Prof. Dr. Mehmet Karakaş İle Söyleşi

Edebifikir adına Emine Sağlam, Prof. Dr. Mehmet Karakaş ile Arap Baharı, 28 Şubat, Kürt sorunu ve yeni anayasa tartışmaları üzerine oylumlu bir söyleşi gerçekleştirdi.

***

Türkiye’de ve Dünyada yaşanan değişimleri hepimiz çok yakından takip ediyoruz. Dışarıda ‘Arap Baharı’ denen süreç gelişirken, Suriyeli kardeşlerimizin seslerini işitiyoruz. İçeride ise Cumhuriyet Döneminin resmi ideolojisinin tartışıldığını hatta 12 Eylül ve 28 Şubat gibi demokratikleşme tarihimiz açısından yeri yadsınamaz davalara tanıklık etmekteyiz. Kürt sorunu ve eğitim sisteminde yapılan değişiklikler ise yalnız entelektüel camiayı değil neredeyse bütün aileleri yakından ilgilendiriyor ve hepimiz yaşanan bu toplumsal ve siyasal dönüşümlerin yakın takipçisiyiz. Biz de tüm bu yaşananları doğru analiz edebilmek, sürece dair sağlıklı bir bakış açısı geliştirebilmek için Afyon Kocatepe Üniversitesi  Sosyoloji Bölümü Başkanı ve aynı zamanda aynı üniversitede Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü olan Prof. Dr. Mehmet KARAKAŞ ile durumu değerlendirmek istedik. Dünya ve Türkiye gündemini yakından takip eden KARAKAŞ, bir Sosyolog ve Sosyal Bilimci gözüyle sorularımızı yanıtladı.

Mülâkatı gerçekleştiren ve yayına hazırlayan: Emine Sağlam

Arap Baharı ve Ortadoğu

Hocam, son dönemlerde Türkiye ve dünyada büyük dönüşümler yaşanıyor. Biz de sizinle Ortadoğu’da ve Türkiye’de son dönemlerde yaşanan gelişmeleri konuşmak, sizin yorumlarınızdan faydalanmak istiyoruz. Evvelden bize ayırdığınız vakit için teşekkür ederiz. Ben Suriye de olanlarla başlamak istiyorum. Arap baharı Tunus, Lübnan ve Mısır’dan sonra Suriye’ye de sıçradı, birinci yılını dolduran olaylar hâlâ sürüyor, Suriye’de her şey daha farklı gelişiyor gibi; Esad Arap Birliğine BM’ye ve Annan Planı’na direnmeye devam ediyor. Bununla birlikte birçok Müslüman kardeşimiz hayatını kaybediyor. Muhalifler intifadan vazgeçmek niyetinde değiller. Peki, Suriyede neler oluyor, yaşananlara karşı Türkiye‘nin tavrı nasıl? Çok klişe olacak belki ama Suriyede Bahar kışa mı döndü?

Suriye, Türkiye ve Müslümanlar açısından en önemli gündem maddelerinden biridir. Orada yaşananları iyi okumak lâzım, çünkü Suriye eksenli birçok denge bulunmakta. Suriye’de yaşananlar Arap Baharı olarak tanımlanan arayışın son halkası, fakat Suriye’nin gerçekleri ile diğer ülkelerin gerçekleri arasında önemli farklar olduğu için sonuca ulaşmak zaman alacak gibi gözüküyor. Kışa döndüğünü söyleyemem, mücadele devam ediyor ancak süreç devam ettikçe dengelerde bir katılaşma meydana geliyor. Arap baharının Ortadoğu ve Müslüman halklar açısından ciddi bir açılım olacağı tezi de gittikçe zayıflıyor. Türkiye’de genel ve resmi siyasete baktığımızda Suriye muhalefetine açık destek veren bir ülke konumunda, ama tabii ki Türkiye’nin de bir takım iç dengeleri var. Bu noktada Türkiye’nin NATO ve ABD ile olan müttefiklik ilişkileri ve NATO üzerinden sorunları çözme girişimi bir takım sorunları beraberinde getiriyor. NATO müdahalesi Libya’da belli bir meşruiyet kazanmışsa da Müslümanlar arasında halen NATO‘ya karşı ciddi anlamda muhalif bir duruş olduğunu, NATO’nun emperyalist bir şebeke olarak görüldüğünü, dolayısıyla NATO üzerinden Suriye meselesinin çözülmesinin bu anlamda meşruiyet sorunu oluşturacağını söyleyebiliriz. Ancak Türkiye’de Suriye konusunda kafa karışıklığı yaşandığı da görülmektedir.

Suriye’de Esad rejimine dışarıdan da destek var. Bilhassa Müslüman duyarlılıkları olduğunu söyleyen hatta böyle bir anayasa ile yönetilen İran’ın desteğini görüyoruz. İran’ın desteğini yalnızca mezhepsel kaygılar olarak mı okumalı yoksa İran Ortadoğu’da konjonktürel kaygıların mı peşinde?

İran bu nokta da sanki bir ulus devlet refleksi gösteriyor ve devlet çıkarlarını, ümmet çıkarlarının üstünde gören, ayrıca mezhepsel bir çerçeveyi de dikkate alan bir tavır ortaya koyuyor. Suriye, hem Türkiye hem de İran açısından bir turnusol kâğıdı işlevi görüyor. Suriye İran için, Sünni dünya ile bir araya gelme duyarlılığı gösterme adına ümmet perspektifi yakalayabilmek için bir fırsattı. Şayet İran Esad zulmüne ve diktatörlüğüne karşı durabilseydi, üzerindeki ‘’mezhebi asabiyet‘’ algısını önemli ölçüde ortadan kaldıracaktı. Ayrıca hem Batı müdahalesine hem de Esad zulmüne karşı olduğunu ifade edebilseydi, Ortadoğu halkları ve Müslümanlar açısından çok önemli bir açılım olacaktı. Ancak İran bu fırsatı önemli ölçüde kaçırmıştır. Bu Suriye’nin İran açısından turnusol kâğıdı işlevini gördüğünü gösterir. İran, devrim sürecinde ortaya çıkan Ali Şeriati ve benzerlerinin ileri sürdüğü çerçevede şekillenen Müslümanların ve ezilmişlerin çıkarları gibi bir söylemi tasfiye ederek Kum, dolayısıyla da molla perspektifine yönelerek bir daralma yaşamaktadır. Buna ulus devlet reflekslerini andıran tavırları da eklenince başka bir şeye dönüşmektedir.

Uzun zamandır Ortadoğu’da Arap Baharı olarak tanımlanan gelişmeleri takip ediyoruz. Farklı kesimler yaşananları Ortadoğu’da şimdiye dek ezilmiş Müslümanların direnişe geçtiği şeklinde yorumluyor. Sizce de yaşananlar bilinen modern Batılı tarih anlatılarına, Ortadoğulu Müslüman halkların dur demesi midir hakikaten? Ya da küreselleşme ile birlikte konuşulan çok kutuplu dünya modelinde yeni kutuplar Ortadoğu’dan mı çıkıyor?

Tam olarak böyle söylemek mümkün değil; çünkü Arap Baharı’nın da kendi içinde sorunları ve soru işaretleri bulunmakta. Müslümanlar açısından bu konuda ikna edilmesi gereken soru işaretleri olduğunu düşünüyorum, çünkü Mısır’da ordunun sürece dâhil olmaması ve Devrim sonrasında duruma el koymak istemesi, Libya’da NATO müdahalesi, Suriye’de halen NATO müdahalesi beklentisi içinde olunması, gelişmelerin Batı ile ilişkisiz bir süreç ve tarih yazımı olmadığını gösteriyor bize. Ancak gelişmelerin tabandan gelen tepkilerle beslenmesini ve bu tepkilerin iç dinamikleri etkilemesini önemli buluyorum. 1980 sonrası süreçte çift kutuplu dünyanın yıkılması ile birlikte ‘‘Tek kutuplu dünyaya mı gidiyoruz?’’ diye endişeler ortaya çıkmıştı. Fakat zaman içinde küreselleşme süreciyle birlikte yeni ekonomik güçlerin oluştuğunu Çin, Hindistan ve Rusya örneklerinden izleyebildik. Bu süreçte ortaya çıkan yeni ekonomik güçlerin politikaya devşirilmesi dolayısıyla farklı aktörlerin süreç içerisinde ortaya çıktıklarını gösterdi. Mesela bu anlamda Türkiye de böyle bir aktör olma peşinde, dış siyaseti açısından Türkiye bu rolünü tarihsel hinterlandı üzerinde düşündüğü için bu bölgedeki gelişmeleri destekliyor. Arap baharını da büyük ölçüde bu açıdan destekliyor. Şu anki şartlar içinde Arap Baharı’nı yaşayan ülkeler arasında temayüz edebilecek bir güç yok, ama süreci manipüle edecek Türkiye ve İran gibi güçlerin rekabetinden söz edilebilir. Son dönemlerde İran’la Türkiye’nin karşı karşıya gelmesinin en önemli nedenlerinden birinin bu olduğunu düşünüyorum.

28 Şubat’ın İzleri

Mazlum-Der ile birlikte 20 farklı STK 28 Şubat yargı kararlarının iptal edilmesini istediler. Mümkün mü bu yani iptal edilirse o dönem fişlenilen öğrenciler, hocalar kaybettiklerini geri alabilecekler mi, 28 Şubatın izleri giderilmiş mi olacak?

28 Şubat süreciyle ilgili davada özellikle gazeteci, siyasetçi ve entelektüel camiada görüş belirtenleri dört gruba ayırmak lazım; birincisi gerçekten mağdur olanlar, bunların çok fazla sesi çıkmıyor, ikincisi az mağduriyetleri üzerinden rant devşirmek isteyenler, üçüncüsü sürecin mimarları olmalarına rağmen günah çıkaranlar, dördüncüsü ise hâlâ 28 Şubat’ın devam etmesini isteyerek meşru olduğunu savunanlar. Bunlar içerisindeki iki tavrı önemsiyorum; birincisi mağdur olanların dengeli bir şekilde bu mağduriyetlerinin giderilmesini adaletin tesisi açısından gerekli gören grup, ikincisi ise 28 Şubat’ın meşru olduğunu savunan grup. Bu grubun görüşlerini benimsemesem de kendi içinde bir tutarlılığa sahip. Diğer iki gurup ise kısmi mağduriyetleri üzerinden çıkar sağlamak isteyenlerle günah çıkaranlardan oluşuyor ki, bunların dikkate alınmaması gerektiğine inanıyorum. Çünkü bu tavırların süreci sakata uğratabileceğini düşünüyorum. Yürütülen dava açısından asıl olan adaletin tesisidir. Halk iradesine karşı gayri meşru bir kalkışma olmuşsa ve bunun hesabı adalet üzerinden soruluyorsa, bu noktada abartılı bir mağduriyet söyleminin dikkate alınmaması gerekir. Benim görüşüm şudur; adalet: bir mağdur varsa bunu gidermelidir, adaletin tesisi ve toplumsal düzenin ihyası için bu önemlidir. Giderilmelidir, ama bu işin abartılarak günah çıkarma biçiminde veya o da suçlu bu da suçlu diyerek, yeni bir mağdur kitlesi üretilerek hastalıklı bir sürece dönüşmesi tehlikesinin olduğunu düşünüyorum. Ancak bu bakış açısı “kuzuyu alan kurdu kovalamamak” şeklinde de anlaşılmamalı. Hülasa 12 Eylül ve 28 Şubat gibi darbe yargılamalarından büyük ölçekli cezai sonuçlar beklememek lazım, bunlar geleceğin sağlıklı bir şekilde inşa edilmesi açısından oldukça önemli sembolik anlamları olan davalardır.

28 Şubat’ın tasfiyesi toplum mühendisliğine soyunanların sonu mu olacak?

28 Şubat sürecinin bir toplum mühendisliği projesi olduğu kesin ve bu konuda hafızalarımız henüz taze. Hafızamızı yokladığımızda bu süreçte ciddi mağduriyetlerin yaşandığını hatırlıyoruz. Kamuda veya sivil hayatta çok sayıda kişinin fişlendiği, kebap lokantalarına varıncaya kadar tasniflerin yapıldığı bir süreç yaşandı ve bu süreçte dindar kesime yönelik ciddi anlamda bir toplumsal mühendislik projesi uygulandı. Toplum mühendisliği projesinin genel çerçevesini ise psikolojik harekât oluşturuyordu ve bu psikolojik harekât içinde çok kapsamlı mağduriyetler oluştu. Bu anlamda tüm bunlara muhatap olmuş kişilerin ve sivil toplum kuruluşlarının sürece müdahil olma isteklerini doğru ve haklı buluyorum. Bunun bir öç alma veya rövanş olarak değerlendirilmesini süreci sulandırma gayretleri olarak görüyor ve adaletin tesisi açısından bu tür müdahilliklerin gerekli olduğunu düşünüyorum.

8 yıllık kesintisiz eğitim sisteminin 4+4+4 e dönüştürülmesi ile 28 Şubat’ın son izlerinin silindiği gerekçesiyle benimsendi ancak bazı kesimler yine de huzursuz. Bu sistemin de yeni kısırlıklara yol açacağını söylüyor. Sizce 28 Şubat’ın izleri gerçekten siliniyor mu? İmam Hatip Liseleri eski prestijini kazanabilecek mi?

Bir defa yeni sistemin çok fazla tartışılmadığını söyleyerek söze başlamak istiyorum. Kendi içinde incelendiğinde eskiye göre çok önemli iyileştirmelerin olduğunu ama yapılan araştırmalar da gösteriyor ki toplumsal tabanda çok fazla karşılığının bulunmadığı bir kanun yapma süreci gerçekleşti. Dolayısıyla yeni sistemin tabandaki meşruiyetinin zayıf olduğu kanaatindeyim, ama 8 yıllık zorunlu eğitim sisteminin kitlesel bir eğitimi ve tek tip insan üretme modelini benimsemesinden dolayı bunun dışındaki her türlü sistemin iyi olacağı kanaati yine de toplumsal tabanda daha iyi olacağı havası estiriyor. Yeni sistem böyle bir durumun üzerinde inşa edilmemiş olsaydı çok tepki alabilirdi. Türkiye’de tırnak içerisinde söylüyorum, İslamcı kitlenin yapısına baktığımız zaman 15 yıl öncesine göre çok değiştiğini köprünün altından çok sular aktığını söyleyebiliriz. Gerek ekonomik, gerek siyasal ve gerekse makam mevki anlamında önemli imkânlar ve zenginlikler elde edildi. Bu yüzden Türkiye’de seçkin Müslüman kitlelere baktığımızda elde ettikleri bu güçleri kendi iç dinamikleriyle dönüştürme yerine, laik burjuva kitlesinin alışkanlıklarını taklit eder bir pozisyona dönüştüklerini, dolayısıyla imkânlarla duyarlılıklar arasında bir paralelliğin kurulamadığını söyleyebiliriz. Hâlihazırda var olan imam hatiplerin eğitimi malum, yeni sistem şayet bu durumu tedavi edebilirse ve tekrardan süreci sağlıklı bir noktaya taşıyabilirse imam hatip liseleri eski prestijini yakalayabilir.

Kürt Sorunu

Biraz da Kürt sorununu konuşmak istiyorum sizin de modern ulus devlet ve ulusal kimlik üzerine kapsamlı çalışmalarınız var bununla birlikte Kürt sorunu ile de farklı mülahazalarınız olduğunu biliyoruz. Kürt sorunu nereye gidiyor? BDP Kürt sorununda rol mü kaybediyor, irade kullanamıyor mu?

Kürt meselesindeki süreçlere baktığımız zaman kazananı ve kaybedeninin net olarak ortaya çıkmadığı bir mesele olduğunu görmekteyiz. BDP de bu anlamda Kürt meselesinin aktörü olarak temayüz etmiş bir oluşum, PKK ile söylem düzeyinde paralelliği bulunuyor. BDP bu nedenlerle belli bir grup içerisinde meşruiyet kazanan ama Türkiye açısından baktığınızda genel kitle için meşru olmadığı yönünde tepki alan ve özellikle Müslüman duyarlılıkları yüksek olan Kürt kökenliler arasında da meşruiyetinin sorgulandığı bir aktördür. Bu açıdan baktığımda BDP’nin hem imkânlarının, hem de handikaplarının olduğunu görüyorum. İmkânları, Kürt siyasal hareketinin siyasal düzeydeki en güçlü oluşumu olmasıdır. BDP bu gücünü her alanda kullanıyor. Bu anlamdaki gücünün yetmediği konularda PKK’yı devreye sokarak yeni imkânlar oluşturulmaya çalışıyor. Bu da farklı Kürt gruplarında belli bir karşılık bulabiliyor. Yani Kürt kökenli bir vatandaş için BDP, tam bir temsil oluşumu olmasa da onun hislerine tercüman olan davranışlarından dolayı karşılık bulma imkânı yakalayabilir. Bu onun imkânı ama diğer taraftan terörle siyaseti paralelize etmesi BDP’nin en büyük handikabını oluşturuyor. Diğer konuya gelince, Türkiye’de Kürt meselesi çözülecekse Türkiye’nin Kürtleri üzerinden çözülmesi gerekir, bu noktada Kürt meselesi ile PKK terörü meselesini de ayrıştırmak gerekir. BDP şu anda rotasını tam olarak belirleyebilmiş bir siyasi oluşum değil. Türkiye’de sosyalist söylemi kullanarak Kürt halklarının da çıkarlarını gözeten bir genel siyasi parti mi olacak, yoksa sadece Kürtlerin haklarını koruyan Kürt milliyetçisi bir parti mi olacak; ikincisine yönelik eğilimin daha fazla olduğunu en azından icraatların bu yönde yoğunlaştığını söyleyebiliriz. Bu da bölgedeki İslami duyarlılığı olan Kürt kökenlilerin BDP’ye ilişkin soru işaretlerini arttırıyor. Tabiî bu noktada bölgede BDP dışında Kürt kökenlilerin yeni bir siyasi irade oluşturma zorlukları var. Eğer bir şeye karşıysanız onun antitezini ve karşılığını üretmeniz gerekir. Mesela Diyarbakır’da Kutlu Doğum için yapılan kutlama ve organizasyonlara baktığımız zaman büyük bir kitlenin toplandığını görüyoruz. Bu kitle ne anlam ifade ediyor, bu kitlenin siyasi yaşamdaki karşılığı nedir? Henüz bölge açısından ortaya çıkabilmiş değil. Seçimlere baktığınız zaman bu kitle neyin arkasında duruyor? Bu henüz temayüz edebilmiş değil, ama hem devletin uygulamalarından hem de BDP ve PKK’nın uygulamalarından bir rahatsızlık varsa bunun bir siyasi karşılığının bir düşünsel platform içinde ortaya çıkması ve kendi doğrularını kendi söylemleri temelinde dile getirmesi gerekir.

Müslüman Kürtler BDP’nin politikalarından rahatsız ve BDP’nin kendilerini temsil etmediği görüşündeler. Kürt sorunu 80’lerden bu yana büyük dönüşüm yaşadı, tabiî Kürt sorunu da evrildi. Peki, bu döşümde Müslüman Kürtlerin tavrı nasıl gelişti? Ayrıca Türk kökenli İslamcıların Kürt meselesine yaklaşımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu da ciddi anlamda analiz edilmesi gereken bir konudur. Terörün ajitasyon politikalarını da dikkate alarak konuşmakta fayda var. Türkiye’de İslamcılığın muhafazakâr düşünce ile olan ilişkisinden dolayı sağcılığa/milliyetçiliğe bulaşmış bir yönü var, bu damar zaman zaman İslamcı câmia içinde milliyetçi söyleme yakınlaşmaya neden oluyor. Fakat 1980 sonrası Türkiye’de gelişen İslamcı dalganın radikal özellikler arz etmesine bağlı olarak ve bu dalganın ya da bu damarın zayıflatıldığını, daha pür bir İslami söyleme yöneldiğini söyleyebiliriz. Hepsini birlikte değerlendirdiğimiz zaman İslamcıların Kürt meselesine bakışında istikrarlı olduğunu söylemek zor. İslamcı kesim içerisinde Kürtlerin haklarının gasp edildiğini savunanlarla birlikte ‘Yeter artık canım Kürtler de fazla oldu, bu milliyetçi tavır da nedir?’ diyerek sağa yakın bir takım refleksler verenlerin olduğunu da biliyoruz. Bütün olarak baktığımızda çok da sağlıklı yaklaşıldığını söylemek mümkün değil ama Türkiye’deki bütün yelpazeler içinde baktığımız zaman yine de Kürt meselesine hem resmi zihniyet açısından hem de Kürtler açısından çözüm anlamında en yakın olanların da İslamcılar olduğunu tespit edebiliriz. Uludere de 33 sivilin ölmesi konusunda da sağlıklı bir duruş sergilendiğini düşünüyorum; yani en azından söylem düzeyinde bu konunun mutlaka araştırılıp sorumlularının cezalandırılması noktasında bir politika geliştirildiğini, bu anlamda İslamcı gruplar içinde bir konsensüs olduğunu görüyorum, bu sevindirici bir durum aslında ama bunu sonuçlandıracak olan kimdir? Resmi devlet gücüdür. Bu sürece Ak Parti iktidarının ne kadar müdahil olduğunu bilemiyoruz ama hükümet çevrelerinde de bir rahatsızlık olduğunu görüyoruz. Bu rahatsızlığa rağmen hükümetin devlet aklı ve diliyle meseleye yaklaştığı görülüyor ki, yaklaşıldığında sorunların kısa vadede çözüme kavuşturulmadığının bir başka örneğini karşımıza çıkarıyor.

KCK operasyonlarıyla tutuklamaların sayısı 6 bini buldu, uzun gözaltı ve yargılama süreci soruşturmayı nasıl etkiler?

KCK konusu gerçekten bir kördüğüme dönüşmüş durumda. Konuya baktığımızda AK Parti hükümetinin çözüm adına geliştirdiği açılım sürecini ‘‘derin PKK’’ denen damarın devreye girip sabote etmeye çalıştığını, özellikle şehir yapılanmasında bu süreci zaafa uğratma politikasını uyguladığını görüyoruz. Bu durum KCK’ya yönelik operasyonun meşru olduğunu güçlendirirken, KCK operasyonunun yapılma süreci ve zamanlaması ise bazı sorunların olduğunu gösteriyor. MİT krizinin bu süreçte ortaya çıkması anlamlıdır. Çünkü MİT krizi, Devlet gücü kullanan farklı odakların bu konuda farklı düşünebildiklerini gösteriyor. Kitlesel gözaltına almalar, tutuklamalar yazar ve akademisyenlerin tutuklanması görünürlük açısından balkıdığında bir sorun olduğunu ifade ediyor. Ama başta söylediğim gibi açılım sürecini sabote etmeye yönelik eylemlere mukabele etme anlamında da haklı bir tarafı var, bu iki unsurun iyi okunması gerekiyor. Bunun için de gözaltına alınan kişilerle ilgili yargı süreçlerinin hızlandırılarak sonuçlanmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu tür operasyonlar çözüm sürecini ağırlaştırmaya ve zorlaştırmaya değil hızlandırmaya hizmet etmelidir. Siyasi hesaplaşmalar ülke ve toplum açısından böylesine önemli ve hassas konular üzerinden yapılmamalı.

Anayasa Tartışmaları

Türkiye’nin siyasal ikliminde son bir yıldır yeni bir anayasa yapımı tartışması var. Size göre ihtiyaçları karşılayacak ve sorunların çözüm kaynağı olabilecek bir anayasa yapılabilir mi? Böyle bir irade görüyor musunuz?

Türkiye de yeni bir anayasaya ihtiyaç olduğu kesin, bir defa yürürlükte olan anayasayı yapan zihniyet yargılanıyor ama işin ilginç ve garip tarafı o zihniyetin yaptığı anayasa çerçevesinde yargılama yapılıyor, bu bile kendi başına bir anayasaya ihtiyaç olduğunu gösteren bir durum. Hak ve özgürlükleri karşılayacak ve Türkiye’nin sorunlarına çözüm olabilecek bir anayasa yapılabilir mi, böyle bir irade var mı? sorusuna baktığımızda işin sorunlu tarafı burada ortaya çıkıyor. O da Türkiye’deki siyasal yelpazenin bu iradeyi ortaya koyabilecek konsensüsü yakalama zorluğudur. Ancak hem halk düzeyinde hem de entelektüel düzeyde bütün kesimler açısından bir anayasa yapmanın gerekli olduğu kanaatinin var olması, özellikle meclisteki siyasi partileri bir anayasa yapmaya zorlayacaktır. Yapılmadığı zaman bir siyasi yaptırımı olacaktır. Çünkü hiçbir parti bunun bedelini ödemek istemeyecektir. Bu anayasa nasıl yapılacaktır gerçekten sorunları çözen, hak ve özgürlükler temelinde bütün kesimlere hitap edebilecek ve onların haklarını temin edebilecek bir anayasa mı yoksa mevcut anayasanın biraz daha ıslah edilmiş hali mi olacaktır, bunu zaman gösterecek.

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir