and olsun o zamana ki
güneşin gölgelediği
apaçık bir nişane
uzun emeli bırakıyorum
kısa vadelerin suretine
acının ilmühaberidir
şehvet süreğinin güvercini
bırakıyorum
kanat açsın özgürlüğe
kitaplarımı
ilk çağrısına son kitabın
bükülen anlamın seyrini
kocakarıların nefsine
aklın başını yasladığı tren rayları
bir gün öleceğini bile bile
-üşüyen bir yorgan biçiminde-
kıvrılıyorum kokusuna
ısırılan elmaların
ve bırakıyorum yanına
zehir püsküren yılanların
adaleti
basiret ve liyakati
horozu yumurtlayan zengine
küfrü kınından çıkaran açlığı
tekeden süt çıkaran fakire
yarayı dağlayan bir cerahat gibi
şerbeti kaynatan incire
zeytini, ata edilen yemini
çiçek balını ve ebabili
kovanı yıkılan müfessire
bütün cevapları ezberledim
bütün isimlerin veçheleriyle
ne çanak tutan münker’in
ne kan kusturan nekir’in
umudu, en çok da kendime
gerildikçe gerilen
bir sıfattı ellerim
tanımlayan isimlerin
sınırlayan gergefinde
tamamlanıyorum şimdi
-yarım kalmış bir oya işi-
unutulan esmaların
hatırlatan terkibinde
kursağa takılan hevesi
toprağın balçığına bırakıyorum
ahu feryadı ulayan
en fazla bir hece
bütün sessiz harflerin
en büyük devriminde
ölü doğan sözleri
karnında unutulan tarihin
büyük insanlık idealine
kullara taalluk eden hakları
ha bıraktım
ha bırakıyorum
köşkün zebercedini görünce
vitesi geri atan mücrime
davud’un şarkısını duyuyorum
tutulan dilinde musa’nın
hep bir ağızdan seslerin
fokurdayan bir süt gibi
kesilip, biçildiği günde
ışığı solan bir anahtarın
cehenneme açılan kapısıydım
hepsi benim sanmıştım
mükemmel yalnızlığını tanrı’nın
ahlar ağacının kumaşından
bana da bir arşın ölüm
çıkar sanmıştım
yaşamak ki bir tokattı, yaşadım
-anne eli değmiş gibi-
bırakıyorum cehli
ilmi, ameli ve hikmeti
yüzüyorum derisini bilincin
sahibine verince kibri
son söze yazılan haşiye
geç de olsa anladım
-göğsümde ki şirpençe-
bırakıyorum hecelerini
ölüm meleğinin türküsüne
ne ki
bırakmıyor kendine
bir an olsun insanı
kalbini paramparça kılıp
kudret elinde onaran tanrı
Bahadır Dadak