Çünkü Ömrümüzü Sadece Ümitlenmekle Geçirdik

İran sineması, kendine has bir dille inşâ ettiği alternatif sinema anlayışı ile son yıllarda adından sıkça söz ettiriyor. Bu sinema dili, sinemaseverlerin beğenisini topladığı gibi uluslararası alanda aldığı ödüller ile başarısını da kanıtlamış durumda. İran sinemasının bu denli beğenilmesinin ardında hem kurdukları geleneksek dil hem de ele aldıkları konuların hayatın içinden olması gibi iki önemli unsur bulunmakta. Öyle ki, bir otobüs durağında çantasını unutan kadının hikâyesi (Hero filminin konusu) bile bize İran toplumu hakkında ipuçları verebilir. Tabii İran sineması denildiğinde ilk akla gelen yönetmenlerden biri de hiç şüphesiz Abbas Kiyarüstemi oluyor.

Acı, zulüm, aşk hikâyeleri, gelenekler, sanat, siyaset… Kiyarüstemi tüm bunları bir fotoğraf çerçevesine sığdırmayı başaran bir yönetmen. Onun filmleri, hayâl dünyasını aktarırken, aynı zamanda gerçeklerin de ayna gibi gösterilmesine yardımcı oluyor. Kirazın Tadı (Taste of Cherry – 1997) filminde de bunu görebiliriz. Filmde, kültürel manada İran’a ait metaforlara sık sık rastlasak da bu kadar beğenilmesindeki en büyük neden, insanın birincil kaygısı olan “Neden varım?” ve “Niçin yaşıyorum?” sorularına yanıt arayan bir karakterin, usta bir kalem tarafından hazırlanıp insanlara aktarılmasıdır.

Sinopsis

Kirazın Tadı filminin başrol oyuncusu Bedii (Hümayun Erşadi), intihar etme düşüncesinde olan ve intihar ettikten sonra yüklü miktar para karşılığında mezarına toprak atacak birini bulma amacıyla Tahran’ın izbe ve sote yerlerini arşınlayan biridir. Filmin geneli, kahramanın intihar psikolojisine uygun bir şekilde renksiz, toz toprak içinde, çorak alanlarda geçiyor. Yönetmen adeta intiharın rengini aktarıyor perdeye. Ayrıca kahramanın sürekli dönüp dolaşıp aynı yerlere gidip gelmesi hayatın döngüselliğine bir atıf gibi…

Yorgun görünümlü, orta yaşlı bir adam, arabasıyla Tahran sokaklarında, ölmeden önce son isteğini yerine getirecek birini arar: Adam, aşırı doz ilaç alarak intihar edecektir ve sonrasında birinin kendisini gömmesini istemektedir. Bu, şaşkınlık ve korku yaratan bir tekliftir. Aracına aldığı insanlar onu vazgeçirmeye ya da bu düşük dünyanın basit zevklerini yaşamaya ikna etmeye çalışırlar. Filmin teması ise umutsuzluk, mutsuzluk, var olma ve yok olma etrafında şekillenir. Kendi ölümüne direksiyon çeviren bir adam ve durmadan dönen dünya, bitmek bilmeyen bir akış. İnsanlar, araçlar, yollar…

Dünyadan Kaçış Yolu: İntihar

İnsanoğlu, dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren ölüme doğru ilerler. Her nefes alıp verme, ölüme yakınlaşmadır. Bu yaklaşımın oluşturduğu farkındalık ise korkuyu getirir. Arthur Schopenhauer’a göre bu korku, tüm bilgilerden bağımsızdır. Ona göre din ve felsefî öğretiler temelde bu korkuyu dindirmeyi amaçlar. Ve yine Schopenhauer’a göre sadece din ve felsefe ölümü soğukkanlılıkla karşılamaya hazırlar. Ölüm en çok korktuğumuz, ona ulaşmamak için sürekli çabaladığımız bir şey olmasına rağmen hayatı anlamlandırma bağlamındaki son noktadır.

Ölüm, insanoğlunun her zaman ilgisini çekmiş, tecrübe edilmesi imkânsız olan ve ne olduğuna dair neredeyse hiçbir bilgisi olmayan bir olgu. Dolayısıyla insan bazen, yalnızca bir kere tecrübe edebileceği ölümü şiddetle arzular. Ölümün ne zaman ve nasıl geleceğini bilememenin doğurduğu muğlaklık ise ölüm olgusunu daha sırlı hâle getirir. Bu sır perdesinin aralanmasını bekleyemeyen insan, ölümü tecrübe etmek için bir çıkış yolu arar: İntihar… Bu çıkış yolu, insanoğlunun hayat mücadelesindeki mağlubiyetlerinin birikiminden açılır.

Bedii’nin yolculuğu esnasında karşılaştığı ilahiyat tahsilli Afgan genç ile konuşmaları hem bireyin yalnızlığını sorgularken hem de intiharın temel sebeplerini ele alır. Bir sahnede Bedii, şu cümlelerle intiharı kendisine çıkış yolu olarak aksettirir: “İntiharın günah olduğunu biliyorum. Ama mutsuz olmak da büyük bir günahtır. Mutsuzken başkalarını incitirsiniz. Bu günah değil midir? Aileni incitiyorsun, arkadaşlarını. Kendini. Bu bir günah değil mi? Seni incitirsem, bu günah olmuyor da kendimi öldürürsem mi büyük günah işliyorum?” Fakat ilahiyatçı adam, intihar konusundaki dinî telkinleri (İslam’a göre haram olduğunu) tekrar ederek Bedii’yi ikna etmeye çalışır; aynı zamanda inancına ters düşen bu tutuma ve ölüme anlam aramaya çalışan başkaraktere saygıyla yaklaşır ama onun talebine asla teşne olmaz. Çünkü insan her halükârda bir anlam arar. Kimileri bu anlamı içinde üretebilmenin dikenli yollarına girer, yara bereyle yol kat etmeye çabalar; kimileri için de anlam önceden verilmiştir ve arayışsız bir yolu yürür.

Aslında film boyunca, kahramanın, ölümden ziyade yaşama tutunma çabasını da görürüz. Çünkü insan, toplum içerisinde varlığını sürdürmek ve bu varlığa insanları şahit kılmak ister, kalbine bir insan elinin değmesini arzular, ölüm anında bile yaşamaya dair bir umudu yakalamak ister.

Kanada’da, ötenazi yöntemiyle hayatına son vermek isteyen bir hastanın isteği kabul edilir. Hasta, ötenazi için ölüm kabinine yerleştirilir. Doktorlar eşliğinde ötenazi işlemi başlamadan evvel son isteği sorulur. Hasta, bir bardak soğuk su ister. Bu durum üzerine doktorlar ötenazi işlemini iptal ederler. Çünkü ötenazi ile ölmek isteyen birisinin yaşamdan bir beklentisi olamazdı. Doktorlar, soğuk su isteği üzerine hastanın aslında hâlâ yaşamaya çalıştığını ve bu isteğini gerçekleştiremediğini düşünür. İntihar isteği basit bir ölüm meselesi değildir, bir varoluş meselesidir. Bedii Bey de ömrünün bir bölümünde acı çekmiş ve bu acıdan kurtulmanın çaresini ölümde arayan biridir. Bir varoluş sancısının eşiğinde, “acaba intihar gerçekleşecek mi?” diye beklerken aynı zamanda Bedii’nin düşerken tutunmaya çalıştığı bir tuğlayı da aradığını hissederiz.

Bedii’nin ölüm yolculuğuna üç karakterin eşlik ettiğini görürüz. Aracına ilk aldığı insan, bir Kürt asker. Askerin varlığı, savaş ve ölümü çağrıştırır. Genç, utangaç, henüz sesi bile yeteri kadar çıkamayan bu karakter, Bedii’nin hayatla ürkek çatışmasını temsil eder. İkinci karakter ise yukarıda da zikrettiğimiz, ilahiyat tahsili için İran’da bulunan Afgan öğrenci. Kendisine sunulan teklifi, intiharın haram bir eylem olduğu gerekçesiyle reddeder. Orta yaşlı olan bu karakter, Bedii’nin intihar fikrinin önündeki caydırıcı dinî söylemlerle mücadelesini aktarır. Sahneler ilerlerken arabanın içerisinde konuşmaya başlayan yaşlı Türkmen Baheri ile karşılaşırız. Böylece Kiyarüstemi, arabaya binen üç karakter üzerinden hayatın adeta kronolojisini izleyiciye aktarır: Genç, orta yaş ve yaşlı…

“Siz Hasta Değilsiniz, Hasta Olan Düşünceleriniz!”

Baheri’nin konuşmalarından anladığımız kadarıyla, Bedii’nin isteğini gerçekleştirecek tek kişi odur ve işte asıl hikâye bundan sonra başlayacaktır. Çünkü Baheri de Bedii gibi bir vakit intihar etmeyi düşünmüş fakat daha sonra bu düşüncesinden vazgeçmiştir. Bedii’nin isteğini gerçekleştireceğine dair söz veren Baheri, öncelikle Bedii’i anlamaya, intiharının ardındaki sebepleri öğrenmeye ve hayat tecrübesine dayanarak onu vazgeçirmeye çalışır. Kiyarüstemi, Baheri karakteri üzerinden bizlere şunu aktarır: “Çünkü ömrümüzü sadece umutlanmakla geçirdik.”

Yaşlı adam evliliğinin ilk yıllarında çok bunaldığı bir anda intihar etme düşüncesiyle, yanına bir ip alıp seher vaktinden önce evden ayrıldığını ve dut ağaçları ile dolu bir bahçeye vardığını söyleyerek başından geçen bir olayı anlatmaya başlar:

“… Kendimi öldürmeyi kafama koymuştum. Dut ağaçlarıyla dolu bir bahçeye vardım. İpi bir ağaca doğru fırlattım ama tutturamadım. Bir kere iki kere denedim ama başaramadım. Ardından ağaca çıktım ve ipi sımsıkı düğümledim. Sonra elimin altında yumuşak bir şeyler hissettim, dutlar! Lezzetli, tatlı dutlar. Birini yedim taze ve suluydu. Ardından bir ikincisini ve üçüncüsünü… Birdenbire güneşin dağların ardından yükseldiğinin farkına vardım. Ama ne güneş! Ne manzara! Birdenbire okula giden çocukların seslerini duydum. Bana bakmak için durdular. Ağacı sallamamı istediler. Dutlar dallarından yere döküldü. Çocuklar yerken kendimi çok mutlu hissettim. Eve götürmek için biraz dut topladım. Karım hâlâ uyuyordu. Uyandığı zaman o da dutlardan yedi. Çok hoşuma gitti. Kendimi öldürmek için evden ayrılmıştım. Dutlarla geri geldim. Bir dut hayatımı kurtardı. Sadece bir dut…”

“Dutları yediniz, eşiniz de yedi. Sonrasında her şey düzeldi, öyle mi?”

“Hayır, her şey düzelmedi, ama ben değiştim. Böyle olunca elbet her şey değişmeye başladı. Çünkü düşüncelerim değişmişti.” der ve bir hikâye anlatmaya başlar:

– “Türk’ün biri doktora gitmiş ve ‘Doktor Bey, nereme dokunsam oram ağrıyor. Ayağıma dokunsam ayağım, göğsüme dokunsam göğsüm ağrıyor.’ demiş. Doktor onu muayene eder ve ona der ki: ‘Sizin bir şeyiniz yok, vücudunuz sağlam ama parmağınız kırık.’ Muhterem Beyim, siz hasta değilsiniz, hasta olan sizin düşünceleriniz, düşüncenizi değiştirin. Dünya göründüğü gibi değildir. Bakış açısını değiştirmelisiniz ki dünya değişsin. Bütün umudunuzu mu kaybettiniz? Sabah uyandığınızda gökyüzüne baktınız mı hiç? Şafakta güneşin doğuşunu görmek istemez misiniz? Yıldızları görmeyi istemiyor musunuz? Dolunaylı geceyi yeniden görmek istemez misiniz? Kirazların tadından vaz mı geçmek istiyorsunuz?”

Filmin son sahnelerinde Bedii, bir tepedeki ağacın yanına kazdığı mezarının içerisine gelir ve uzanır. Gökyüzüne bakıp dolunayı seyreder. Çakan şimşekle birden şehir aydınlanır. Gök gürültüsü duyuluyor olsa da yağmur başlamamıştır. Gök gürültüsü Bedii’nin korkusunu ve umudunu yansıtır. Fakat Bedii’nin intihar edip etmediğini anlamayız. Bir anda sahneler değişir; yönetmen, kameraman ve oyuncular karşımızda, filmin çekildiği yerdedirler. Abbas Kiyarüstemi, bizleri şaşırtan bu final ile hayatın kendisinin bir kurgu olduğunu tekrar tekrar hatırlatır bize. İzleyiciyi kendi bakış açısıyla, kendine ait bir son oluşturmakta özgür bırakır.

Bu sahneden sonra renk ve ses kuşağı, görüntü kalitesi tamamen değişmiştir. Kiyarüstemi izleyiciye bir film izlediğini, bunun gerçek olmadığını bu biçimsel üslupla anlatmaya çalışır. Başkarakterin ölüp ölmediği izleyici tarafından bilinmez fakat karanlık sahnenin ardından gelen güneşli sekansta umudun her zaman olduğu, kirazın tadının insanı yaşama bağlayabileceği hissettirilir.

Filmin hikâyesi her ne kadar ölüme dair olsa da alt metninde yaşama tutkusuna yönelik bir güzelleme yatar. Yönetmenin sinematografik imgelerle bu güzellemeyi bize belli etmeye çalıştığını görürüz. Bedii intihar düşüncesinde kararlı olduğunda, araca, sarı, solgun ve çorak topraklar eşlik ederken, yaşlı adam konuştukça ve başkarakterimiz kararında şüpheye düştükçe aracın yemyeşil sulak topraklarda yol alması buna işaret eder. Yine filmin ilk planlarında sıklıkla yer verilen öznel kamera kullanımı kahramanın gözünden dünyaya bakmamızı, dolayısıyla onunla özdeşleşmemizi sağlarken sonrasında kahraman tereddüde düştüğü oranda bu açının kullanımı azalmış ve bizim de intihar düşüncesinden uzaklaşmamız hedeflenmiştir.

 

Adem Suvağcı

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir