Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’le Kanuni Sultan Süleyman etrafında dönen tartışmaları yazarımız Ömer Ertürk konuştu.
***
Bu gün bazı medya gruplarının, Sultan Süleyman’ı hiç bilinmeyen yönlerle göstermelerinin sebebi nedir?
Önce şöyle söyleyelim: Kanuni Sultan Süleyman dönemi yerli kaynaklar tarafından Osmanlı Devletinin altın çağı olarak kabul edilmektedir. Yabancı kaynaklar ise Kanuni’yi “Muhteşem Türk”, “Büyük Türk” ve “Yenilmez Türk” diyerek övmektedirler. Neredeyse bir yüzyıla adını veren bu büyük Türk hükümdarının hayatı hemen her yönü ile incelenmiştir. Bu kıymetli eserleri hiç görmeden Kanuni’nin hayatını bilinmeyen yönleri ile bir dizide veya filimde göstermenin veya romanda yazmanın maksadı ne olur iyi düşünmek gerekir. Bunun adı bugünkü yapıldığı haliyle ya reyting uğruna tarihini karalamak veya iftiralarla düşmanlığını, tarihine olan husumetini yansıtmaktır. Bunun başka bir manası olamaz.
Medya gruplarının bu tür senaryolara prim vermesinin altında hangi sebepler olabilir?
Türkiye’nin son yıllardaki maddi ve manevi gelişmesi ve zenginliği dünyada Neo-Osmanlılar kavramını yeniden gündeme taşımıştır. İşte tarihin gücü burada ortaya çıkmaktadır. Bundan rahatsızlık duyanlar “Buyurun işte o çok övündüğünüz Osmanlı!” diyerek bir imaj yanıltmasına girişmiş olabilirler. Zira son yıllarda Türk dizilerinin Arap ülkelerinde ve Balkanlarda ne kadar yaygın olduğu düşünülürse bunun yapacağı tahribatı iyi hesaplamalıdır. O malum dizide hayatı konu edinen şahsiyetler bu ülkeye siyasi, ticari, eğitim, sıhhat ve dini eserler yoluyla hizmet vermekte idiler. Bugünküler para kazanma uğruna dahi olsa nelere sebep oluyorlar, tarihimizi ve ülkemizi nasıl tanıtıyorlar düşünmek gerekir.
Yavuz Sultan Selim şehzadesi Süleyman’a ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan nasıl bir devlet bırakmıştı?
Malum Yavuz Sultan Selim tahta geçtiğinde Osmanlı devleti birliğini ve bütünlüğünü parçalayacak büyük bir tehlike ile karşı karşıya bulunuyordu. Selim Han Safeviler’e vurduğu darbe ile bu tehlikeyi ortadan kaldırdı. Ardından Orta Doğu, Mısır ve Arabistan’ı alarak İslam birliğini sağladı. Müthiş Osmanlı gücünü halifelik de uhdesinde olmak üzere oğlu Süleyman’a devretti. Gerçekten Osmanlı devleti neredeyse tek kutuplu bir dünya gücü haline gelmişti ki bunu Kanuni Sultan Süleyman 46 yıllık saltanatı ile her alanda yaşatacaktır.
Osmanlı’nın bir cihan imparatorluğu olmasında Sultan Süleyman’ın etkisi nedir?
Bir defa bahsettiğimiz gibi Kanuni Sultan Süleyman gerçekten gailesiz ve güçlü bir devlet devralmıştı. Kendisi devlet idaresinde fevkalade iyi yetişmişti. İş başına getirdiği kaliteli devlet adamları, yetiştirdiği ve bulup çıkardığı yetenekli kişiler, mali yapıyı güçlendirmesi, askerin disiplini ve intizamı, devrin silah teknolojisinin geliştirilmesi, ilme ve ilim adamlarına verilen değerler ve nihayet medreselerde ilmi faaliyetlerin geliştirilmesi ile çağının üzerine çıkan bir devlet oluşturdu. Dolayısı ile başarı tesadüfi değil, tedbir, zamanlama ve dünya siyasetinin yakından takip edilip, değerlendirmesi sonucu ortaya çıktı.
Sultan Süleyman’a daha sonra unvan olacak derecede önemli olan kanunlarından bahsedebilir miyiz?
Evet, onun Kanunî unvanı ile anılmasının iki mühim nedeni vardır; Birincisi önceki Osmanlı kanunnamelerini ve devri icabı, lüzumlu hükümleri “Kanunname-i Âl-i Osman” adı altında, İslâm hukuku esasları dâhilinde toplattırıp, tanzim ettirmesinden ileri gelmektedir. Kanunname-i Al-i Osman’ın hazırlanmasında Sultan Süleyman Han’a, devrin büyük âlimlerinden olan Kemalpaşazade ve Ebussuud Efendi’ler yardımcı oldular. Kanunname; hukukî, idarî, mali, askerî ve diğer lüzumlu mevzuları içine alan, başlıklar altında, ceza, vergi ve ahali ile askerlerin kânunlarını ihtiva ediyordu.
Asırlarca tatbik edilen Kanunnamede; tımar ve zeamet sahipleri ile ahalinin hukukî ve mali durumları tespit edilerek, toprakları uşri, haracî ve mîrî olarak birbirinden ayrılmış, hükümlerin tatbik şekilleri açıklanmıştır. Kanunnamede bildirilen hükümlerin tamamı İslâm hukukundan alınarak, Hanefî mezhebine göre tanzim edilmiş, fethedilen ülkelerde, örfi hukuk denilen, önceki idareden kalan kânunlar ve halkın teamülleri de, İslâm hukukuna uygunluğu şartıyla Kanunname’de yer almıştır. Devleti idare etme, hilâfet müessesesinin gerekleri ve sosyal adalet hususlarındaki hükümler, bizzat Kanunî tarafından titizlikle tatbik edildi.
Sultan Süleyman Han; Atlas okyanusundan Umman denizine ve Macaristan, Kırım ve Kazan’dan Habeşistan’a kadar geniş yerleri, Allah-ü Teâlâ’nın Kelâmı Kur’an-ı Kerim’in emirleri ile adaletle idare etmeye muvaffak oldu. Kanunname’yi hazırlarken ve tatbik ederken, İslâm âlimlerine danışmadan bir iş ve bir kânun yapmadı. Kanunî’nin, kırk altı senelik hükümdarlığı zamanında hazırlanan kânunlar, çok güzel tatbik edilip, devletin tebaasına ve diğer insanlara huzur ve saadet kaynağı oldu.
İkincisi ise saltanata geçtiği andan son nefesini verinceye kadar gördüğü bütün işleri kanuna danışması ve kanunlar çerçevesinde işlemesi ve ondan zerre kadar ayrılmamasıdır.
Sultan Süleyman’ı Avrupa’nın nezdinde “Muhteşem Süleyman” yapan etkenler nelerdir?
Sultan Süleyman’ın babasından devraldığı toprakları ile vefat ettiği sırada oğullarına devrettiği toprak parçası karşılaştırılırsa bu muhteşemliğin sebebi anlaşılır sanırım. O yaklaşık altı milyon beş yüz bin kilometrekarelik ülkesine iki katından fazla büyüterek on dört milyon sekiz yüz bine çıkarmıştır. Bu kudretli padişahın karşısına Avrupa Macar kralı Layoş’un komutasında olmak üzere bir kez ordu çıkarabilmiş ve bu kuvvetler iki saat içerisinde imha edilmiştir. Kutsal Roma Germen İmparatoru diye anılan Şarlken’in ülkesine defalarca girdiği halde bir kez olsun karşısına çıkmaya cesaret edememiştir.
Diğer taraftan Padişah adil idaresi, kendisine tabi olanların hak ve hukuklarını gözetmesi, şefkati ve daha nice özellikleri ile Müslüman olsun gayri Müslim olsun herkesin gönlünü fethetmeyi bilmişti.
Osmanlı kaynakları Hürrem Sultan’dan nasıl bahsetmektedirler?
Sultan Süleyman tahta cülus ettiği sırada Hürrem Sultan kendisine hediye olarak sunulmuştur. Hürrem’i saraya Kırım Hanı veya annesi Hafsa Sultanın verdiği hususunda farklı rivayetler mevcuttur. Kırım Hanı Hafsa Sultan’a onun da muhtemelen iyi bir terbiye almış, bu iffetli ve yetenekli kızı oğluna vermiş olması akla yakın ihtimal olarak görünmektedir. Zira Kırım kuvvetlerinin bir akın sırasında onu esir aldıklarında dokuz on yaşlarında olduğu söylenmektedir. İyi bir tahsil ve terbiye gördükten sonra Osmanlı sarayına gönderilmiştir. Hafsa Sultan da oğlu Kanuni’ye vermiştir. Bu sırada on beş yaşlarındadır. Bütün bu bilgiler değerlendirildiğinde Hürrem’in papaz kızı olması hasebiyle küçüklükten itibaren iyi bir terbiye gördüğü ve bu terbiyenin İslami eğitimle birleşerek devam ettiği anlaşılır. Ayrıca Kanuni’ye belki de ilk hediye edilen kız olması onun fevkalade güzel olduğunu da göstermektedir. Oysa siz diziye bakarsanız bambaşka bir Hürrem’le ve uydurma bilgilerle kurgulanan bir senaryoyla karşılaşıyorsunuz. Osmanlı tarihleri de verdiğimiz bilgilerin ışığında olarak iffetli bir hanım, müşfik bir anne ve hayırsever bir sultan olarak bahsederler.
Hürrem Sultan’ın Osmanlı tarihindeki yeri nedir?
Bana göre Osmanlı tarihindeki en önemli yeri yaptırdığı hayır eserleridir. Kendisine kadar gelen hanım sultanların eserlerini bir tarafa onunkileri diğer tarafa koysanız Hürrem Sultan’ın eserleri ağır gelecektir. Sadece Haseki Külliyesi bu hayırsever sultanın inancını dine ve milletine bağlılığını en güzel bir şekilde ortaya koymaktadır; Kudüs-ü Şerif, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’de yaptırdığı eserler göz kamaştırmaktadır. Yine başta Edirne olmak üzere Anadolu’nun pek çok yerine mescitler, medreseler, çeşmeler, suyolları, hanlar ve hamamlar yaptırmıştır. Bu kalıcı ve bugün dahi çoğu faaliyet halindeki eserler elbette ki onun milletine unutulmaz hatıralarıdır.
Onun en önemli eseri cami, medrese, sıbyan mektebi, çeşme, imaret ve dârüşşifâdan meydana gelen İstanbul’daki Haseki külliyesidir. AyrıcaŞehzade Cihangir Camii; Bağdat’ta İmam-ı Âzam hazretlerinin kabri üzerine bir türbe ile yanında bir cami, güzel bir imaret, yüksek bir türbe ve akıl hastanesi; yine Bağdat’ta Şeyh Abdülkadir-i Geylanî’nin mezarı üzerine türbe, yanında imaret ve daha başka hayratlar; Konya’da Mevlana Celaleddin hazretlerinin türbesi yakınında, iki minareli yüksek bir cami, güzel bir mescit, imaret, dervişler için oda ve benzeri yapılar; Şam’da bir cami, medrese, imaret ve daha başka hayır eserleri; Kefe’de ve İznik’te iki camiin tamiri; Mekke ve Medine’de yapmış olduğu çok sayıda hayır ve dağıttığı sadakalar, yine Mekke’de dört mezhep için ayrı ayrı inşa ettirdiği dört büyük medrese; Müminlerin annesi Hazreti Hatice’nin, Hazreti Fatıma ve öteki çocuklarının dünyaya geldikleri evin tamiri; yine Mekke ve Medine’de zengin birer imaret; Edirne şehrine yaptırmış olduğu pek çok çeşme; Mustafapaşa Köprüsü kasabasında bir cami, güzel bir imaret ve büyük bir han; İstanbul Kariye semtinde yaptırdığı medrese; Ayasofya ve Sultanahmet Camileri arasında yapılan hamam ve nihayet Kudüs-i Şerifteki muazzam imareti onun en mühim hayır eserleridir. Hürrem Sultan’ın Kudüs’teki imaretinin vakfiyesinde geçen muhteşem talimatları dinî, insanî ve vicdanî şahsiyetine ışık tutmaktadır.
Hürrem Sultan’ın bıraktığı eserlerden istifade edenler keşke öncelikle, onun vakfiyesini okuyup anlayabilecek seviyede olsalardı.
Sultan Süleyman’ın şehzadeleri Mustafa ve Bayezid hakkında vermiş olduğu ölüm fermanlarını nasıl değerlendiriyorsunuz, Hürrem Sultan’ın bu kararlarda etkisi olmuş mudur?
Bakınız benim Hürrem Sultan’a ait olarak yukarıda sıraladığım eserlerini kimse bilmez ama anket yapsanız Şehzade Mustafa’nın ölümünde onun dahli olduğunu söylerler. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki Osmanlı saltanat usulünün gereği olarak her anne evladını tahtta görmek ister. Belki bunun için bazı girişimlerde bulunur. Ancak karar padişahındır. Burada Hürrem bir rol oynamış ise bunda, ondan daha ziyade padişahı suçlamak düşer. Neden araştırmadı veya neden inandı diye. Oysa kaynaklar Hürrem’den ziyade Rüstem Paşa’yı suçlu gösterirler. Hürrem’i olayın içerisine çeken yabancı roman ve tiyatro yazarlarıdır. Bizdeki romancı babalar da bu yabancı yazar-çizer takımını hiçbir tenkide tabi tutmadan kullanmakta pek mahirdir. Diğer taraftan Mustafa hadisesinde Mustafa’nın bizzat kendisi belki de en suçlu kişidir. Hâlbuki hiç kimse onun durumunu araştırmaya tenezzül etmez. Şehzade Mustafa sancağı değiştikten, Manisa’dan alındıktan sonra rahatsızlık duymaya başlar ve bu zaman içerisinde işi bir takım tertiplere kadar götürür. Neticede hayatını sonlandırmaya götürecek yolu bizzat Mustafa’nın açtığını ve Rüstem Paşa’nın da bundan istifade ile Kanuni Sultan Süleyman’a onu ortadan kaldırttığı anlaşılır.
Sultan Süleyman’ın ulema ve sanatkârlara(edebiyat, mimari vs.) yaklaşımı nasıldı?
Kanunî Sultan Süleyman ilim ve kültür adamlarını himaye eder ve bu çeşit hareketleri desteklerdi. Kendisi de bizzat şairdi ve “Muhibbî” mahlası ile divan tertip etmişti. Onun edebî eserlere verdiği yüksek değere en açık misâl, Kelile ve Dimne mütercimi Vâsi Alisi diye meşhur olan Alaaddin Ali Çelebi (Filibevî)’nin Hümâyûn-nâme adı ile yaptığı tercümeyi takdim ettiği zaman, onun bu eseri bir gecede okuyarak, mütercimini Bursa kadılığına tâyin etmesidir.
Kanunî, medrese tedrisatında birçok tadilât yaptırmış ve yeni ihtiyaçlara göre bu tedrisata yeni bir veçhe verdirmişti. Osmanlı ordusunun üssünden uzaklarda savaşması ve gittikçe büyümesi, hekim ve mühendis ihtiyacını artırdığından Süleymaniye medreselerinde tıp ve riyaziye tahsiline ehemmiyet verilmiş, ayrıca bir tıp medresesi ile bir de dârüşşifâ tesis olunmuştu.
Kanunî devrinde Türk edebiyatının pek bariz bir gelişmeye mazhar olduğuna işaret edilmelidir. Bunda Türk edebiyatının 15. asırdan itibaren muayyen bir inkişaf seyrine girmiş olması yanında, şair ve naşirlerin bizzat Kanunî’nin şahsında kadirşinas bir hâmî bulmuş olmalarının da hissesi bulunmaktadır. Bu devir şairleri gazel ve kaside tarzında kendi sanat kudretlerini, en az seleflerinin fazlaca takdir ettikleri İran şairlerinin seviyesinde hissetmişlerdir.
Bu devrin, mesnevi tarzında eserler veren diğer şairlerinden en belli başlıları, bâzı eserlerindeki mahallî unsur ve tasvirleriyle de alâkayı çeken hamse sahibi Taşlıcalı Yahya edebiyatımıza getirdiği yeni mevzulardaki mesnevileri yanında, manzum ve mensur çok sayıdaki eserleriyle hususi bir yer işgal eden Lâmii Çelebi ve benzerleridir.
Yine bu devrin ediplerinden Sehî, Latîfî, Ahdî ve bilhassa Âşık Çelebi ve bunları takiben Kınalızâde Hasan Çelebi’nin telif ettikleri şuarâ tezkireleri ile Âlî’nin Kunh’ül-ahbâr’ında Kanunî devri şairlerine tahsis ettiği kısım gibi eserler bahis mevzuu olan velûd devirde yaşayan şairlerin miktarı hakkında bir fikir verebileceği gibi, Âşık Çelebî’nin eserinde yer yer edebî muhit ve münâkaşalara da temas edilmiştir. Nesir de, bu devrede, kudretli şahsiyetlerin elinde san’at ve ilim dili olarak gelişmiştir. Devrin pek çeşitli mevzûlardaki mensur eserleri arasında bilhassa tarihler nazar-ı dikkati celbeder. Filhakika 16. asırda eserleri, devrin tarihinin kaynakları arasında bulunan Kemâl Paşazâde, Celâlzâde, Hoca Sadeddin Efendi, Lutfî Paşa, Selânikli Mustafa Efendi ve bilhassa Âlî gibi simalar yaşamışlardır.
Pargalı İbrahim Paşa’nın devşirme olduğu iddiasını ve öldürülme sebebini hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Pargalı İbrahim Paşa devşirme değildi. İbrahim Paşa, büyük ihtimalle 1493 yılında, bugün Yunanistan sınırlarına dâhil olan, Parga yakınlarında bir köyde doğmuştur. Babasının bir balıkçı olduğu, İbrahim’in ise Türk korsanlar tarafından altı yaşında kaçırılarak Manisa yakınlarında dul bir hanıma köle olarak satıldığı rivayet edilir.
Kaynakların verdiği bilgilere bakılırsa, Şehzade Süleyman Manisa valisi iken, bir gün bir kemençe sesi duyar ve icracıyla tanışmak ister. Karşısına getirilen kişi köle İbrahim’dir. Şehzade, zeki, hazırcevap ve edep sahibi İbrahim’den son derece hoşlanmıştır. Zaman içerisinde meclisinin ayrılmaz bir parçası olarak gördüğü İbrahim’i, sarayına sık sık davet etmeye başlamıştır. Bunun üzerine, İbrahim’i yetiştiren dul hanım, kölesini azat etmiştir. Böylelikle İbrahim, Şehzade Süleyman’ın maiyetine girmiştir.
Sonuçta bu yakınlık, köle İbrahim’in, İbrahim Paşa olma serüveninin de başlangıcı olarak görülmektedir. Yetenekli, zekî ve eğitimli olduğu söylenen İbrahim, Osmanlı tarihinde, eski deyimiyle, benzeri görülmemiş bir iltifata mazhar olmuştur. Pek çok ilim adamının yetiştiği ve önemli görevlerin kendini ispat edenlere verildiği bir imparatorlukta, bir takım üstün özelliklerin, İbrahim’in yükseldiği konuma gelmek için yeterli olmayacağı da apaçık ortadadır.
Bu itibarla İbrahim’in yükselişinde, Sultan Süleyman’a olan yakınlığı ve tâ şehzadelik zamanında başlayan yakın dostluğu muhakkak ki büyük rol oynamıştır. Ancak onun bir imparatorluk şehzadesi ve geleceğin muhteşem hükümdarı karşısında olduğunu hiçbir zaman unutmadığı, davranışlarını, meseleler karşısındaki yetenek, becerileri ve ciddiyetini ona göre ayarladığında da şüphe yoktur.
İbrahim Paşa’nın, birdenbire hasodabaşılığından veziriazamlığa yükselişi, Paşa’nın, Kanunî’nin gözündeki değerini belli ediyorsa da, kız kardeşi Hatice Sultan ile evlendirerek saraya damat yapması, muhakkak ki katındaki değerini daha da artırmıştır.
Öldürülmesi ise “kurb-i sultan ateş-i suzan” (Sultana yakın olmak yakıcı ateştir) dizesine pek uygundu. Özellikle Irakeyn seferinde kendisini “Serasker Sultan” diye ilan ettirmiş ve bu duruma karşı çıkan defterdar İskender Çelebi’yi ise Bağdat’ta öldürtmüştü. Kanuni daha sonra bunların onun bir tertibi olduğunu anlaması ve İskender Çelebi’yi haksız yere öldürttüğünü öğrenmesi İbrahim Paşa’nın da sonunu hazırladı.