Yazarımız Mehmet Erikli’nin Kebikeç dergisinin 3. sayısında çıkan söyleşisi…
***
Ne zamandan beridir kalem ve kelamı sırdaş edindiniz? İnsanı kalem tutmaya iten sebepler varsa sizin yazma sebebiniz nedir?
Kelimelerle yahut kalemle sırdaş olabildim mi bilmiyorum. Fakat oluşturduğum karakterlerle, anlatmak istediğim ve anlatmaya çalıştığım insanlarla sürekli konuşuyorum. Hem gerçek anlamda konuşuyorum hem muhayyel zeminde.
Nasıl yani?
Hiç tanımadığınız bir karakteri ya da belirsiz bir tipi anlatma kabiliyetinizle, tanıdığınızı, özelliklerini bildiğiniz birini anlatma kapasiteniz faklıdır. Gerçekte tanık olduğunuz bir olayı, durumu tasvir ederken meselenin içine nüfuz edebilir hatta siz de hikâyedeki bir karakter oluverirsiniz (yazar açısından) fakat sadece muhayyel olandan yola çıkarsanız hiçbirine temas edemez ve böylece olaya yabancı kalmasanız da karakteri başarılı bir biçimde anlatmakta bir takım arızalar doğabilir. Ben de bu tür arızaları ortadan kaldırmak için kendimce bir yöntem oluşturdum. Kurmak istediğim öykünün bana oldukça yabancı olan karakteriyle değim yerindeyse meczup gibi konuşuyorum. Bunu sık sık yapmıyorum tabiî. Gerçekte olmayan biriyle konuşan birine deli derler fakat bu iş öyle değildir. Ünsiyet kuramadığınız biriyle öykünüzü sağlama alamazsınız. Şunu da biliyorum ki, ben her ne kadar tanımadığım bir insanı anlattığımı söylesem de o bir yerlerde bilinen, hatta yaşayan biridir. İşte böylece “bence” henüz doğmamış (ama bir yerlerde olabilme ihtimali yüksek) insanları sırdaş edindim. On dört yaşımdan bu yana bu böyle. Sebepleri sıralarsak uzar gider. Kısacası ben delirmemek için yazanlardan değilim. Sadece kendimi eğliyorum. Dünya böyle bir yer çünkü. Şu yeryüzünde kendinizi şer olanla da eğleyebilirsiniz, hayırlı işlerle de…
Edebiyata olan ilginizi ilk ne zaman fark ettiniz? Yazarlığınız sürecinde Edebiyat fakültesinde okumanız etkili oldu mu? Yoksa yazarlık denilen sevda insanın içinde mi olmalı?
Çocukluktan beri kitaba olan yakınlığımı hep sıcak tuttum. Gün geldi, tek satır okumadım, gittim sokakta haşarılıklar yaptım fakat günü geldi tekrar kitaba geri döndüm. Aklı havada geçmedi çocukluğum. Bilinçli yetiştirildim. Bunda anne ve babamın payı büyük tabiî. Hatta bu sürecin mimarı onlardır. Yazarlığınızı keşfetmek çok kolay bir şey değil. Genellikle bir başkası keşfeder sizi. Kendimize çok sağırız çünkü. Kendimizi duyabildikçe hayret ediyoruz aslında. Bizi şaşırtan dış dünya değil. İç sesimiz belki de. Ortaokul hocamın “senin yazar olmanı çok isterim” diye söylediğini hatırlıyorum sadece. Eve döndüğümde “anne ben Türkçe hocası olacağım” dediğimi de. Annemin halime şaşırmayıp “hadi inşallah yavrum” demesini de… Tüm bunlar bir sarmal. Birbirine ekli. İyi bir okur olmayı başarabilen herkes yeteneği ölçüsünde iyi metinlere imza atabilir. Ben bunu yaşadım. İlla başlangıcını soruyorsanız yatılı yurtta kalmaya başladıktan sonra okumanın yanında bir takım metinler kaleme almaya başladım. İştahlıydım ve aklıma geleni yazıyordum. Bir müddet sonra sadece kâğıtla konuşan, derdini oraya döken bir çocuk oldum. İçine kapanık, suskun, hatta dilsiz. Bunlar lise yıllarında arkadaşlarımın bana yaptığı yakıştırmalardı. Yakıştırmalardı diyorum çünkü bende bir fenalık sezmiyordular. Aksine onlara ferahlık veriyordum söylediklerine bakacak olursak. Hâlbuki içten pazarlıklı değilsem de muzır biriydim. Daha sonraki yıllar yazarlığın akla düşen her şeyin yazılmasıyla olamayacağını anlamamla devam etti. Her yazarın bir alanı olması gerektiği, en iyi bildiği tarz üzerinden meramını anlatması gerektiğini ve daha fazlasını hep hataya düşerek öğrendim. Daha iyiye ulaşmak için daha iyi yenildim diyebilirim. Edebiyat fakültesinin yazarlığıma hiçbir katkısı olmamıştır fakat o yıllarda tanıdığım insanlar beni beslemiştir. İlk öykü kitabım da henüz fakültede öğrenciyken yayımlandı. Daha önceki yıllara göre nispeten daha iyi saydığım öyküleri fakültede öğrenciyken yazdım. Böyle de bir dilemma var şimdi. Ne yapacağız? (gülüyor)
Edebifikir.com’da da yazılarınız yayımlanıyor. Bunun yanında kitaplarınız da var. Hangisi daha heyecan verici?
Yazdıklarınızın anlaşılıp okunması, sizi çok iyi anlayan dostlarınızın verdiği güven gibidir bana göre. Bu hâlin içerisinde heyecan var mıdır bilemiyorum fakat yeni bir kitabınızın vücut bulmuş olması yazılarınızın herhangi bir mecrada yayımlanıyor olmasından daha kıymetli ve özel. Hiç şüphesiz Edebifikir gibi üst seviyede metinlerin neşredildiği bir sitede yazıyor olmaktan dolayı da mutluyum.
Bohem Apartmanı, Boşluk kuruntusu, Sonbahar Bitimi, Zaman Kurucusu, Uzayan Kuyrukların Yasası şu ana kadar yayımlanan kitaplarınız isimleri. Kitaplarınıza isim bulurken sizi etkileyen durumlar var mı?
Kitaplara ad koymak bilindiği gibi zor. Sayfalarca yazdığınız öyküleri tek bir başlıkta anlatacak vurucu bir ad bulmak sancılıdır. Kıvranırsınız. O olsun, yok bu olmasın, bu sığ kaldı, şu tam anlatmıyor filan derken iş kopar isim misim bulamazsınız. Ben işin kestirmesinden gidiyorum. Kitabın içinde yer alan öykülerden bir tanesinin başlığını kapağa çekiyorum. Zaten öykü kitabı isimleri (eğer tematik bir çalışma yapılmamışsa ve öyküler birbirleriyle bağlantılı değilse) yekûnu izah edecek değildir. İçinize sinen en iyi başlığı alır kitaba koyarsınız. Onun dışında aslında bir öykü kitabında sözgelimi yirmi öykü varsa o kitabın yirmi ayrı ismi var demektir. Bu açıdan da bakılabilir.
Öykü yazarı olmak fikri nasıl düştü yüreğinize?
Özellikle öykü yazmak istediğimi söyleyemem. Fakat daha önce de söylediğim gibi aklıma her geleni yazdığım o dönemden kurtulduktan sonra kalemimi en verimli kullanacağım alanın kurmaca metinler olduğunu fark ettim ve böylece öykü yazmaya, daha çok okumaya mesai harcadım.
Bir öyküyü yazarken nelere dikkat edersiniz? Hangi aşamalar önemlidir yazma sürecinde?
Belli aşamalar var dersem kendimle çelişmiş olurum. Hâlbuki edebiyat fakültelerinde bile kurmaca metnin on kuralı, yirmi olmazsa olmazı, elli özelliği tarzında kuram çalışmaları, bilimsel birtakım değerlendirmelerle birlikte ortaya konmuş tetkik, tahlil ve sair şeyler vardır. Bunlara kulak kabartmadan yazabilenlerin daha başarılı olduğunu biliyorum. Hiç değilse şu bile tüm bu kural koyuculara red çeker: kurmaca metinler birilerinin zamanında ortaya koyduğu kaidelerle kurulamaz. Herkes kendi kurgusunda özgürdür ve bu bakımdan bir iddia taşır. Eğer öyle olmasaydı ortaya tek tip roman anlayışı, tek tip öyküler çıkardı. Zamanında bu teknik bakımdan değilse de işin muhteva kısmında yaşandı. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uzun yıllar tek tip insan oluşturulmaya çalışıldı. Bunun üzerine romanlar yazıldı maalesef. Ben öykü yazarının kural koyucu olduğunu düşünenlerdenim. Romancılar da böyledir. Hatta ikisini ayırmak bile doğru değil. Yazarken bazı rutinlerim vardır. Onları tekrar etmeden yazamam diyemem fakat birtakım rutinler sayesinde zihnimi daha iyi açabiliyorum. Bir yöntem olarak bu var. Yoksa karakter yapılandırması nasıl olmalıdır, kurgu boşluğa düşmeden nasıl ilerler, çatışmayı oluşturan unsurlar nelerdir, merakı diri tutmayı sağlamanın yolları gibi başlıklar altında bu işin dersi bile verilir. Gereklidir de. Fakat bunu önce yazılmış olanlar üzerinden anlatmak faydalıdır. Hem yazmaya çalışıp hem de bu nasıl olur, şu nasıl gider dersek bir arpa boyu yol gideriz en fazla. Dilin olgunlaşması için sürekli yazmanın faydası yoktur. Yazmak istediğiniz her neyse onun örneklerini iyi kavramalı ve o tür üzerinde fikir yürütmüş adamları dinlemelisiniz. Hereke’de büyüdüm. Bütün çocukluğum orada geçti. Bizim Hereke’de halı dokumak hayatın merkezindeydi bir zamanlar. Her evde bir halı tezgâhı mutlaka olurdu. İpek çileler birer ikişer açılır ve ağır ağır dokunurdu. Tezgâhın başında annelerimiz, teyzelerimiz, halalarımız vardı. Hiç biri bir desen de benden olsun diye dokumazdı halıyı. Bir üslubu vardı çünkü Hereke halısının. O yüzden önlerinde bir örnek olurdu. Bu örnek halıda yer alacak motifin örneğiydi. Oradan bakarak dokunurdu halı. Çok sonra halı dokuma işinde iyice ustalaşanlar kendi örneklerini çizer ve ona göre dokurdu. Burada anlatmak istediğim şey şu aslında, üslup öyle armut piş ağzıma düş demekle oluşmuyor. Kıtlıktan çıkmış gibi yazmanın manası da yok. Örneklere bakmadan yazmanın ise hiçbir anlamı yok. O yüzden ben şuna mı benzerim, buna mı yakın olurum diye korkmadan yazacağınız türün örneklerine bakın diyorum. Bu anlamda da kurmaca metinleri bir halı tezgâhına benzetiyorum. Örneklere bakarak dokumaya başlamazsanız halı dokuyamazsınız. Örneklere bakmadan yazarsanız kurmaca yazamazsınız. Sonra kendi örneklerini zaten ortaya koyarsın acele etmenin gereği yok.
Yazdıklarından etkilendiğiniz bir yazar yahut bu eseri herkes okumalı dediğiniz bir kitap var mı?
Sürekli etki halindedir insan. Devrelerimiz açık olacak ki işe yarayalım. Kapalı devre kimseye lâzım değiliz. İşimiz gücümüz iyi metinlere kulak kabartmak. E tabiî her yazılanı da okumak olmuyor. Bilhassa lise çağında ne okuduğunu bilmeyen bir kitle var. Onları gözlemliyorum ve hallerine üzülüyorum. Şu çok satanlar zırvasının önüne dikilip, allı pullu, vampirli, bol ihtiraslı, janti kapaklı, tasavvuf soslu, biraz da şuradan, birazda buradan olsun diye sadece okuyanı kerizlemek yani parasını söğüşlemek için ortaya konmuş paçavralar da var. İnsanların ne tür kitaplar okumaya eğimli olduğunu buradan bilemem. Kimi felsefe sever, Kant okur, Heidegger okur (anlayabilen yanındakine anlatsın) kimi sadece kurmaca metinler okur. Tarih okumaktan hoşlanır kimi; kimi seyahatnamelerden, kimi tıp kitaplarından okursa bir fayda görür. Benim söyleyebileceğim şey şudur: Eğer bir ilminiz yoksa sürekli oradan buradan okumak insanı aptallaştırabilir. Okumalarımızı bir ilim üzerine bina edersek daha faydalı olur kanaatindeyim.
Her yazarın hayatında belli başlı kelimeler vardır. Sizin hayatınızda kullanmayı sevdiğiniz kelime(ler) var mı? Mesela bir kelimeye aşık olup ona metinler yazdınız mı?
Türkçe büyülü bir dil. Kesişme noktası bir bakıma. Belli bir kavram, kelime üzerine yakınlık duymadım. Yazdığım öykülerde değimleri, mahalli söyleyişleri kullanmaya gayret ediyorum. Halen zayıf bir dille yazıyorum. Dilimizin anlam dünyasını kavramak için daha uzun yıllar yazmak gerekiyor. Özellikle bir kelime diyorsanız “Nâmütenâhî” diyebilirim. Ucu bucağı olmayan anlamında kullanılıyor. Farsça olmayan anlamındaki “nâ” ile Arapça sonsuz anlamına karşılık gelen “mütenâhâ” kelimesinin birleşimiyle oluşmuş bir sıfat. “Nâmütenâhî” tam bir Türkçe. Türkçe bu yüzden kesişme noktası işte. Bu kelimenin fonetiğini de seviyorum. Hoş bir tınısı var. Anlamı da çok güzel.
Genç öykücü arkadaşlara tavsiyeleriniz nelerdir?
Altıncı soruya verdiğim cevabı dikkatlice okuyabilirler. (gülüyor)
Söyleşiyi yapan: Şevval Beyza Sevinç