Teknolojinin imkânlarıyla sözcüklerin gücünden görüntülerin gücüne geçişi ifade eden sinema, özgün yanlarına rağmen diğer sanat dallarından tamamıyla ayrı bir tür olarak düşünülemez. Sinema, kendinden önceki birçok sanat dalı ile bağlantılıdır. Nijat Özön, sinemanın diğer sanat alanlarıyla kurduğu ilişkiyi onlardan sonra teşekkül etmiş olmasına değil, sinemanın yapısal durumunun pek çok sanatla kaynaşmaya uygun olmasından ileri geldiğini öne sürer. Yazı, görüntü, renk ve sesin birlikteliğiyle vücut bulan bir sinema filminin, bu unsurları kullanan farklı sanat disiplinleriyle ortaklık kurması elbette kaçınılmazdır.
Edebiyat, sinemanın belki de en çok faydalandığı disiplin olarak öne çıkar. İkili arasındaki ilişki, bilhassa roman türünde kendini gösterir. Bunun sebebi olarak hem roman hem de sinemanın temelinde “hikâye etme” esasının bulunması gösterilebilir. Bilindiği gibi klasik sinema filmlerinin odağında bir hikâye yer alır. Geriye kalan bütün unsurlar, bu hikâyenin izleyiciye aktarımı hususunda faydalanılan araçlardır. Fakat sadece roman-sinema arasında bir bağdan bahsetmek yanlış olur. Edebiyat-sinema ilişkisi yoğun olarak roman bağlamında gerçekleşmiş olsa da sinemaya uyarlanan edebî tür romanla ile sınırlı değildir. Öykünün ve şiirin de sinemaya ilham verdiği söylenebilir. İngiliz romantik şairlerinden John Keats’ın aynı adlı şiirinden hareketle çekilen Parlak Yıldız (2009) adlı film, aynı zamanda şairin hayatını da anlatan otobiyografik bir yapıttır. Türk sinemasında ise Mustafa Kutlu’nun Uzun Hikâye adlı öyküsünün 2012 yılında filminin yapılması, Ahmet Muhip Dıranas’ın ünlü şiiri “Fahriye Abla”nın 1984 yılında beyaz perdeye aktarılması benzer örneklerdir.
Peki, sinema ve şiirin ilişkisi ne kadar tutarlı ve hikâye odaklı gidebilir ki? Necip Tosun, bu soruna şöyle yaklaşmakta: “Sinema-şiir ilişkisi ise bütün bunlardan çok daha problemli ve tartışmalı bir konumda durmaktadır. Temel soru şudur: Sinema, şiiri nasıl değerlendirebilir, onu kendi doğasına nasıl katabilir? Bu o kadar da kolay değildir. Şiir bir kere roman gibi, hikâye gibi sinemanın kullanacağı somut malzemeler içermez. Kabaca söylersek, şiirin ‘hikâye’, ‘entrika’ gibi malzemeleri yoktur (Şiirin hikâyesi yok derken, olaya sinemasal malzeme açısından yaklaşıyoruz). Yani ‘Tüm sanatların bireşimi olarak tanımlanan sinemayı bu sanatlara böldüğümüzde kalan sıfır olmuyordu hiç: Şiir artıyordu’. Evet, şiir artar. Ama sinemacılar bu ‘zor ilişki’ye rağmen onu da sahiplenmekte gecikmediler. Hatta kimileri işi daha da ileri götürerek şiirin asıl sinemada var olabileceğini ileri sürdüler.” (http://www.neciptosun.com/YaziAyrinti.asp?SAYFA=7&ID=91)
Evet, sinema bu denli zorluğa rağmen şiiri sahiplenmeye çalıştı ve bunun sonucunda 1930-1945 yılları arası sinema tarihinde “şiirsel gerçeklik” akımı olarak gözlemlendi. Birçok şair o dönemde kâh yönetmen kâh oyuncu olarak sinema yapıtlarında görev almaya başladı. Dönemin şiirleri, sinemaya uyarlanacak şekilde ortaya çıktı ve bu durum sonu gelmeyen tartışmaların fitilini ateşledi. Sinemadaki şiir mi, şiirdeki sinema mı tartışmaları devam ededururken 1953’te Charles Walters’ın yönetmenliğini yaptığı Lili filmi, şiirsel gerçeklik akımından esintiler sunarken müzikal sinemada öne çıktı.
Buraya kadar şiirin sinemaya etkilerini kısa bir şekilde aktardık. Peki, bir sinema filmi, herhangi bir şiire ilham olmuş mudur? Bu sorunun cevabını rahmetli Sezai Karakoç veriyor: LİLİYAR. Evet, Karakoç, 1953’te sinemalarda gösterime giren filmden etkilenerek bir yıl sonra, yani 1954’te Liliyar şiirini kaleme alıyor. Sezai Karakoç tarafından kaleme alınan şiir incelendiğinde kendinden bir yıl önce yayımlanmış olan filmin aksettirdiği duyguların, karakterlerin temsil ettiği değerlerin, bizzat filmden sahnelerin şair tarafından, onun ağzından, mısralara dökülmesiyle adeta yeniden senaryolaştırılıyor.
Bu yazıya başlamadan evvel Lili filminin eleştiri metnini zihnimde tasarlıyordum fakat Sezai Karakoç o kadar güzel bir bakış açısı ortaya koymuş ki, onun şiirinin üzerine bir şeyler söylemek istemiyorum. Bundan mütevellit Sezai Karakoç’un kaleme aldığı ve İsmet Özel’in seslendirdiği Liliyar şiirini siz değerli okuyucularla paylaşmak istiyorum.
“Yüzün ruhun kadar aydınlık ya Lili
Gönlün soğuk sular güzel aynalar gibi ya Lili”
3 Yorum