Edebifikir okurları için, yazarlarımızla yazı ve hayat merkezinde samimi bir hasbihal gerçekleştirmeye devam ediyoruz. “Yazarlarımızla Hasbihal” serimizin sekizinci konuğu Feyyaz Kandemir. (Celal Kuru)
***
Sevgili Feyyaz, çoğu zaman hemdert bulamamaktan dertlisin. Sen de söylediklerini bir kaya yankısına benzetiyor musun? Bize biraz derdinden, biraz kendinden bahseder misin?
Hemdert saydığın insan bile bazen Hak ile aranda perde olabilirmiş, bunu fark ettikten sonra hemdert aramayı bıraktım. Kendimi ciddiye aldığım zamanlarda sözlerimin tesir uyandırmasını bekliyorum, uyandırmadığını fark edince üzülüyorum fakat 30 yaşımı aştığımdan beri, yani yaklaşık 3 yıldır daha ziyade kendimle alay ediyorum. Derdim kendi hikâyemin öznesi olmak, başka hikâyelerin nesnesi olmamak. Milletim, ümmetim adına dert edindiğim şey de bu. Kendimden bahsetmeye gelince… Sivaslı olmadığı hâlde Sivaslı, İsmet Özelci olmadığı hâlde İsmet Özelci, Türkçü olmadığı hâlde Türkçü sanılan biriyim. Sivas’ı, İsmet Özel’i ve Türklüğümü seviyorum, o ayrı.
Seni yazmaya sevk eden ne oldu, yazı maceran nasıl başladı, ilk yazdığın yazıyı hatırlıyor musun?
Orta mektep ve lisede şiirimsi şeyler karalardım, bunlar bir eğlenceden ibaretti benim için. Babamı ahirete uğurlayınca, ilk kez yazma ihtiyacını kuvvetli bir şekilde hissettim, yıl 2010. O yıl üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldim, şiir olduğunu sandığım metinlerim vardı, doğru düzgün şiir okumadan yazdığım bu metinlerin şiir olmadığını Sulhi Ceylan sayesinde fark edince birkaç mısra müstesna, hepsini imha ettim. Sulhi Ceylan, büyük Türk şairlerini döne döne okumamı salık verdi ve beni evvela nesir yazmaya yönlendirdi. Aslında benim şiirden başka bir arzum yoktu. Bu yüzden başta düzyazı yazmamak için biraz direndim ama sonunda ustama kulak verdim. Şiirin şiirden öğrenildiğini ondan öğrendim. Keza her duygu ve düşünceyi şiirle ifade etmek mecburiyetinde olmadığımı, düzyazının da önemli bir imkân olduğunu o fark ettirdi, sağolsun.
Yazarların ilginç yazma ritüellerinden sana miras kalan var mı? Varsa kimden tevarüs ettin? Not alırken defter, kalem kullanıyor musun?
Bir ritüelim yok. Kalem kâğıt nadiren kullanırım. Notlarımı telefona veya laptopa kaydediyorum.
Daha çok hangi vakitler kelimelerle, cümlelerle kavgaya tutuşursun?
Günün muhtelif zamanlarında düşündüğüm meselelere dair not alırım, genelde geceleyin notlarımı yazıya işlerim. Gündüz bir yazı yazsam bile mutlaka gece üzerinden bir daha geçme ihtiyacı hissediyorum. Kavga bu vakitlerde şiddetleniyor. Çünkü yazarken son derece gergin oluyorum. Sessiz ve rahatça odaklanacağım bir ortamda değilsem, bir metne nihai şeklini vermek benim için çok zor bir iş.
Yazarken beslendiğin kaynaklar nelerdir? Bize biraz da okuduklarından bahseder misin? Klasik deyince aklına ilk gelen kitaplar hangileridir mesela?
Genelde yazacağım konuyu bilerek klavyenin başına otururum. Konuyla alakalı kütüphanemdeki kitaplardan, ansiklopedi maddelerinden ve nitelikli makalelerden not çıkarmış olurum. TDV İslam Ansiklopedisi devamlı müracaat ettiğim bir kaynak. Şiirde durum tamamen farklı. En az bir günü bütünüyle şiire ayırmam gerekiyor. Okurken zevk aldığım, hayret ettiğim, şifa bulduğum kitaplar var. Mesnevî, Yunus Divanı, Garibnâme, Sinan Paşa’nın Maarifnâme’si, Necati Bey, Fuzûlî, Bâkî, Karacaoğlan ve Nedim Divanları, Hüsn ü Aşk, Safahat, İslam’da Modernleşme, son zamanlarda Kuddusi Divanı gibi. Hepsi benim için birer klasik, başucu kitapları. Bunlara Hint, Fars ve Rus klasikleri ile Dante, Cervantes, Shakespeare, Goethe gibi Batı edebiyatının büyük isimlerini de ekleyebilirim.
Türkçeye karşı büyük bir hassasiyetin var. Bu duyarlılığı sana kim ya da kimler kazandırdı? Varlığın evi olarak tasvir edilen dil sende ne gibi çağrışımlar uyandırıyor?
İnsanı diğer mahlûklardan ayıran temel vasfı düşünebilmesidir. Dilin sınırları içinde düşünmeye mahkûm olduğumuz için varlığımızı dil üzerinden kavrıyoruz. Bu sebeple ben de dili ontolojinin en temel unsurlarından biri sayıyorum.
Türkçe (Oğuz Lehçesi) bir yazı dili olarak dinimizin belirleyiciliği altında ortaya çıktı. İslâm’ın kabulünden evvel Oğuz Lehçesiyle yazılmış bir tek satır dahi yok. Biliyorsun, bir süre Türkçedeki deyimler ve atasözleri üzerine seri yazılar yazdım. Bir dilin hangi istikamette geliştiği bu kalıp sözler üzerinden takip edilebilir. Türkçedeki kalıp sözlerin hemen hemen hepsinin Kur’an-ı Kerim, hadis-i şerif ve tasavvuf kaynaklı olduğunu gördüm. Dolayısıyla Türkçe özünde bir İslâm dilidir. Hassasiyetimin asıl kaynağı işte bu farkındalık. Türkçeyi vatanı sayan Necip Fazıl ve İsmet Özel ile aynı saftayım.
Mostar dergisinde, kurucu sûfî şairlerden bahseden bir yazın yayınlandı. Sence klasik şiirimizin gelişim devri ne zaman başladı?
Yunus Emre ve çağdaşları Türk şiirini kurarken destan dili olarak varlık göstermeye başlayan Türkçeyi irfan dili kılarak çift kanatlı hâle getirdiler. 14. asrın ikinci yarısında Ahmedî, Kadı Burhaneddin, Hoca Dehhanî ve Ahmedi Dâî Fars şiirinin imkânlarından istifadeyle Türk şiirini zenginleştirdiler. Türk şiiri Fars şiirinin tesirine açılmasına rağmen Süleyman Çelebî’nin 1409 yılında tamamladığı Vesiletü’n-Necat (Mevlid) milletimizce hüsn-ü kabulle karşılandı, asırlarca hep revaçta kaldı, kendi türü içinde aşılamadı. Bu sebeple Mevlid-i Şerif’i gelişim sürecini başlatan eser olarak kabul ediyorum.
Destanlarla da çok alâkadarsın ve büyük bir destan geleneğimiz var. Bu destanlarla ilişkimiz nasıl olmalı? Geçmişi ihya mı etmeliyiz yoksa yenilerini mi yazmalıyız? En son Cahit Tanyol, Kuruluş ve Fetih Destanı’nı yazmıştı. Bunları çoğaltmak için neler yapılabilir?
Doğrusunu söylemek gerekirse daha çok Oğuznameler ve İslâm’ın tesirinde gelişen destanlarımızla ilgileniyorum. Zamanı ve zemini belli olan destanlar söylendikleri veya yazıya aktarıldıkları dönemin ruhunu yansıtırlar. Bu anlamda Battalnâme, Danişmendnâme ve Saltıknâme 12. 13. ve 14. asırların ruhunu anlamak için çok önemli eserler; Anadolu’yu yurt tutma mücadelemizin destanları. Ayrıca Oğuz lehçesinin nesir sahasında kaleme alınan ilk eserleri kuvvetle muhtemel Battalnâme ve Danişmendnâme; bu yönüyle de hayli mühimler.
Destanlar doğal ve yapay olmak üzere ikiye ayrılıyor, mezkûr destanların hepsi doğal ve anonim, müşterek bir muhayyilenin mahsulü. Cahit Tanyol merhumun yazdığı destanlar yapay. Methini çok duydum ama henüz ikisini de okumadım. Sinema, dizi/film sektörü bu kadar gelişmişken destan yazmak kim için ne anlam ifade eder kestiremiyorum. Bunun tabii olarak gelişmesi, samimi bir yürekten neşet etmesi gerekiyor. Yakın tarihimiz darbe ve terör olaylarıyla dolu olmasına rağmen “Amasyalı Uzman Çavuşun Semiz Eşkiyaya Şöyle Bir Baktığıdır” şiiri dışında destansı bir ses duyulmadı, duyulması da zor. Bugün destanı andıran senaryolar yazılmaya çalışılıyor. Ne yazık ki hamasetin dozu kaçırıldığı için saçma sapan yan etkilerine şahit oluyoruz.
Çok güzel şiirler yazdın ve bundan sebep sitede ismini görenlerin çoğunun “Acaba Feyyaz şiir mi yazdı?” diye garip bir heyecana kapıldığını düşünüyorum, kendimden biliyorum. Bu kadar az şiir yazmanın sebebi müşkülpesent bir adam olman mı?
Böyle düşündüğünü bilmiyordum, mahcup oldum, teşekkür ederim. Sen ve Âdem gibi iki tane okurum var, daha ne isterim! Yukarıda değindiğim üzere şiir olduğunu sandığım çok kötü metinler yazdım, biraz mesafe kat etmiş olsam da hâlâ noksanlarım var. Şiirde titizliği elden bırakmıyor, şiiri aceleye kurban etmiyorum. Yazdığım şiirin önce benim içime sinmesi lazım. Eliot, “Şair kasten tembel olmalı. İnsan, elinden geldiğince az yazmalı” demiş. Yahya Kemal, “Az şiir yazmak az buz şey değildir” demiş. Bazen bu sözlerle teselli bulduğumu itiraf edeyim. Ama geriye dönüp baktığımda Balıkesirli Rasih’in “üstüne” redifli bir tek gazelinin Edirneli Nazmî ve Gelibolulu Mustafa Âlî’nin ciltlerce divanından daha değerli olduğunu, Asaf Halet’in Fazıl Hüsnü’den daha önemli bir şair sayıldığını görüyorum. Yine de dediğin doğru, fazla müşkülpesendim; az değil, çok az yazıyorum, inşallah biraz daha yazmak nasip olur.
Şiiri nasıl tanımlıyorsun? Senin, kendi tanımını soruyorum. Hayatında karşılığı olan şiiri…
Şiiri tanımlamakla uğraşmıyorum çünkü şiir mumyalardaki sırra benziyor; sırrın ne olduğu merak edilip mumya aralandığında ceset çürümeye başlar ya, şiiri tanımlamak da böyle bir şey. Şiir “Hiçbir tüfeğe gelmeyen bir keklik” olduğu, hiçbir tarife sığmadığı için belki de bu kadar cazip. Bu yüzden şiirin tanımına değil, işlevine odaklanıyorum. Şiir insana “özge bir nazar” kazandırır, eşyaya derinlikli ve etraflı bakabilme imkânları sunar. İnsanın farkındalığını artırdığı oranda huzurunu da kaçırır. Şiir eşya ile aranızdaki ilişkide belirleyici olmaya başlamışsa kanınıza girmiş demektir. Şiirin kanıma girmesinden memnunum; bazısı hikmet olan şiirin izini sürmeye çalışıyorum. İnşallah yazdığım ve yazacağım birkaç şiir dua niyetine kabul buyurulur.
İlk kitabının bir şiir kitabı olmasını canı gönülden istiyorum ama bir de nasip meselesi var. Bir ya da birkaç kitap çalışman var mı?
Dediğin gibi nasip… Üç tane kitap projem var, ikisi bitmek üzere ama fırsat bulup yoğunlaşamıyorum. İki ay inzivaya çekilecek bir konfora sahip değilim. Birçoğumuz da değil. Yapmayı gerçekten istediğimiz şeyler ile zoraki yaptığımız şeyler arasındaki gerilim zihnimizi yıpratıyor. Zihnimi gerçekten dinç hissettiğim bir vakitte kitap projelerimi nihayete erdireceğim inşallah.
Bize son olarak neler söylemek istersin?
Allah akıbetimizi hayırlı eylesin.
Yazarlarımızla Hasbihal Serisi
Yazarlarımızla Hasbihal: Ömer Can Coşkun
Yazarlarımızla Hasbihal: Cüneyt Dal
Yazarlarımızla Hasbihal: Bilal Can
Yazarlarımızla Hasbihal: Adem Suvağcı
Yazarlarımızla Hasbihal: Davut Bayraklı
Yazarlarımızla Hasbihal: Muhammet Emin Oyar
Yazarlarımzla Hasbihal: Ömer Ertürk
2 Yorum