Kieslowski Sineması ya da İnsanlığın Ortak Değerleri: Acı, Keder, Sevinç, Aşk

Polonyalı yönetmen diye başlar hakkında yazılan makaleler, onun filmleri ülkesinin içinde bulunduğu toplumsal ve politik unsurların bir dışa vurumudur, ama asla amacı politika yapmak değildir. Bizatihi politik ve toplumsal filmler yapmaz. Kendisiyle yapılan farklı söyleşilerde yaşadığı toplumu ve etkilerini “Polonya korkunç bir ülke. … Gerçek sorunlarımız olduğu için hayali sorunları aramıyoruz. Polonya, hayatları çok zor olan, acı çeken insanların ülkesidir. Bu da çok ilham verici. Günlük hayatımızın aşırılığı herkesi inanılmaz derecede tedirgin ediyor. Merdivenden düşen bir insan gibi acı çekiyoruz ve her şey can acıtıyor.

….. Sonuç olarak her türlü acıya karşı hassasız. Bu biraz derinin dış tabakasının yırtılmasına benziyor. Her türlü dokunuş acı vericidir, sevgi dolu olsa bile.” ifadeleriyle dile getirir.”

Krzysztof Kieslowski, 1941 -1996 yılları arasında yaşamış, savaşın ve ülkesinin politik seçimlerinin sonuçlarını tecrübe etmiş bir sanatçı olarak döneminde ahlakçı ve teolojik sinemanın örneklerini, büyülü bir şekilde perdeye taşımasıyla adından söz ettirerek, modern zamanların en iyi 10 yönetmeni arasına girmiştir.

Kariyerine belgesel filmlerle başlayan yönetmen, Dekalog (1989), Veronique’nin İkili Yaşamı (1991)  Üç Renk üçlemesi, (Mavi-1993, Beyaz-1994, Kırmızı-1994) filmleri ile tanınmıştır.

Bir insanın komünist, dinsiz ya da dindar olmasından öte, insanı tamamlayan daha önemli şeyler bulunduğunu fark ettim: aşk, ölüm, yalnızlık, nefret, kaygı gibi. Bunlar pek sözünü etmediğimiz ama birlikte yaşadığımız, hayatımıza yön veren şeyler. İnsanlığın ortak değerleri zannedildiği gibi din, dil, ırk, bayrak gibi kavramlar değil; acı, keder, sevinç, aşk gibi kavramlardır.” diyen yönetmen, sinema anlayışını da şu cümlelerle ifade eder, “Eğer sinema kültürün bir parçası olmayı amaçlıyorsa büyük edebiyatın sanatın ve müziğin yaptığı şeyleri yapmalıdır, ruhu yüceltmeli kendimizi ve çevremizdeki yaşamımızı anlamamıza yardımcı olmalı ve insanlara yalnız olmadıkları hissini vermelidir.”

Kariyerinin ses getiren yapıtlarının coğrafyasını da aşarak bizlere ulaşması, bu sözleriyle bağlantılıdır. Hayatı, hayatın içindeki ikilemleri, farklı sesleri karşı karşıya getirerek değil birbirinin bir parçası ve tamamlayıcısı olarak anlatısına dâhil eder.

Dekolog; Kırılgan Gerçeklik 

Tevrat’taki on emirden yola çıkarak Polonya devlet televizyonu için “Dekolog” isimli (on emir anlamına gelen) on bölümlük birbirinden bağımsız bir seriyi hayata geçirmiştir. Her bölümde bir emri merkeze alan yönetmen, olasılıklar üzerinden yaşamın, tercihlerin ve kutsalın tarafsızca sorgulanmasını sağlar. Hikâyeler Varşova’da aynı sitede yaşayan birbirlerini gören ama tanımayan insanların bulunduğu bir ortamda geçer.

İyi düşünülerek kurgulanan seride her hikâye gündelik yaşamdaki görünmez bağları, tesadüfleri, eylemlerin ahlaki yönünü, seçim (farkında olarak ve olmayarak) yaptıktan sonra ortaya çıkan sonuçları anlatır.

Klasik Hollywood anlatı geleneğinden farklı olarak, Dekolog’un birçok bölümünde karşılaştığımız dekolog meleği olarak anılan karakter, seride ara ara görünür, sadece kritik anlarda ortaya çıkar. Bazen insanın içindeki sağduyuya bazen Tanrı’nın gücüne bazen vicdanın sesine dönüşen bu karakterin sesi cılızdır. Anlık farkındalıkların doğru ve yanlışı ayırt etme melekemizin sembolü olarak karşımıza çıkarak metafizik anlatıyı güçlendirir.

Öldürmek Üzerine Kısa Bir Film

Dekolog serisinin beşinci bölümünün uzun metrajlı çekimi olan “Öldürmek Üzerini Kısa Bir Film”i ise, Hz. Musa ya vahyedilen “öldürmeyeceksin” emrini evrensel ahlak ilkeleri doğrultusunda, modern bir dille çok yönlü inceler. Film serinin bir parçası olarak çok ilgi gördüğü için, anlatısını detaylandırarak tekrar çekilmiştir.

İzleyicisine selim bir kalp vadetmeyen filmde, çekim esnasında kullanılan renkler, müziği, konunun işleniş şekli ile huzursuzluk, bir at sineği gibi seyircisini kovalar.

Fareyi öldüren kedi, kediyi öldüren çocuklar gibi giriş sekansıyla yabancısı olmadığımız güçler hiyerarşisine atıfla başlayan filmde ana karakterleri olan katil, maktul ve avukat üçlüsünün hikâyeleri ayrı karelerde eş zamanlı ilerler. Katil; çocuk denecek yaşlarda evden ayrılmış, sokaklarda yaşayan, hayata tutunmak için attığı en basit adımların bile görmezden gelindiği, öfkeli bir gençtir. Filmin ilerleyen sahnelerinde sebepsiz yere birini öldürürken aslında anlarız ki yaslı vicdanı kendini cezalandırmaktadır. Bir taksi şoförü olan maktul ise gündelik hayatın içinde sevimsizliği ile ön plana çıkan iyi demenize izin vermeyecek kadar iticidir. Avukat ise henüz yolun çok başındadır ve adalet, hukuk, vicdan, suç, ceza kavramlarını kendi doğruları üzerinden sorgulamaktadır.

Bu üçlünün bireysel hayatlarından başlayarak yollarının kesişmesi ve genç Jazek Lazar’ın idam edilmesine kadar olan süreci izlediğimiz filmde idam hükmünün kesinleşmesinden sonra katil avukatına şu sözleri söyler; “Hapishane arabasına binerken seslenmiştiniz. Mahkemenin orada. Jazek diye seslendiniz… Yakında 21 olacağım ama seslendiğiniz an, gözlerim doluverdi.  Ben mahkemede hiç kimsenin ne söylediğini bile duymadım. Tâ ki siz benim adımı söyleyinceye kadar. O zamana kadar sizin gibi büyük adamlardan bana adımla seslenen hiç kimse olmamıştı.

Bundan sonra devam eden diyaloglar ve filmin bütünü; adalet nedir, suçlu kimdir sorularına cevap arayarak, iyinin içindeki kötü, kötünün içindeki iyi, mutlak iyi, mutlak kötü olguları üzerine farklı parametrelerle zihin dünyamızı zorlar. Ama biz gene de genç Jazek’i affetmeyiz.

Bireyler arasındaki ilişkilerin suçu önleme ve vicdanı harekete geçirme kapasitesine, toplumsal ahlaka, cezalandırma güdüsüne derinlemesine mercek tutan film, diğer taraftan ne yaparsak yapalım elimizde olmayan, kontrol edemediğimiz olaylar örgüsü, bireysel acziyetimiz, kader gibi konuları da ele alıp metafizik gerçekliğe vurgu yapar.

Sansürsüz bir şekilde tüm ayrıntıları ile izlediğimiz cinayet sahnesi. Yine sansürsüz bir şekilde tüm ayrıntıları ile izlediğimiz idam sahnesi, okumuş olanlara Dostoyevski’nin Budala’sında ki Prens Mişkin’in idam anekdotunu hatırlatmıştır diye düşünüyorum.

Film; “Kötülüğü bizatihi kötülükle engellemekte kötülük müdür?” gibi kadim çağlardan günümüze uzanan tartışmaları ahlaki problem oluşturarak ele alırken, izleyicisine felsefenin gücünü sinemanın gücü için de eritmesiyle farklı bir deneyim sunar.

Bir sanat eserinin kalitesi içinde bulunduğu zaman ve mekânın dışına taşarak her seferinde yeniden yorumlanabilmesiyle ölçülüyorsa eğer büyük usta Kieslovski’nin filmleri izleyicisine bu eşsiz deneyimi sunmasıyla tüm sinemaseverlerin izlemesi gerekenlerin arasında öncelikli eserlerdendir.

Selma Kolukısa

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Zeyneb Rumeysa , 16/02/2024

    İlgi ve merak uyandıran, son derece etkili ve açıklayıcı bir yazı olmuş.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir