Dâhiden Kâtile: Oppenheimer

Christopher Nolan, sinema sanatında son 20 yılın belki de en başarılı birkaç yönetmeninden biri. Kaleme aldığı senaryolardan çekim tekniklerine, işlediği konulardan filmlerin sinematografisine, doğal çekim alanlarından müziğe kadar yaptığı her işi neredeyse kusursuza yakın bir şekilde sonuçlandırmayı ve seyirciye sunmayı hedefleyen Nolan, bu özellikleri ile diğer senarist ve yönetmenlerden ayrılıyor. Genelde bilim, bilim-kurgu konulu senaryo ve filmlerle karşımıza çıkan Nolan, tarihin dönüm noktalarına da değindiği birkaç filme imzasını attı. Yani Nolan, sadece bir alanda değil, birden fazla alanda yönetmen koltuğuna oturarak çeşitliliği sağlamayı ve başarısını sürdürmeyi hedefleyen birisi.

Nolan’ın sinema kariyeri 1989’da yayınlanmamış kısa filmlerle başlamış olsa da Hollywood sineması onu ilk defa 1998’de Following (Takip) filmiyle tanıdı. İki yıl sonra insan aklının sınırlarını zorladığı, anlam karmaşasının belki de en üst seviyelere ulaştığı filmi Memento (Akıl Defteri) yayınlandı. Ardından sırasıyla 2002’de Insomnia (Uykusuz), 2005’te Batman Beggins (Batman Başlıyor), 2006’da Prestij, 2008’de Batman: The Dark Knight (Kara Şövalye), 2010’da Inception (Başlangıç), 2012’de Batman: The Dark Knight Rises (Kara Şövalye Yükseliyor), 2014’de Interstellar (Yıldızlararası), 2017’de Dunkirk, 2020’de Tenet ve son olarak geçtiğimiz günlerde beyaz perdeyle buluşan, hem bu yaz merakla beklenen hem de bu yazının konusu olan Oppenheimer.

Jean Baudrillard, Simülarklar ve Simülasyon (Doğu Batı Yayınları, 2022) adlı eserinde, “Sinema, tarihin ortadan kaybolmasına ve egemenliği bir arşivin eline geçirmesine bizzat katkıda bulunmuştur.” der. Sanırım Christopher Nolan da bu şekilde düşünüyor olmalı ki, biri Avrupa biri de dünya tarihinde dönüm noktası olan iki olayı sinemaya taşıdı: Dunkirk ve Oppenheimer.

Gerçek bir olaya dayanan Dunkirk filminde, II. Dünya Savaşı sırasında İngiliz ordusunun Fransa’nın Dunkerque kıyılarında 400 bin askerle sıkışması ve bu ordunun, deniz desteğiyle Dunkerque’ten tahliye edilmesi işlenir. Birleşik Krallık, Amerika Birleşik Devletleri, Fransa ve Hollanda ortak yapımı filmin başrollerinde Fionn Whitehead, Tom Glynn-Carney, Jack Lowden, Harry Styles, Cillian Murphy ve Tom Hardy gibi yıldız oyuncular yer almaktadır.

Oppenheimer filmi ise teorik bir fizikçi olan, “atom bombasının babası” J. Robbert Oppenheimer’ın (Oppie), Ağustos 1942’de kurulan ve ABD için atom bombasını geliştiren Manhattan Projesi’ni yönettiği ve nükleer silahların yayılmasını yavaşlatmaya çalışan gruplarla ilişkisi nedeniyle 1954 yılında yetkililer tarafından Komünist olarak damgalandığı olayı ele alıyor. Filmin oyuncu kadrosu ise tam bir Hollywood yıldızlar geçidi: Cillian Murphy (Robert Oppenheimer), Robert Downey Jr. (Lewis Strauss), Emily Blunt (Katherine Oppenheimer), Matt Damon (Leslie Groves), Rami Malek (David Hill), Florence Pugh (Jean Tatlock), Tom Conti (Albert Einstein) ve Gary Oldman (Harry S. Truman).

Oppenheimer Kimdir?

Robert Oppenheimer, 1904 yılında New York’ta varlıklı bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. 11 yaşındayken New York Mineraloji Derneği’nin en genç üyesi olarak seçildi. Harvard’dan mezun olduktan sonra çeşitli konular üzerine çalıştı: Kozmik ışınlar, kara delikler, nötron yıldızları.

1939 yılında Albert Einstein, dönemin ABD Başkanı Franklin Roosevelt’i uyardı ve Nazilerin nükleer silah geliştirme riskinden bahsetti. Bu da ABD hükümetini kendi bomba projesini geliştirmeye itti. Manhattan Projesi’ni koordine etme görevi Oppenheimer’a verildi. O ve ekibi, uranyum ve plütonyum füzyonu üzerine çalıştılar. Bu araştırmaları New Mexico’da bulunan çok gizli Los Alamos Laboratuvarı’nda gerçekleştirdiler.

16 Temmuz 1945’te ilk bomba testi olan “Trinity” Alamogordo Çölü’nde yapıldı. Bu testte 13 kilometrelik bir bulut ortaya çıktı. 70’ten fazla bilim insanı ABD başkanına dilekçe yazdı ve bombanın Japonya’da bir hedef üzerinde kullanılmamasını sadece bir uyarı işlevini görmesini talep etti. Oppenheimer bu dilekçeyi umursamadı ve bombanın Japonya’da bir şehir üzerinde kullanılmasında ısrar etti. 6 Ağustos 1945’te “Little Boy” bombası Hiroşima’ya; 9 Ağustos’ta ise “Fat Man” Nagazaki’ye atıldı. Bombardıman sonucunda 220 binden fazla insanın öldüğü tahmin ediliyor.

Oppenheimer bombaların kullanılmasında geçerli bir neden sunuyordu: Japonya ile girilen savaş süresi kısaldı ve böylece yüz binlerce ABD askerinin hayatı kurtarıldı. Fakat sunduğu gerekçeye rağmen kendi icadının yol açtığı yıkımın kapsamı karşısında kendisi de dehşete düştü ve 1965’te BBC’ye verdiği röportajda şu ifadeleri kullandı: “Hiroşima’da yaşanan kayıplar ve insanlık dışı acılar savaşa son verme argümanını haklı çıkarabilecek rakamların çok üzerine çıktı. Bunu iş işten geçtikten sonra söylemek kolay tabii.”

Oppie, kısa bir süre sonra görevinden istifa etti. 1949’dan itibaren SSCB kendi atom bombasını geliştirmeye başlayınca atom enerjisinin uluslararası düzeyde kontrol edilmesi gerektiğini savundu. 1950’lerde komünizme sempati duymakla suçlandı, güvenlik yetkileri iptal edildi. Aslında bu suçlamalarının gerçek sebebi Oppie’nin “H Bombası”, yani kontrolsüz termonükleer enerji sağlayabilen yıkıcı nükleer silah olan hidrojen bombasının yapımına karşı çıkmasıydı. Bu termonükleer silah, Hiroşima’da atılan bombadan bile daha yıkıcıydı.

1963’te kendisine, Kennedy tarafından iade-i itibar yapıldıktan sonra 62 yaşında öldü ve kendi buluşuna dair pişmanlığını kamuya açık bir şekilde hiçbir zaman ifade etmedi.

Oppenheimer’ın Kritiği

Christopher Nolan, genelde bilim, özelde fizik konularına ilgili olan bir yönetmen. Çektiği bazı filmler de ise fizik teorilerine yer vermeyi seven birisi. Mesela Interstellar filminin senaryosu Fizikçi Kip S. Thorne’nun evrendeki “Solucan Delikleri” teorisinden ilham alıyor. Tenet filminde ise çoğunlukla John Ellis McTaggart’ın zaman teorisi olmak üzere birçok fizikçinin ele aldığı zaman kavramını işliyor. Bu filmde teoriden pratiğe geçmiş, kesinleşmiş bir fizik çalışmasını ele alıyor: Atom Bombasının mucidi Oppenheimer ve onun çalışması.

Film, Oppenheimer’ın hem özel hem cemiyet hem de akademik çalışma hayatına odaklanıyor. Daha fazla politik, daha fazla metne dayalı, siyasi kumpasların da yer aldığı bir senaryo ile karşımıza çıkan Christopher Nolan, atom bombası fikrinin ortaya çıkışından atom bombasının patladığı ana kadar izleyiciyi her türlü gelişmenin içerisinde tutabilmek adına -her filminde olduğu gibi- yine farklı bir yol izlemiş. Filmdeki renkli sahneler Oppenheimer’ın özel hayatına onun gözünden sübjektif bakarken, siyah beyaz sahneler ise nesnel, kayıtlara alınmış, objektif tarihi bakış açısından olayları aktarıyor. Nolan, yine kendine has bir şekilde, iki farklı zaman çizgisinde filmi aktarmayı tercih ediyor.

Nolan, bir insanın hayatını öyle bir şekilde tasarlayıp izleyicinin karşısına çıkarıyor ki, “Bir Christopher Nolan Filmi” formatına getirebilmeyi başarıyor.

Bu filmde, diğer Nolan filmlerine nazaran çok fazla yakın plan çekim yapıldığını söyleyebilirim. Özellikle başkarakterin yaşadığı gelgitleri, bunalımları, düşünce sancılarını ve filmin sonunda gördüğümüz pişmanlık duygusunu aktarabilmek adına böyle bir çekim planı tercih edilmiş.

Günümüzde IMAX teknolojisi ile en çok film çeken yönetmenlerin başında Nolan gelmekte. IMAX, “maximum image”, yani ulaşılabilecek maksimum görüntü kelimelerinin bir nevi kısaltmasıdır. Kanadalı bir teknoloji şirketi tarafından geliştirilen IMAX, normal filmlere göre daha yüksek kalite ve netlikte film çekimine denir. Christopher Nolan, izleyiciye kusursuza yakın görüntüler vermeyi amaçlayan bir yönetmen olduğu için hemen her filminde bu teknolojiden faydalanmakta. Bu teknolojinin filmdeki en iyi yansımasını atom bombasının patlatıldığı sahnede görmek mümkün, tabii eğer IMAX sistemiyle donatılmış olan sinema salonlarında izlerseniz.

Film boyunca Oppenheimer’e, kafasında belirlemiş olduğu bir hedefe doğru ısrarla, kibirli ve egoist bir şekilde ilerlerken görüyoruz. Kafasındaki akademik çalışmanın ürününü somut bir şekilde elde edene değin etrafındaki insanlara fazla kulak vermeden hareket eden bir karakter var. Nitekim üzerinde çalışmış olduğu atom bombasının bir şehir üzerinde kullanılmaması konusunda toplanan 70’ten fazla bilim adamının uyarılarına kulak asmayan biri. İlerleyen sahnelerde, atom bombasının etkisiyle tahmin edilenden fazla insanın ölmesinden ötürü ortaya çıkan pişmanlığın geri dönülemeyecek boyutta olduğunu görüyoruz. Hemen ardından da Oppenheimer’ın yargılanma süreci ve siyasi kumpasları geliyor. Bombaların Hiroşima’ya ve Nagazaki’ye atılması sonucu biten savaşın kazananı olarak dönemin ABD Başkanı’ndan ödül alan Oppenheimer, “Elimde binlerce insanın kanı var” diyerek ödül törenini günah çıkarma ayinine çevirir, çok geçmeden sorgu odalarında yerini alır.

Bu film özelinde ve Christopher Nolan hakkında şahsî fikirlerimi söylemeden evvel oyunculuk ve müzikler hakkında da birkaç konudan bahsetmem gerekir. Cillian Murphy’i gerek Nolan’ın diğer filmlerinde gerekse oynadığı birçok farklı film ve dizilerden bilirim, harika bir oyuncu. Hangi türden bir rol olursa olsun, o rolü sahiplenip en iyi performansı ortaya koymayı başarıyor. Nitekim rol arkadaşı Matt Damon bir röportajında Cillian için, “Sette bizim yanımıza gelmezdi. Bizden ayrı yemek yer, yalnız başına yürüyüşlere çıkar, tamamen senaryoya ve Oppenheimer’ın hayatına odaklanırdı.” Bu filmde de role o kadar bürünmüş ki, gerçek hayattaki Oppenheimer’ın ağzından çıkmamış olan pişmanlığı, göstermiş olduğu performansla ortaya koymayı başarmış. Murphy’inin yanı sıra Robert Downey Jr. ve Matt Damon da oyunculukları ile filmi üst bir seviyeye çıkarmış. Nolan’ın kadın karakter yazma sorunu olduğu düşüncesine hâkimdim, bu filminde de beni desteklediği için kendisine teşekkür ediyorum. Müzikleri yapan Ludwig Goransson, filmdeki bütün sahnelere hâkim olduğunu kanıtlamış. İzleyicilerin ilgisini toplayıp dağılmasını engellemek için büyük çaba sarf ettiği ortada. Sanırım yıllarca Hans Zimmer ile çalışan Nolan, Hans’ın halefini kendisi seçmiş ve beraber işe başlamışlar. Yani Goransson’ı ilerleyen dönemlerde Nolan’ın yeni filmlerinde görme ihtimalimiz yüksek.

Benim için Christopher Nolan, 21. yüzyılın en iyi yönetmenlerinin başında gelir, hatta zaman zaman en iyisi olduğu kanaatine gark oluyorum. Nedenini tam olarak açıklayamam fakat seçtiği konular, senaryolar, tercih ettiği çekim tarzları, kullanılan müzikleri vs. birçok neden onu bende farklı bir noktaya taşıyor. Hikâyesi olmayan, saçma sapan senaryolarla izleyicinin karşısına çıkan diğer Hollywood yönetmenlerinden farklı bir anlayışı var. Fakat bu filmde Nolan’ın, insanlık tarihinde kara bir leke olan atom bombasının mucidi Oppenheimer ile birlikte ABD’yi de temize çekiyor. Filmde, atom bombasının mevcut savaşı bitirip daha fazla asker ölmesini engellediğine yönelik söylemler bizi bu düşünceye itiyor. Fakat artık bitmiş bir savaşın son perdesini abartılmış bir şekilde katliama dönüştürerek kapatan ABD’nin kendini temize çekmesi mümkün değil, hâliyle Oppenheimer’ın da. Çünkü büyük bir insanlık suçu işlendi ve ABD bunu coşkuyla kutladı. Bu insanlık suçunun üzerinden yıllar geçti ve etkisi bu süreçte devam etti. Sadece insanlar öldürülmedi, bir kültür de katledildi. İşte böylesi derin yaraların sebebi olan atom bombasının mucidini ve ABD’yi günahsızmış gibi gösterme çabası beni şaşırttı. Özellikle filmin atom bombasının patladığı sahneden son sahnelerine doğru geçen süreçte pişmanlık hissinin yoğun olarak verildiği bölümde görüyoruz ki Oppenheimer suçluluk hissi duyuyor; ABD bu suçluyu ödüllendirdikten sonra yargılayıp adil bir tavır takınıyor, dünyaya “biz kendi katilimizi yargılıyoruz” havası veriyor, hatta dozajı kaçırıp Rus ajanı ilan ediyor. Bu senaryonun böylesi bir yönetmenin eline düşmesi tehlikeli. Çünkü yukarıda da ifade ettiğim gibi Nolan, en basit düzlemdeki bir hikâyeyi öyle bir şekilde tasarlayıp önünüze sunuyor ki, hipnoz olabiliyorsunuz. Böylesi bir hikâyenin Nolan tarafından perdeye yansıtılması, korkarım ki Oppenheimer sempatisini arttıracak, dolayısıyla atom bombası ve ABD tehlikesini göz ardı ettirecek. Çünkü sinema bu katliama, “Oppenheimer aslında savaşı bitirmek istedi. Göz korkutmak için böyle devasa bir bomba yaptı, bu yüzden suçlu değil.” dedirtecek kadar güçlü. 

Adem Suvağcı

 

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Hamza , 22/08/2023

    Belki de ABD yeni nükleer saldırıların zeminini hazırlıyordur bu filmle. Dünyayı sinema ile ikna ettikten sonra suçlu hiç bir zaman ABD olmaz. Hem yazar beyin de dediği gibi Nolan dünyayı ikna etmek için en iyi yönetmenlerden biri.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir