Raşit Ulaş: “Şiir, sözün güzel halidir. Ne şair yüce biridir ne şiir yüce bir şeydir.”

Şair Raşit Ulaş ile ilk şiir kitabı “Kavga Başlıyor” ve şiir anlayışını konuştuk.

***

İlk kitabınızı neşrettiniz. Hayırlı olsun. Bir arkadaşımız “İlk çocuğum doğduğunda öldüğümü, sonra çocuğumun beni doğurduğunu hissettim” demişti. İlk kitap için de aynı şeyleri söyleyebilir miyiz?

Böyle afili cümleler kurabilir miyim bilmiyorum ama oğlum Ömer Ali’yi ilk elime aldığımda hissettiğim şeyler çok farklıydı, tarif etmesi pek mümkün değil. Ancak yaşamak gerekiyor anlayabilmek için. Kitabı da ilk elime aldığımda enteresan bir histeydim. Yıllarca süren gecelemelerin, çalışmanın, uğraşmanın emeğini bir anda somut bir şekilde elinde buluyorsun. Bu durum, insanı bir boşluğa da düşürüyor. “Ee tamam, peki şimdi n’olacak” diyorsun. Bizden önceki şairlerin söylediğine göre, asıl olay bundan sonra başlıyormuş. İlk kitap tamam ama perçinlemek için ikinci kitabın da sağlam olması gerekiyor diyorlar. Bu da insan üzerinde bir baskı oluşturuyor tabiî. Bakalım çalışmaya devam, Turgut Uyar’ın “Korkulu Ustalık” ifadesini aklımdan çıkarmamaya çalışıyorum. Acemiliğe devam…

Kitabınızı ismi Kavga Başlıyor. Şiirlerinizdeki kavga genellikle dış dünyayla alâkalı. Raşit Ulaş’ın kendisiyle, iç dünyasıyla bir kavgası var mı?

Herkesin olduğu kadar var. Kendimden memnun olduğum ve olmadığım yerler var elbette ama öyle büyük varoluş buhranları, bunalımlar yaşamıyorum, bunu yaşamayı da çok mantıklı bulmuyorum. Dünyaya geldik; yaşayacağız ve öleceğiz hepsi bu kadar. Bu ikisinin arasının nasıl doldurulması gerektiği de kesin hükümlerle belli. Ötesi biraz artistlik gibi geliyor bana. Üniversite döneminde girmiştim böyle şeylere, baktım gittiği hiçbir yer yok, kendime zarar vermekten başka hiçbir işe yaramıyor, ben de saçmalama Ulaş dedim ve çıktım o yoldan. 2-3 senelik bir dönemdi. Kısaca şöyle söyleyeyim; ekonomi ile kavga etmek kendimle kavga etmekten daha doğru geliyor bana çünkü aybaşında faturaları ve ev kirasını kendimle kavga ederek ödeyemem. Asıl hakikat ve gerçeğin bu olduğuna inanıyorum. Sadece benim için değil Türkiye’de yaşayan kalburüstü kesim hariç herkes için bu böyle.

Kitap iki bölümden oluşuyor. Kılıç ve Kalkan. Birinci kısımda toplumsal, ikinci bölümde ise ferdî meseleler üzerinden kavga ediyorsunuz. Toplumsal ve millî meselelere kayıtsız kalamayışınızın sebebi nedir, mesuliyet hissi mi?

Kavga kelimesini olumsuz manada kullanmıyorum, öncelikle bunu söylemek isterim. Doğduğumuz andan beri bütün hayatımız kavga ile geçiyor zaten ama kimileri uysal numarası yaparken kimileri bu kavgayı açıktan yürütüyor. Ben numara çekmeden, doğrudan bu kavganın içinde olmak istedim, öyle de yapmaya çalışıyorum.

Mesuliyet meselesine gelince; Türk şiiri bundan başka bir şey değil. Bir süredir üzerinde çalıştığım bir konudan hareketle söyleyecek olursam; Büyük Türk Şiiri köklerini Asr-ı Saadet’te buluyor. Hassan bin Sabit’in (r.a) söylediği ile Âkif’in söylediği arasında muhteva bakımından büyük farklar yok. İkisi de milli meselelerde tarafını net bir şekilde ortaya koyuyor. Allah herkesi bir istidatla yaratıyor. Eğer istidadım marangozluğa olsaydı, bu sefer de marangoz olarak millete hizmet etmeyi seçerdim. Şimdi editörlük yapıyorum, sorumlu olduğum şey Türkçe. Şiir yazıyorum, sorumlu olduğum şey yine Türkçe. Aslında bu mesuliyet değil, mesuliyet biraz görev, biraz zorunluluk kavramlarını andırıyor bana, soğuk bir kelime sanki. Doğru kelime fıtrat sanırım. Fıtrî bir şekilde hareket ediyorum yahut etmeye çalışıyorum diyeyim.

Rilke, “Bir mısra için birçok şehirler görmelidir, insanlar ve eşyalar görmelidir, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmelidir, küçük çiçeklerin sabahları hangi kımıldanışlarla açtığını bilmelidir” der. Günümüzdeki şiirin düşüşünü modern körlüğe, sağırlığa, hissizliğe bağlıyor musunuz?

Günümüz şiirinde düşüş var mı, bundan emin değilim. Yoğun bir şekilde herkes bundan bahsediyor fakat dikkat çekmek istediğim bir nokta var; Türk şiirinin, eski şiirin libasından soyunup yeni bir hale gelmesi sürecinden bu yana ortalama orta ve üst düzey kaç şair sayabiliriz? Fazla fazla saysak 50 tane sayarız. Üst düzey şair desek ulaşabileceğimiz sayı, yine iyimser bir şekilde söylersek, 15’tir.  Biraz daha geriye gidelim; Türk şiirinin en bereketli yılları 16 ve 17. asırlardır. Karacaoğlan’ın, Âşık Ömer’in, Gevheri’nin yaşadığı asırdan kaç şair bugüne kalmıştır? En fazla beş. Düşünün bir yüzyıldan beş şair kalıyor. Bu bence çok çok iyi bir sayı. Peki hiç elinize 60’ların 70’lerin 80’lerin şiir yıllıklarını aldınız mı? Belki 200 şairin olduğu bir yıllıktan bugüne kalan şair sayısı üç-beş taneyi geçmez. Şiir ise belki hiç çıkmaz. Bu hep böyle olagelmiştir. Bu şekilde düşünmek gerekiyor sanırım. Şiir ve şair enflasyonu her dönem oldu. Evet, şimdi basım ve iletişim imkânları daha iyi olduğu için biraz artmış gibi görünüyor fakat bunu sabun köpüğü olarak görmek lazım. Bir on sene önceye bakın, o gün dergilerde şiir neşreden isimlerden kaç tanesi kaldı bugün? Tam olarak böyle, Türk şiiri âdildir. İyiler kalacak kötüler elenecek. Kendimi de dâhil ederek söylüyorum bunu.

Sizce, “Gürül gürül bir şiiri unutturan düş” nedir?

Kim bilir. Kimine bir çift göz, bir beyaz el; kimine bir gülüş, kimine bir merhaba unutturuverir gürül gürül bir şiiri, sonra kendi başına bir şiir olur, oku oku bitmez, eskimez. Her seferinde yenilenir.

Bilhassa 2000’den sonra Türk şiirinde imge ve imajın azaldığını ve yok olmak üzere olduğunu görüyoruz. Facebook, Twitter, Instagram, Google gibi birçok güncel ve teknolojik unsur sizin şiirinizde de olduğu gibi kendisine bugünün şiirinde yer buluyor. Bu güncel kavramların şiire unsur olarak girmesi şiiri zayıflatıyor ve kalıcılığını azaltıyor mu? İmge konusunda düşünceniz nedir?

Bu; şair kimdir sorusunun cevabını nasıl verdiğimize bağlı bir durum. Eğer şairi Alman Hölderlin gibi “Tanrı ile insan arasında bir köprü” gibi görüyorsanız yahut Haşim söylediği gibi şair sözü sizin için resuller sözü gibiyse, elbette güncel kavramı şiire sokmak abesle iştigaldir fakat güncelin şiire girmemesi diye bir şey söz konusu olamaz ki. Şiiri yazıldığı dönemle birlikte okumak lazım. Hemen aklıma gelen ilk örneği söyleyeyim; İsmet Özel’in İls Sount Eux şiirinde; “Alay komutanı oğlu için/ otomobil satın aldı/ Mercury marka” şeklinde mısraılar var. Mercury otomobil o devrin ünlü arabası ve şair ondan bahsetti. Neden bahsetsin başka? 1981 yılında yazdığı 12 Eylül darbesini anlatan bir şiirde kağnıdan mı bahsetsin?

Düşünelim; o zamanlar bir şiirde mesela “mektup” kelimesinin kullanılması mantıklıydı çünkü telefon, e-posta gibi iletişim araçları yaygın değildi yahut yoktu. Her şeyden önce şair çağının şahididir. Romantik yahut nostaljik kelimeler kullanmak maksadıyla oluşturulan şiir, şiir olmaz, anakronik bir metin haline gelir. Ha kullanılmamalı mı, elbette kullanılabilir ama ortaya bir tez sunuyorsa kullanmalı. Örneğin Twitter şu an hayatımızın her yerinde, neden Twitter’ı yokmuş gibi hareket edelim, bu mantıklı mı? Ama şunu kabul ederim, “Ben teknolojik araçların hiçbirini kullanmıyorum, bunların hiçbiri hayatımda yer etmiyor o yüzden şiirde kullanmıyorum” diyorsa bir şair, bu haklı ve doğru bir düşüncedir ama hem teknolojinin bütün imkânlarından faydalanıp hem de şiirine bunu dâhil etmeme düşüncesini samimi görmüyorum çünkü yaşadığını yazmıyor demektir böyle olursa. Bunu yapan iki kesim var; iki kesim de yeteneksiz ve Frenk tipler. Bir taraf Fransız sembolizmini Türk şiirine yedirmeye çalışan lirikler, öbür taraf da divan şiirinin artık olamayacağını kabul etmeyen şiir yobazları. Hâlbuki, ne Türk şiiri Fransız şiiri olur ne de divan şiiri geri dönebilir. Divan şiiri tekâmüle ermiş, hem siyasi hem sosyolojik şartlar hem de dil imkânları itibariyle bir daha olması mümkün olmayan bir şiir. Bugün sadece okuyup keyif aldığımız kimi zaman da hayran olduğumuz şiirler olarak kütüphanelerde duruyor ve öyle de olacak. Şiire karşı bu Frenk ve yobaz tavır insanı yukarıda bahsettiğim şeye getiriyor; “Şiir yüce bir sözdür, büyüdür, efsundur” falan. Yok böyle bir şey. Şiir, sözün güzel halidir. Ne şair yüce biridir ne şiir yüce bir şeydir.

İmge konusunda gelecek olursak, bu konuyu da yine salt edebiyatın içinden değerlendirmektense sosyoloji ve psikolojiyi de ele alarak düşünmek lazım. Artık her şeyin açık açık söylendiği ve yazıldığı çağdayız. Bir şeyleri gizleyerek söylemenin mantığını anlayabilmiş değilim. Doğrudan söylemektense neden gizleyerek söyleyelim? “O belde? /Durur menâtık-ı dûşîze-yi tahayyülde /Mâi bir akşam / Eder üstünde dâimâ ârâm” demektense “Memleket isterim / Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;/ Kuşların çiçeklerin diyarı olsun” demeyi tercih ederim, hem dil olarak hem de his olarak. Türk şiirinin sadece imge ile ulaşabileceği bir yer yok. Zaten birkaç kötü şair dışında bunu yapan da kalmadı. İsmet Özel mi, Turgut Uyar mı?

Bu, kendime bile cevabını veremediğim bir soru henüz. Bir gün uzun uzadıya iki şairi de mukayese ederek yazarsam, yazarken cevabını bulabilirim belki. Şimdilik Turgut Özel diyerek politik bir cevap vereyim. J     

Fikriyat dünyasın bir gürz gibi inen Muşta dergisini tekrar yayımlamayı düşünüyor musunuz?

Muşta’yı yıllarca çıkarma gibi bir düşüncemiz yoktu zaten. 12 sayı çıkarıp kapatmayı planlıyorduk fakat 7 sayı nasip oldu. O zaman söylememiz gereken, bunu üzerimizde vazife bildiğimiz şeyleri söyledik. Hayatta yaptığım en iyi işlerden biri olarak görüyorum Muşta’yı. Şu anki şartlar, tekrar çıkartmayı gerektirecek bir durumu göstermiyor. Bazen kendi aramızda konuşuyoruz, “Artık ne söyleyebiliriz ki?” Şartlar öyle bir hale geldi ki sözün değeri artık yok. Bu değersiz ortamda değerli bir şeyler söylemeye çalışmak da iyi değil bence.

İlk şiirlerinizi ve nesirlerinizi neşrettiğiniz Edebifikir’de artık yazmıyorsunuz. Bunun acısını hissediyor musunuz?

Edebifikir ilk yuvam, doğduğum apartman dairesi. Sulhi Ceylan’ı ihmal ettiğim için büyük ızdıraplara gark oluyorum fakat onun engin hoşgörüsüne sığınıyorum. Yazacağım bir gün.

 

 

 

DİĞER YAZILAR

3 Yorum

  • zülfikar tiriloğlu , 14/01/2018

    R.Ulaş şiiri mekânsızdır. R.Ulaş şiirinin mekânsallığı, potansiyel bir epifenomen olarak oluşun ve akışın içkin diyalektiğini serimler.

    Diyalektiğini bulmuş bir sesin kendi üzerine kapanması, imgesel düzlemde özsel arayışına çıkarken kendi hiçliğinin arayışı belki de ağıtıdır R.Ulaş’ın dizeleri.

    Ulaş’ın analojisi sık sık gerçekliğin gölgelerinin vurduğu imgelemin eteklerinde dolaşır.

    Hiçbir sözcüğü ötelemeyen bir berikileştirme önermesi olarak şiir R.Ulaş’ın kaleminde bir olanaklılık olarak kendi üzerine kapanır.

    • Bahadır Dadak , 14/01/2018

      Ya hacı abi alıyor kalemi eline yazıyor adam. Bir ince duygulanıyor, bol bol şiir okuyor, dilin inceliklerini, imgenin ne olduğunu biliyor sonra yazıyor işte. Epifenomen ne Allah aşkına gitmeyin böyle pozlara…

  • adam ol canumi ye , 11/01/2018

    Muşta dergisine nasıl ulaş-abi-lirim. Raşit beyden istemiştik ama…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir