Edebifikir ekibi olarak beş soru belirleyip, bu soruları akademisyen, edip ve düşünürlerimize sormak, aynı sorulara farklı isimlerin vereceği cevapları görmek istedik. Böylelikle düşünürlerimizin fikirlerini mukayeseli olarak görebilme imkânına kavuşacağız. Bu minvalde yedinci söyleşimizi Ömer Aksay ile gerçekleştirdik.
***
Fârâbî, Aristo’nun Fizik’ini 40, Kitâbü’n-Nefs kitabını ise 200 kere okuduğunu söylüyor. Sizin kitaplarla ilişkiniz nasıl? Okumak sadece kitapları mı okumaktır? Peki ya insanı okumak? Sizce kitap ile insan arasındaki ideal denge nasıl olmalıdır?
Benim, daha doğrusu ‘bizim’ demeliyim, kitaplarla ilişkimiz, değil Fârâbî gibi, on sekizinci asrın ikinci yarısındakiler gibi bile olamaz. Muallim Nâci’nin “ehl-i tefrid” olduğunu işaret ettiği Müftîzâde Hoca Abdürrahim Efendi var meselâ, vefat tarihi 1252/1837, ağabeyi de Palabıyık Mehmed Efendi’dir. Onların kitapla ilişkileri tepeden tırnağa rahmete batmak, bizimki ise başımıza düşen birkaç yağmur damlasından ibaret, fakirlik o derece ki buna şükreder olduk. Bin yıl önceki bir bilim adamından söz ediyoruz; orada bir mesele var: Yunan felsefesi, Yunan bilgeliği. Bu meseleyi çözmek istiyorlar. Benimse, daha doğrusu ‘bizimse’ önümüzde o kadar çok mesele var ki! Ne üç, ne beş, ne on! Ben, meselâ Aristo’nun sadece Poetika’sını okumaya çalıştım, üç farklı çeviriden, ne yazık ki üçü de beş para etmeyen çevirilerdi. Fârâbî ise olduğu gibi Aristo’yu Aristo’nun dilinden okumuştu. Hatta Avrupa, Aristo’yu bu adamların şerhinden okudu. Biz, bugün, aslında okuyamıyoruz; okuduğumuzu sanıyoruz, ama okuyamıyoruz, okuma özürlüyüz! Kendimizi kandırıyoruz! Biz, aslında canımıza okuyoruz! Okuyoruz gûyâ ve hiçbir meseleyi çözemiyoruz! Milletin, çocuklarımızın da canına okuyoruz! Bu nice okumaksa! En sık okuduğum kitap Muhyiddin-i Arabî’nin Fusûsü’l-Hikem’i olmuş; dokuz kere okumuşum, ilk okuyuşum 1978’de. 200 kere okumayı ister miydim? Bilmiyorum, ama onu 200 kere okusam başka şeyleri daha az okurdum herhalde. Fusûsü’l-Hikem’den sonra da Gazâlî’nin İhyâü Ulûmi’d-Dîn’i geliyor, en sık okuduğum kitaplar sıralamasında. Bunları şunun için söylüyorum: Ben şiirle uğraştığım hâlde neler okuyorum? Bir taraftan Heidegger, bir taraftan Agamben, bir taraftan Dostoyevski, Woolf, Eliot, İbn Arabî, Gazâlî, Konevî, Kadı Abdülcebbar v.s. Herhalde Fârâbî bu kadar bölünmüş değildi?
Asrının Filozofu, Hakayik Aşinası, Bilginlerin önde geleni, muhakkik, hakim ve müdekkik filozof gibi nitelendirmelerin sahibi olan Palabıyık Mehmet Efendi’ye, felsefi alandaki bilgisinden ötürü, “Asrının biriciği, her şeyi bilen üstadı” da denilmiştir. Özellikle mantık, kelam, hikmet, şiir, musiki, astronomi ve matematik ilimleri üzerine ihtisas yapmış Muğlalı bir şahsiyetten bahsediyorum. On sekizinci yüzyılın ikinci yarısı. Bu şahsiyet gibi daha binbir muhterem şahsiyetimiz var. İşte ‘kitapla insan arasındaki ideal denge’ onların kurduğu dengedir. Biz dengeyi insanlık olarak kaybettiğimizden beri her kitaba, belki de her insana bu nedenle saldırıyoruz! Kitabını okuduğumuz insanın canını okumak, canına okumağa kast ettiğimiz için!
Biz mümin olmak istemiyoruz! Tefrid aşamasından uzakta yanlamış yatıyoruz yurda! Korkuyoruz, Amentünün başımıza hangi işleri açacağından! Dindar, Müslim olarak kalmak, tecridî hayat iyi geliyor bize; ne okumak var, ne derin düşünmek!
Yakınlarda ‘tahliye’ edilen bir entelektüelimiz şöyle diyor: “İslâm’da fikir ve ilimler sahasındaki inkırazımız Nizamülmülk’ün kurduğu Nizamiye Medresesi’yle başladı; Selçuklu ve Osmanlı tarihi boyunca kayda değer, semasında parlayan bir fikir adamı yetişmedi. Ne felsefe, ne de fıkıh usulü ve kelam alanında kayda değer bir yıldızımız doğdu. Yüzyıllardır İslâm dünyasının göğü katran gibi karanlık.” Bunlar, bu tür lâflar göğsümüzü sıkıştırıyor. Mehmed Âkif’in söyledikleri ile bu zâtın söyledikleri arasında çok fark var. Mehmed Âkif bizi kendimize getirmeğe, mümin olmağa davet ediyordu, bu zât ise Demokrasiyi Medine Sözleşmesi’ni ‘kullanarak’ restore etmeyi teklif ediyor! Tabii ki, teklifi aslında bize değil, arkasında duran İslâm düşmanlarınadır! İşte böyle okudular Kur’an’ı, hadisleri, İslâm Tarihini: Canımıza okumak için!
İnsan taklitten tahkike giden bir varlık. Yani sürekli tekâmül halinde olmalı. Ama taklidin bir tür itaat olduğu da biliniyor. İtaat ise Kur’an-ı Kerim’in ana kavramlarından. Özgürüm diye bağırmaya zorlanan birinin özgürlüğünün de tutsaklık olduğunu göz önüne alırsak; çağımız insanının özgürlük ve itaat arasındaki problemini nasıl çözebiliriz?
Bu soru belli bir ön kabulle başlayan soru. Dolayısıyla çağımız insanının problemlerinin başında evvela itaat problemi gelmektedir. Tahkikî imandan ilk bahseden İbn Arabî’dir, biz bugün iman dairesinin neresindeyiz? Bizim dairemiz hangi daire? Uçan daire mi yoksa? Bırakalım başkalarını, çağımız Müslümanı acaba Kur’an-ı Kerîm’in itaat kavramından haberdar mı? Allah’a, Rasûlüne mi itaat ediyoruz, dayatılan sistemlere mi? Başını örten kızlarımız mı hür, başını örtmeyen kızlarımız mı? -Meselâ!- İki kesimdeki kızlar da felsefe bilmiyorlar! Örtenin de örtmeyenin de itaat problemi olduğunu görmezlikten geldik. Erkeklerinse vay başına!
İnsanda, hayatını devam ettirmesini sağlayan üç temel kuvve vardır ki bunlar; “kuvve-i gadabiye”, “kuvve-i akliyye”, “kuvve-i şeheviyye” olarak sıralanıyor. Spinoza ise insanın özünün “arzu” olduğunu söylüyor. Sizce insan; bu üç kuvvetini nasıl dengeleyebilir. Modern zamanlarda ve şehirde yaşadığımızı göz önüne alarak cevaplar mısınız?
İtaat ederek! Felsefe bilerek! Bilenerek! Kuvve-i gadabiyye, itaate; kuvve-i akliyye, felsefeye; kuvve-i şeheviyye (buna ‘arzu’ da diyebiliriz), bilenmeğe sevk ve tahrik edebilir bizi.
Zygmunt Bauman “Aydınlanma” ve sonrası düzen ile ilgili yaptığı değerlendirmede, liberallerin tarih değerlendirmesinin aksine Aydınlanma çağı olarak geçen toplumsal-entelektüel akımın; hakikat, akıl, bilim, akılcılık lehine büyük bir propaganda uygulaması olduğunu, zihni karışık, baskı altındaki kitlelere bilgeliğin ışığını getirmek gibi bir soylu düşü de olmadığını söyler. Ona göre bu düzen salt tasarlanmış bir toplum mekanizması husule getirmeyi amaçlar. Bauman’ın bu değerlendirmesi üzerine düşündüğümüzde, içinde yaşadığımız “akıl” düzeninin -iddia ettiğinin aksine- insanlığı “bilge”liğin ışığına kavuşturmak gibi bir gayesinin olmadığını, aksine toplumu salt bir “mekanizma” olarak kurmak üzere var olduğunu müşâhede ediyoruz. Böylesi bir düzen etrafımızı dört bir yandan sarmışken, nasıl bir yaşam sürmek bizi bu “mekanizma”nın dışında tutabilir?”
“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhâmı,
Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı.”
Bitkiler ve hayvanlardır yaşam süren, insanlar hayat sürer. Nasıl hayat süreceğiz? Hayat tarzımızı bularak. Mehmed Âkif’in andığım iki mısraının geçtiği bölümü bugün daha ziyade dikkate almak zorundayız. “Hepimiz Tırhallı” olmaktan kurtulmalı, “başka metâı” bulmalıyız. “O çoktan yürüdü”ğü âşikâre olan medresemizin yerine kurduğumuz üniversitemizse yürümüyor, yerinde sayıyor!
İbnü’r-Rüşd’ü gösteremiyoruz, peki Averroes’i gösterebildik mi acaba? Avicenna olsa keşke? Hâlâ Gazâlî’yi okuyamıyoruz, Gazâlî’ye de Türkçe’ye de saygısı, sevgisi olmayan ‘âlim’ geçinen zavallılar yüzünden! Gazâlî’yi görmemize imkan yok! Seyyid Şerîf el-Cürcânî gibi, Râzî gibi âlimler nerede, biz neredeyiz? Üç ciltlik ‘Şerhu’l-Mevâkıf’ (metin-çeviri) kitaplığımda, daha on sayfa ilerleyemedim beş senedir! Ömer Türker’den utanıyorum! Heidegger’i anlıyorum, Kant’ı anlıyorum da Seyyid Şerîf el-Cürcânî’yi anlayamıyorum! Üstelik ‘Şerhu’l-Mevâkıf’ Adudüddin el-İcî’nin kitabının şerhi! Der ki Ömer Türker: “Şerhu’l-Mevâkıf’ı anlamak ve onun üzerine bir haşiye yazmak, bir zamanlar âlimlik göstergesi kabul edilmekteydi.” Şimdi ki âlimliğin göstergesi ne acaba?
Bu mekanizmanın dışında kalmamız için, Mehmed Âkif’in önerisini ciddiye almak, dikkate almak, her şeyden öne almak zorundayız:
“Zevk-ı fıkhîsi bütün, fikri açık, rûhu nezih” üç-beş fakîh bulmazsak hapı yuttuğumuzun resmidir! Bu üç-beş fakîhi bulamadığımız için asrın idrâkini olduğu gibi benimsiyor, boyun eğmek zorunda kalıyoruz ona! Bizim asrın idrâkine İslâm’ı söyletecek gücümüz ekonomik güç değil, askerî güç değil, teknolojik güç değil, irfanî güçtür! İlhâmı nereden aldığımıza bakalım! Nereye, kime itaat ettiğimize!
Türk toplumunun yüksek sanat, düşünce, bilim üretebilmek noktasında bir hayli zamandır sıkıntı yaşadığı ortadadır. Elbette bunun burada sayılamayacak kadar çok nedeni olabilir ve bunlar arasında bizlerin duyuş, kavrayış ve ifade ediş açısından yaşadığı problemler de bulunmaktadır. Farklı sonuçlar alabilmek için farklı şeyler yapmak gerektiğine göre, doğrudan bizden kaynaklanan problemleri tespit ve çözebilmek adına elzem olarak ve acilen hangi adımları atmalı, hangi hususlarda değişikliğe gitmeliyiz?
Bir önceki sorunun (4. Soru) cevabında bu soruya da cevap verdim aslında. Yinelemek gerekirse, Mehmed Âkif’in Âsım (Altıncı Kitap)’ında: “Biz de bir köylüleriz, yanlamışız bir yurda.” diye başlayıp, “Nefes ettir, çabucak, kendine, olsun bitsin!” mısraına kadar olan bölümde hangi adımların atılacağı, hangi hususlarda değişikliğe gidileceği ayan beyan ortadadır. Bir kere, biz hâlâ bu yurda yanlamış vaziyetteyiz, köylüler gibiyiz hâlâ! Bir kısmımız Alamanya’lara gitti de ne oldu? Köylülükten kurtulduk mu? Bir tane adam çıktı Heidegger’i tercüme eden: 1969 doğumlu Kaan Ökten. Diğerleri ya futbolcu oldu, ya hip-hopçı, ne Türkçe var, ne Almanca. Burada kalanlara bakın bir de! Onlardan ne farkı var? Herkesin metâı aynı metâ! Para! Para! Para! Yanlamış yatıyoruz yurda! Ense göbek yerinde! Nefes ettirmemiz gerek, çabucak, kendimize, kuvvetli bir nefes! Heyhât! Nefes alacak hâl de kalmadı, nefesi kuvvetli birisi de.
Ömer Aksay Kimdir?
Birçok edebiyat dergisi çıkardı. İkindiyazıları dergisinin Mart 1993-Ekim 1944 arasındaki altı sayısını yönetti. Haziran 2006’da tek sayı yayımlanan Taşra’nın Dış Duvarı dergisini çıkardı. Gergedan, Yedi İklim, Derkenar, Kırklar, Akatalpa, Kitap-lık, Atlılar, Sincan İstasyonu, Ayraç, Türk Dili gibi pek çok dergide şiir ve yazılarıyla göründü. 2007 yılından beri Hece dergisinde şiirleri sürekli yayımlanmaktadır.
Yayımlanmış kitapları: Eski Bir Yalnızlık Dilinde, Sahte Siyah, Bahçe’nin Epik Sürgünü, Kaideyi Bozan İstisnalar.
Diğer Söyleşilerimiz
Ali Haydar Haksal
Dr. Şavaş Ş. Barkçin
Dr. Yunus Emre Özsaray
Dr. İbrahim Aksu
Prof. Dr. Ömer Türker
Lütfi Bergen