uzun sekanslar, doğa tasvirleri ve karakterlerin manevî yolculukları, Tarkovski sinemasının izlerini taşır.
Ana karakterin müze yolculuğu, bir nevi insanlığın kendi köklerine, özüne yolculuğunu temsil eder. Müze, geçmişin izlerini taşıyan bir anıt gibi, unutulmuş değerlere ve inançlara duyulan özlemi simgeler. Hatta filmdeki yolculuk, her ne kadar dış dünyayı keşfetme çabası gibi görünse de, aslında içsel bir arayışın ifadesidir; kaybolmuş bir ruhun, maneviyatı yeniden bulma çabasıdır. Filmin sonlarına doğru, karakterin müzeye ulaştığında yaşadığı hayal kırıklığı, bu arayışın boşuna olduğunu, modern dünyanın kaybettiği değerlerin geri getirilemeyeceğini acı bir şekilde gözler önüne serer. Bu durum, izleyicide bir tür boşluk hissi oluşturur; insanlığın kendi oluşturduğu dünyada nasıl bir yıkıma sürüklendiğini ve bu yıkımın geri döndürülemez olduğu aktarılır.
Filmde, âdemoğlunun kendi eliyle imar ettiği dünyaya yabancılaşması, bu yabancılaşmanın sonunda da nasıl bir çöküşe sürüklendiği pek çok sahnede vurgulanır. Modern dünyadaki anlam kaybını ve bu kaybın getirdiği boşluğu, insanın içsel dünyası üzerinden işler. Heidegger’e göre, modern insanın en büyük sorunu, varoluşunu unutması, kendini dünyaya yabancılaştırmasıdır. Müze Ziyaretçisi filminde bu tema, insanın kendisine ve doğaya yabancılaşması üzerinden işlenir. Filmin ana karakteri, bir yandan kaybolmuş medeniyetin izlerini ararken, aslında kendi varoluşunun anlamını sorgulayan, bu sorgulama sürecinde de manevi boşluğa düşen bir bireyi temsil eder. Filmdeki müze, insanlığın kaybettiği değerleri, unutulmuş inançları ve yitirilmiş umutları temsil ederken, filmin genel atmosferi ve anlatısı, modern dünyada bireyin yaşadığı varoluşsal kaygıyı ve bu kaygının getirdiği manevi çöküşü yansıtır.
Yönetmen, filmde, insanoğlunun dur durak bilmeyen arzularını, heveslerini ve modernliğin getirdiği yıkıcılığı, Rezervasyon bölgesindeki manastırlarda dinî ritüellerini yerine getiren “soyu bozuklar”, yani modernitenin ötekileştirdiği insanlar üzerinden şu sözlerle hicvediyor: “İnsanoğlu, kendine bak ve kederlen. Çünkü doğa hiç bu kadar aşağılık bir şey görmedi. Adın bir yalan, yapıp ettiklerin ikiyüzlülük. Elini sürdüğün her şey bozulacak; canlılar ve ölüler, ağaçlar ve taşlar, gök, hayvanlar ve kuşlar… Her şey zehirlenip çarpılacak. Çünkü şehvetin sonunda seni tüketecek. Çünkü yeryüzünü pisliklerinden oluşan bir atık yığınına çevirdin ve bunları hazlarından arta kalan höyüklerin altına gömdün.” İlerleyen sahnelerde insanoğluna son kez çağrıda bulunur yönetmen: “Çünkü bu dünyayı mesken tutan kördür ve nihayetsiz karanlığa gömülüdür.”
Lopushanskiy, anlam arayışı yolcuğundan bitap düşen ana karakterini ise çığlıklarla şafağın kızıllığında ve boşluğun içinde bırakıp, Tanrı’ya dert yanan bir anlatıcıya dönüştürüyor:
“Ne sefil hâldeyim! Ne yöne gitsem? Sonsuz hiddete mi, sonsuz ümitsizliğe mi? Her yol cehennem bana; cehennem olmuşum kendim ve en derin çukurda açılıyor daha derin bir çukur, beni yeniden yutmaya niyetlenerek…”
Adem Suvağcı
1 Yorum