Kayıp Kelimeleri Henüz Telafi Edebiliyorken… Sonsuzluk ve Bir Gün Filmi

“Ey, Selim!
Korkuyorum, deniz çok büyük.
Gittiğin yerde seni ne bekliyor?
Ey, Selim!
Gittiğimiz yer nasıl olacak?
Ey, Selim!
Anlat, anlat bize, bütün bu koca dünyayı anlat bize!
Bizim bu koca dünyayı anlamamız için
daha kaç sınır geçmemiz gerekecek?”*

Theodoros Angelopoulos’un Sonsuzluk ve Bir Gün (Mia aioniotita kai mia mera), filmi, zamanın ve hatıraların kaçınılmaz akışında bir adamın yolculuğunu anlatır. Ölümle yüzleşen yazar Alexandros, hayatını, anılarını ve geçmişle bağlarını sorgular. Son bir gün, gerçekten bir günü mü ifade eder, yoksa tüm hayatın anlamının damıtıldığı bir sonsuzluk anını mı? Kelimelerle var olan, ancak kelimeleri bile yitirmeye başlayan bir adamın hikâyesi, izleyiciyi zaman, ölüm ve anlamın izini sürmeye davet eder.

Sonsuzluk ve Bir Gün yalnızca bir film değil, sinemanın en büyük şairlerinden Theo Angelopoulos’un zamana kazınmış bir dizesi. 1998’de çekildi, ama ait olduğu dönemden bağımsız, her çağın içinde yankılanan bir drama sahip. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ve Jüri Ödülü’yle taçlandırıldı. Sinema tarihine, imgelerle yazılmış bir şiir gibi adını kazıdı. Senaryosu Angelopoulos, Tonino Guerra ve Petros Markaris’in kaleminden çıktı. Başrolde Bruno Ganz, Aleksandros’u canlandırdı; sesi titrek, bakışları kayıp, yürüyüşü yorgun. Yönetmenin uzun plan sekansları, zamanın içinden usulca süzülen bir akış oluşturdu. Kamera, karakterleri bir gölge gibi takip etti; her sahne, bir şiirin dizeleri gibi birbirine dokundu. Sonsuzluk ve Bir Gün, insan ruhunun kaybolmuşluk hissini anlatırken, belki de asıl, o hissin kendisi oldu.

Aleksandros… Yaşlı bir şair, kelimelerin tükendiği bir noktada duran bir adam. Geçmişiyle hesaplaşmaktan kaçamayacağını biliyor, ama kaçmak istiyor yine de. Sözcüklerden inşâ ettiği dünya, artık ona yabancı. Hayatının son günlerinden birinde, evini satmaya karar veriyor. Geçmişin, duvarlardan yankılanan fısıltılarıyla yüzleşiyor. Ve o gün, bir çocuk çıkıyor karşısına. Kaçak yollarla Yunanistan’a sığınmış, gözlerinde bir yorgunluk, sırtında umut taşıyan göçmen bir Arnavut çocuk. Onu, insan kaçakçılarının elinden kurtarıyor Aleksandros. Sonra, beraber yolculuğa çıkıyorlar. Sadece yolların değil, zamanın içinde de kayboldukları bir yolculuk… Şair, belleğinin kapılarını aralıyor. Bir zamanlar sevdiği kadına, eski dostlarına, yazılamamış şiirlerine dokunuyor. Anılar, dalga dalga üstüne yığılıyor. Çocuk, kendi geleceğinin bilinmezliğinde savruluyor. Şair, geçmişin ağırlığında kayboluyor. Ama gün sona ererken, her şeyin anlam kazanacağına dair bir inanç beliriyor. Sonsuzluk ile bir gün arasında, bir noktada buluşuyorlar.

“Yarın ne kadar sürecek? Sonsuzluk ve bir gün kadar…” Daha adıyla bile bir şiir Sonsuzluk ve Bir Gün. Theo Angelopoulos’un her filminde, her karesinde bir şairin imzası vardır. Sinemayı kelimelerle değil, imgelerle yazan, zamanı bir dize gibi imar eden bir şair… Onun için sinema, kişisel deneyimlerini şiire dönüştürme çabasıdır. Ve bu çaba, izleyiciyi de yönetmeni de oyuncuyu da sınar.

Yazmak yalnızlıktır. Kalem, zihnin sınır tanımayan özgürlüğüne eşlik eder, ama yazılanları ete kemiğe büründürmek başka bir savaştır. Bir hikâyeyi gerçek sahnelerde, gerçek oyunculara giydirmek, hem yazanı hem de oynayanı yıpratır. Angelopoulos, bu yıpratıcılığı göze alır. Ölüm, hayat, zaman, tarih, kimlik, pişmanlık, göç, yabancılık… Modaya yenik düşmeyen bu kadim meseleleri, kendine özgü modern bir dille anlatır. Öyle ki artık adına bir tür eklenmiştir: “Angelopoulos sineması.”

Alexander, hayatının son gününde geriye dönüp baktığında, her şeyin eksik, yarım kaldığını hisseder. “Hiçbir şeyi tamamlamamış olmaktan dolayı pişmanım.” diye fısıldar. Soruları cevap bulmaz artık. Çoktan vakit geçmiştir. Annesine döner, bir yanıt bekler gibi: “Neden anne, neden hiçbir şey beklendiği gibi olmadı? Neden çürüyüp gider insan, sessizce, acıyla ihtiras arasında parçalanarak? Ben neden hayatımı sürgündeymiş gibi geçirdim? Neden yalnızca o nadir anlarda kendimi evimde hissettim, dilimi konuşma lütfu nasip olunca? Kayıp kelimeleri henüz telafi edebiliyorken ya da sessizlikte unutulmuş kelimeleri bulup çıkarabiliyorken. Neden yalnızca o zaman ayak seslerini duyabildim yeniden evimin içinde yankılanan? Neden? Söyle anne, neden sevmeyi bilmiyoruz?” Ama bu sorular boşlukta asılı kalır. Sınırlar, mesafeler, engeller… Bitmemişliğe kılıf gibi sarınılır ama belki de kaderdir bu, bir sanatçının kaçınılmaz yazgısı. Sanat yalnızdır. Kalabalıklara karışamaz, kendine ait bir yankının içinde yaşar. Ve zihnin, ruhun yalnızlığı, kaçınılmaz olarak bedeni de yalnız bırakır.

Şair Alexander’dan herkes şikâyetçidir. Annesi, karısı, kızı… Hepsinin sitemi aynıdır: “Sen yoktun!” Karısı, sesi hüzünle kırılarak söyler: “İki kitap arasında seni çalmaya çalışıyordum. Hayatın yakınımızda geçiyor, kızınla benim yanımda ama asla bizimle değil.” Aşkın, özlemin, hüznün iç içe geçtiği bir sitem… Bir gölge gibi yaşamış Alexander. Hep uzak, hep eksik, hep yarım… Ama şöyle bir durum var ki, gerçek bir sanatçı, bihaber, uzaktakilere en yakın olandır aslında. Hermann Hesse’in Goldmund’u, yine bir seyahate çıkadururken, aslında ben de onunla bir maceranın ortasındayım, onun yoldaşıyım. Ama Hermann Hesse bunu bilemez. Onu kaleme sarılmaya iten, ölümsüzlüğüne vesile olan şey, o yapayalnızlıktır.

Aleksandros’un en yakınları, onun yokluğundan şikâyet eder. Ama bir doktor, bambaşka bir yerden bakar ona; “Biz sizin yazılarınızla ve şiirlerinizle büyüdük.” der. Yokluk ve yakınlık, bir yazar için her zaman görecelidir. Kimi zaman en yakınındakilere görünmezdir, ama hiç tanımadığı birine, bir çağın ötesinden bile dokunur. Belki de farklı bir zaman ve bağ algısı var burada. Bir yazarla aynı çağda yaşamamız gerekmez; araya yüzyıllar girse bile dost olabiliriz. Onun yazdığı anla, benim onu okuduğum an arasındaki mesafe, bir anda siliniverir. Parçalanmış zaman, kelimelerle birleşir. Mekânın sınırlarını aşmak, varoluşu kelimelerle taşımak, Tanrı’nın bir lütfu değilse nedir?

Angelopoulos, Sonsuzluk ve Bir Gün’de insanın içinden çıkamayacağı bir soruya muhatapla karşı karşıyadır; hayat ile ölüm arasındaki o ince çizgiye. Bir ömrün son gününe yaklaşan bir adamın adımlarını takip eder. Klasik bir soru; Bir insan, önünde yalnızca bir gün kaldığını bilse ne yapar? Ertesi gün var olmayacağını bilen biri, bu gerçeği nasıl taşır? Yaşadığı hayatı mı tartar, geçmişini mi kucaklar? Alexander, eşikte durur. Ölüm tarafına çok daha yakın, hayata ise giderek yabancı. Penceresini açar. Karşı pencereden bir melodi yükselir. Yaşama çağrı gibi, son bir bağlantı gibi… Ne zaman pencereye çıksa, o müzik başlar. Kendiyle oyun oynarcasına dinler. Kimdir, nasıl biridir çalan bu ezginin sahibi? Belki de bilmemek daha iyidir. Belki de bazı şeyleri hayâl etmek, yaşamaktan daha güzel.

Eksik kalmış bir şiirin kayıp dizelerini arayarak tüketti hayatını Alexander. Bir türlü tamamlanamayan mısraların peşinde, her harfi eksikliğin izini süren bir yolculuğa dönüştü ömrü. Hayatının son gününde ölüme doğru adım atarken yine de kendisini anlayacak bir yakınlığa ihtiyaç duyar. İşte bu noktada göçmen çocukla karşılaşır. Son gününü bu çocukla geçirir, ona bir Yunan şair Dionysios Solomos’un hikâyesini anlatır. Kendi dilini bilmeyen, bilmediği ana dilinde özgürlük şiirleri yazmak isteyen bir şairin hikâyesini… Solomos Yunanistan’da doğdu, ama çocuk yaşta İtalya’ya giderek, bir başkasının dilinde düşünmeye mecbur kaldı. Solomos, İtalya’dan döner. Özgürlüğün kayıp yüzüne şiirler yazmak ister, ama tek kelime bilmez kendi dilinde. Yaşamak ister özgürlüğü, ama onu yazmaya kalktığında fark eder ki, asıl eksiklik budur: Özgürlüğün bir ana dili olduğunu bilmemiştir hiç. Angelopoulos, Heidegger’in o cümlesini hatırlatır sık sık: “Tek meskenimiz, ana dilimiz.” Kimliğimiz, pasaportlarımızda yazan harflerde değil, kelimelerimizin içinde saklıdır. Eğer özgürlük bir yerdeyse, insanın ana dilindedir. Solomos, bilmediği kelimeleri satın alır insanlardan. Her sözcüğe bir bedel biçilir. Özgürlüğü yazmak için hangi kelimeleri almak gerekir, peki?

Bir vakit sonra Özgürlük İlahisi’ni yazar. Diline, yani evine yaklaşmıştır artık. Özgür ve Tutsak şiirini yazdığında, gerçek meskenine yerleşecektir. Ama şiir tamamlanamaz. Solomos’un yarım bıraktığını, Angelopoulos’un şairi tamamlayacaktır. Mekânsız, zamansız bir yolculuğa çıkar Alexander. O sırada, çocuk sorar: “Ben de sana kelimeler getireyim mi?” Ve film boyunca, farklı zamanlarda üç kelime sunar ona:

Korfulamu – Çiçeğin kalbi, Annesinin kollarında uyuyan çocuk.
Xenitis – Yabancı. Sürgün. Her yerde kendini yabansı hisseden biri.
Argathini – Çok geç vakit.”

Alexander, üç kelimenin artık başka bir dünyaya açılan kapının anahtarı olduğunu fark eder. Zihninde, Solomos’un tamamlayamadığı “Özgür ve Tutsak” şiirini kendi sesiyle sonlandırır; belki de, Solomos’un yarım kalan kelimelerinin bir gün onun meskeninde tamamlanması, şimdi onun aracılığıyla gerçekleşecektir.

Yolculuk, ne tamamlanabilir ne de bitti sayılabilir. Çünkü yaşamın o tarafını anlayabilmek, ölümün diğer tarafını anlamaktan çok daha zor bir bilmeceyi çözmek gibidir. İnsanın kendisini varlık ve yokluk arasında bir çizgide bulduğu bu yolculuk, bir anın sonsuzluğa karıştığı, her şeyin ve hiçbir şeyin olduğu bir keşif değil midir? Bir kapı açıldığında, yeni bir başlangıç mı doğar, yoksa sonsuz bir döngü mü? Her şeyin arkasındaki gizem, belki de hiç çözülmeyecek bir sırdır.

Alexander’in yolculuğu, aslında hepimizin içinde süregelen bir eksik hissiyatının izdüşümü. Her şeyi eksik kılan bir şey eksik. Bitmemiş dizeler, tamamlanmamış hikâyeler, zamanın ardımızda bıraktığı gölgeler… Angelopoulos, Sonsuzluk ve Bir Gün’de bir karakterin son gününe değil, insanın eksikliğini giderebilmenin, yani tamamlanmışlığın hazzına da tanık ediyor; bu ölmeden önceki son gün olsa bile. Geçmiş, bugün ve gelecek iç içe geçerken, bir anının yankısı bir başka anının kapısını aralıyor. Zaman, durmaksızın akıyor ama belki de hiç ilerlemiyor. Belki de insan, her yeni günde, sonsuzlukla bir gün arasında kaybolmaya mahkûm.

 

Adem Suvağcı


*Filmde, göçmen çocuğun ölen arkadaşının anısına okuduğu şiir.

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Feyyaz Kandemir , 29/03/2025

    Âdem Suvağcı’nın bugüne kadar yazdığı en iyi yazı diyebilirim. Filmi izleme isteği uyandırdı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir