Dünya’nın Bütün Sabahları (1991) Pascal Quignard’ın aynı adlı kısa romanının, yönetmen Alain Corneau tarafından sanat ve yalnızlığa dair unutulmayacak bir esere dönüşümünü aktarıyor. Sinemaya uyarlanan diğer romanların aksine film, ters yüz edici şekilde romanda geçen neredeyse her ayrıntıyı aktarmış. Filmin müzikle sarmalanmış hâli o kadar sarsıcı ki, Pascal’ın kitabını filmden sonra okumaya başladığınızda müziğin kuraklığını hissedebilirsiniz. Bunun sebebi üstadı (Sainte Colombe) oynayan Jean-Pierre Marielle’nin ya da onun öğrencisi (Marin Marais) rolünü oynayan Gerard Depardieu mudur, yoksa Jordi Savall’ın müziği midir bilinmez ama etkileyici bir anlatım olduğu ortada. Roman size hayal dünyasının kapısını açmıştır; keder, hüzün, yalnızlık, pişmanlık ve sanat görünür fakat filmle o kapıdan içeri girebilirsiniz.
Sanat, sınırların ötesinde bir yerlerdeki üst kimliktir. Üst kimliği oluşturan sanatçının, eseri ortaya koyarken yaşadığı krizleri, çılgınlıkları, yoksunlukları ya da eşlik eden karanlığın kaygılarını bizler hissedemeyiz. Van Gogh, Slvyia Plath, Stefan Zweig, Wlater Benjamin, Cesare Pavese gibi isimlerin hangi ıstırapları atlatıp da eser verdiklerini bilmeyiz. Fakat bu film, bizi yukarıda zikredilen isimlerin yaşadığı ortak acıya şahit kılıyor. Bir baba, bir eş, bir sanatçı olan Sainte Colombe, “Tüm notalar ölerek bitmeli” derken sanatın, sanatçısı için yıkıcılığını, yakıcılığını ve acı dolu olduğunu dile getirir.
Sainte Colombe, İngiltere ve Fransa’da meşhur bir viyolonsel sanatçısıdır. Bir müzik davetinden döndüğünde karısını kaybeder. Bu kayıp onu sanatının derinliklerine iter ve sesin ustası yapar. Müziği, kulakların daha önce duymadığı kadar sarsıcıdır. Öyle ki, Kraliyet müzik topluluğuna davetiye alır fakat “Sadece kendime ait olduğumu düşünüyorum” diyerek kendini sese ne kadar adadığını göstermiş olur. Sergilediği sanatı, onu ciddiyete, öfkeye ve gurura taşırken yaşamı da kapı dışarı eder.
Colombe’un eser üretme sürecinin özü mutlak manada karanlıktır; bu süreci yargılamak yahut anlamlandırmak söz konusu değil. Filmde yaşama dair tüm gereksinimlerini asgari seviyeye indirerek yaşayan üstat, kendisine öğrenci olmak isteyen saray müzisyeni gence, “Burada tutkulu bir hayat sürüyorum” dediğinde kızı şaşırır ve “Baba! Tutku mu? Sen tutkulu bir hayat mı yaşıyorsun?” diyerek tepkisini gösterir. Hâlbuki sanatçının tutkusunu görebilmek bir ayrıcalıktır. Filmde üstadın bahsettiği tutkuyu Van Gogh’ta da görürüz: “İnsanın ruhunda koca bir ateş yanıyor olabilir ama hiçbir zaman kendi kendisini ısıtamaz onunla; gelip geçenlerse yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler ve yollarına devam ederler.” (Van Gogh, Theo’ya Mektuplar, Çev. Pınar Kür, YKY, 2011, s. 44)
Sanatçının beslediği tutkuyu ancak onun kadar sanattan anlayabilecek bir idrak sahibi görebilir. Sainte Colombe’ta bu kişi, geceleri ateşin başında müziğini dinleyen karısının hayalidir; o dinlesin diye içindeki müziğin tutkusunu diri tutar fakat içten içe de özlemini içinde yaşar. Fakat müziğinin kendisiyle ölecek olması onu kahreder, bunu aktarabileceği insanın özlemini hisseder: “Dünyada kendini müziğe benim kadar adamış birini bulup konuşsam o zaman ölebilirdim.”
Sanatçının yalnızlığı her dönemde farklılık gösterir fakat sanattan uzak insanlar için bu yalnızlığın modası her zaman geçmiştir. Arles halkı Van Gogh’un yalnızlığından rahatsız olmuştu, kasabadan kovulması için imza toplamıştı. Varlığıyla rahatsız etmişti Van Gogh; onlara benzememesiyle, yabancılığıyla… Günümüzde ise mektuplarını okurken gerçek bir acının, yoksulluğun ve çaresizliğin yattığını görmemek için metni romantize etmeye çalışırız.
Marin Marais, üstadın yanına öğrencisi olmak için ilk geldiğinde kendini kanıtlamak adına en iyi performansını sergiler. Harika parmak hareketleri, viyolayı tutuşu ve yayı kusursuz bir şekilde tellerden gezdirişi üstadın dikkatini çekmiştir ama ruh yoktur. Üstat, “Ben müziği duymadım.” der. “Dans edenler için yazın, şarkıcılar için yazın ama müzisyen olamazsınız.” Genç adamı öğrencisi olarak kabul eder fakat müziğinden ötürü değil, anlattığı hayat hikâyesinden etkilendiği için onu yanına alır, “Sizi müziğinizden dolayı değil acılarınızdan dolayı kabul ediyorum” der. Bir müddet sonra gelen para ve ün, öğrencinin acısını unutturur, acısı onu bırakınca üstat da onu bırakır ve öğrencilikten kovar.
Üstada göre ruhunda derin bir acı olmayanlar da elbette müzik yapabilir ama genç birinin iç çekişini, yaşlı bir adamın acıklı sesini, uyuyan bir çocuğun nefesini müziğe dökemez. Rüzgârın engele çarptığında çıkardığı bas sesini duyamaz. O, bunlardan arta kalan her şeye hokkabazlık nazarıyla bakar.
Filmin son sahnelerinde, Marin Marais üstadından son bir ders ister. Üstat ise “Size ilk dersimi veriyorum.” der. Fakat artık geç kalınmıştır. Marin Marais, pudralı yüzüne akan gözyaşlarının eşliğinde kendi öğrencilerine üstadından aldığı son dersi şu cümleyle aktarır: “Hiçliğe özendim, hiçliği topladım. Para, çok para, ün… Ve sonunda utanç. O ise… müzikti.”
Âdem Suvağcı
1 Yorum