Ümmî Sinan Divanı’ndan

Evveliñe olmadı hiç ibtidâ
Âhiriñe dahı yokdur intihâ

Zâhir ü bâtın saña hep muntazır
Bâb-ı fazlıñdan ider küllî recâ

Ey Kerîma’llâh Kuddûsü’s-selâm
V’ey Rahîm ü Hâlik-ı arz u semâ

Mâlikü’l-mülk-i hakâyık ins ü cân
‘Arş u kürs levh u kalem tahte’l-‘ulâ

On sekiz biñ ‘âleme sensin İlâh
Râzıkı hem hâfızısın ey Hudâ

Sensin ol Cebbâr-ı ‘âlem zü’l-celâl
Kahr iderseñ yek nefs olur fenâ

Cins ü misliñ yok nazîriñ bir dahı
İllâ mahbûbuñ Muhammed Mustafâ

Nûr-ı vechiñden anı var eyledüñ
Sevdüñ anı derdlere kılduñ devâ

A‘zam-ı şânıñ bilinmeklik muhâl
Şerh olunup dile gelmez Kibriyâ

Geldi her kim ‘âleme her kim gele
Nûr-ı vechiñden olurlar âşinâ’

Nûr-ı zâtıñ kıble kılduñ cânlara
Bendesidür enbiyâ vü evliyâ

Bahr-ı zâtıñdan haber bilmeklige
Bulmadı yol ger veli ger enbiyâ

Bahr-ı mutlak lâ-te‘ayyün künh-i zât
Vasf olunmaz niçedür ol Hû bekâ

Dem-be-dem dir tapuña tübtü ileyk
Secde kılmış pâyiñe nûr-ı ‘amâ

Eyle olsa işbu remzi anlayan
Eylemez bundan öte çûn ü çirâ

Bu Sinân Ümmî temennâ kıldugı
Pâk zâtıñdan hemân ancak rızâ

Ümmî Sinan

 


Ümmî Sinan’ın Hayatı

Ümmî Sinan’ın doğum tarihiyle ilgili kesin bilgi yoktur. Kendisi, Kutbü’l-meânî adlı eserinin sonunda babasının adının İbrahim olduğunu belirtir. Bağdatlı İsmail Paşa da adı geçen eseri tanıtırken Ümmî Sinan’ın babasının adının ibrahim olduğunu söyler. Babasının adı dışında ailesiyle ilgili bilgi bulunmamaktadır. Ümmî Sinan’ın asıl adı Yusuf’tur…

Tahsil hayatı hakkında bilgi bulunmayan Ümmî Sinan’ın Mustafa Lutfî tarafından “âlim-i ümmî- iştihâr ve fâzıl-ı fezâil-şiâr ve kâmil-i füyûzât-âsâr şeyh-i pır ü civan …” diye tanıtılmasından manevî ilimlere vâkıf olduğunu öğreniyoruz. Hüseyin Vassaf’ın onun hakkında bilgi verirken “ümmî ta’biri her zaman li-nefsihî isti’mâl olunmaz bir şeydir, ümmî-i âlimdir” şeklinde açıklama getirmesi Ümmî Sinan’ın bâtın veya hakîkat ilmine sahip bir kimse olduğunu gösterir. “Zahirî ilimleri de bildiği ve medresesinin bulunduğu” belirtilmişse de Başbakanlık Arşivi’nde yaptığımız araştırmalarda Elmalı’da böyle bir medrese kaydına rastlamadık. Ancak Osmanlı ilmiye teşkilâtında müstakil statüye sahip kendine has vakfiyesi, yıllık muhasebesi olan medreseler dışında yine tedrisat için kullanılan “buk’a”, “dersiye” uygulaması bulunmaktadır. Bunlardan özellikle “dersiye”, çoğu kere bir cami bünyesinde belli şartlarda belirli bir dersin belirlenen bir hoca tarafından verilmesi için “dersiye” adıyla para tahsis edilmesi uygulamasıdır. Ümmî Sinan için söz konusu olan “medrese” kaydının da müstakil medrese olmayıp, daha sonraki bir tarihte orada ihdas edilmiş bir “dersiye” görevi olması muhtemeldir.

Dönemine en yakın kaynaklardan biri olan Şeyh Mehmed Nazmî’nin Hediyyetü’l-ihvârCı Halvetîliğin Yiğitbaşı kolu şeyhlerini sıralarken şu bilgiyi verir: “Ve Yigitbaşı’dan bir şu’be dahi Tâlib Ümmî, Eroğlu ve Elmalı Sinan Ümmî’den, Elmalı’da ve ‘Uşşâk’da ve Kütâhiyye’de ve etraflarında hulefâ ve fukara bâkîdür. Riyazet ve mücâhedeleri sebebiyle müridleri ve muhibIeri vardır. Yiğitbaşı’ya müntesib olanlarun cümlesi ümmîlerdür. Varidat sahibi i’tikâdında olup ‘leyset umıırü’l-âhireti kemâ za’imet cühhâlü’l- ‘ulemâ’i’ derler”. Bu bilgilerden de anlaşıldığı kadarıyla döneminde zahirî ilimlerin öğretildiği bir medreseye devam ettiğini söyleyemiyoruz. Mutasavvıflara göre ilim zahir veya şeriat ilmi, bâtın veya hakikat ilmi olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Birincilere kâl ehli, ikincilere hâl ehli denir. Medreseler şer’î ilimlerin, tekkeler ise bâtınî ilimlerin öğretildiği kurumlardır. Ümmî Sinan’ın ümmîliği hiç okuyup yazma bilmemek anlamında değildir.

Ümmî Sinan devrinde geniş bir çevreyi tesir altına almış, ünü diğer Anadolu şehirlerini de tutmuş olmalı ki, birçok Arap ve Rum (Anadolu) şehirlerini dolaşıp çok şeyhler gören Niyâzî-i Mısrî’nin son durağı Elmalı olmuştur. Niyâzî-i Mısrî çok etkilendiği şeyhi Sinan Ümmî’den eserlerinde ve şiirlerinde övgü ile bahseder. Eserlerinden Mevâidül-irfân’da. şunları söyler: “… Arap ve Anadolu şehirlerinde çok şeyhlerin sohbetine eriştim. Akıbet, şeyhim, göz bebeğim, kalbimin devası Şeyh Ümmî Sinan Elmalı’nın hizmetine ulaştım. Kalbimin şifasını onun hizmeti şerefinde buldum. Mübarek nefesi kimyasıyla, bana Hz. Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî’nin bahsettiğim rü’yada bana işaret ettiği her şey hâsıl oldu. Allah’a hamdolsun, Allah’ın lutfuyla telvîn gitti, temkîn hâsıl oldu.” Niyâzî-i Mısrî aynı eserin “Otuz Dördüncü Sofra”smda “Cennet mekârihle süslenmiştir.” sözünü açıklarken kendi hayatından şunları nakleder: Mısır’a gidip Şeyhuniyye’de şeyhime bey’at ettiğim zaman oranın fukarası sayılamayacak kadar çoktu. Bunlardan bazıları şeyhime, kendi şeyhi zamanından kalmış idiler. Şeyhin selefinden kendisine intikal eden müridlerden biri bana yaklaştı ve gizlice: “Ben seni, irâdende sâdık, samimî arkadaş biliyorum. Ama bu şeyh, senin bildiğin gibi yetişmiş bir şeyh değildir. Ben sana nasihat ediyorum. Senin aradığın bunda yoktur. Beni dinlersen bunu bırak ve kendine başka bir şeyh ara, belki muradına erersin.” dedi ve şeyhin birçok ayıplarını saydı. Ona dedim ki: “Şimdi onun kâmil olduğuna yakînen inandım.” Gerçekten üç yıl hizmetine devam ettim ve onu Kâdirî Tarikatinde kâmil bir şeyh buldum. Allah’a hamdolsun, ona hizmet sayesinde muradımın özetine nail oldum. Teferruatına da başka bir şeyhin, şeyhler şeyhi eş-Şeyh Ümmî Sinan Elmalı’nın hizmetinde eriştim. Ama bunun mekârihini, ötekinin mekârihinden çok buldum. Tabiî zevkleri de farklı idi.” Bir kâmil kimsenin çevresinin düşmanla çevrili olduğunu, o kâmile ve onun bağlılarına çeşitli yalan ve iftiralar yapılarak insanların uzaklaştırılmaya çalışıldığını bizzat müşahede eden Niyâzî-i Mısrî, Ümmî Sinan’ın da bu tür durumlara maruz kalmış olduğunu ifade eder.

Kâmil kimse, kemal cennetine cehd ü gayret ve sabr-ı cemîl ile ulaşabilir. Onun, hasetçilerin kötülükleriyle çevrili bulunan sohbeti cennetine de ancak zatında veya meclisinde bulunan mekârihlerine gözlerini kapatan, o hasetçilerin sözlerine kulak asmayanlar girebilir…

Döneminde tarikatı ve tekkesi ile bir yandan halka belli seviyede dinî bilgileri öğretmesinin yanında, isteyenlere tasavvuf yolunu da öğretmiştir. Bir taraftan halka vaaz ve nasihatlar verirken diğer taraftan da tekkesinde insanları Hakk’a vuslata hazırlayan ahlâkî bir eğitim vererek onların manevî makamlarım tamamlatmayı kendisine aslî vazife edinmiştir. Şeyh Mehmed Nazmı, Hediyyetü’l-ihvân’mda “… Yiğitbaşı’dan bir şu ‘be dahi Tâlib-i Ümmî ve Eroğlu ve Elmalı Sinan Ümmî’den, Elmalı’da ve Uşşak’ta ve Kütâhiyye’de ve etraflarında hulefâ ve fukara bâkîdür.” diyerek, Ümmî Sinan’ın da bağlı bulunduğu Halvetiyye’nin Ahmediyye kolunun yayıldığı yerler hakkında bilgi verir. Mustafa Lütfi’nin, Tuhfetü’l-asrî’sinde Ümmî Sinan’ın Elmalı’dan Uşak’a halifelerinden Şeyh Mehmed Uşşâkîyi ziyarete geldiği, bu esnada Niyâzî-i Mısrî’nin de burada olduğu belirtilmektedir. Yine aynı eserde Ümmî Sinan’ın oğlunu Niyâzî-i Mısrî ile Bursa ve İstanbul’a gönderdiğini öğreniyoruz. Bunun devlet ricalinden aldığı bir davete kendisi icabet edememesi nedeniyle mi yoksa oğlunun bilgi ve görgüsünü artırmak amacıyla mı yapılmış olduğunu kesin olarak tespit edemiyoruz. Başta Niyâzî-i Mısrî olmak üzere, Askerî, Matlaî, Muhammed Uşşâkî gibi mutasavvıf-şairlerin aynı zamanda Ümmî Sinan’ın halifesi olması, şüphesiz çeşitli yerlerde tanınıp sevilmesinde şöhretinin yayılmasında etkili olmuştur. Ayrıca bazı ilâhilerinin çeşitli mecmualarda bulunması ve bestelenmiş olması da onun şiirlerinin değişik meclislerde sevilerek okunageldiğini gösterir. Dillerde söylenen ilâhîleri, nesilden nesile aktarılan kerametleri, yetiştirdiği şair-dervişleriyle Ümmî Sinan edebiyatımızda önemli bir yere sahiptir…

Ümmî Sinan 25 Cemâziyelâhir 1067’de (10 Nisan 1657) vefat etmiştir. Mezarı kendi adıyla anılan caminin bitişiğindeki türbededir.

Kaynak: Ümmî Sinan Divanı, Hazırlayan: Doç. Dr. A. Azmi Bilgin, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, Sayfa: 7-21 (özetlenerek alınmıştır)

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir