Muhammed Yazıcı: “Bugünün meselelerini bugünün idrakiyle ele almak zorundayız.”

Muhammed Yazıcı ile “Modern Dünya İlmihali” özelinde günümüz insanının sıkışıp kaldığı ve çıkış yolu bulamadığı konuları konuştuk. Doyurucu bir söyleşi sizleri bekliyor. (Adem Suvağcı)

***

Hocam, okurlarınız sizi “Modern Dünya İlmihali” adlı eseriniz ile tanıdı. Edebifikir okurları için kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

1985 doğumluyum, Bayburtluyum. Evliyim, iki çocuğum var. Babamın teşvikiyle, ilkokuldan sonra medrese okudum. Hafızlık eğitimi, İslâmî ilimler eğitimi akabinde 2008 yılında Daru’l İlim diye isimlendirdiğimiz kurumun teşekkülüne öncülük etmek nasip oldu. Burada kurmuş olduğumuz medresede dersler verdim. Daha sonra dokuz yıl boyunca bir dergi çıkarmak nasip oldu. 2015 yılında hazırlık sürecinin başladığı, e-medrese adında (https://www.emedrese.com.tr/) bir dijital platformumuz oldu. “İlim Evleri” adında bir proje gerçekleştirdik. İlim Evleri, lise öğrencilerine okul sonrası İslâmî ilimler eğitimi verebileceğimiz bir yerdi. Proje bir yerden sonra bitti. Aşağı yukarı, burası kurulduğundan beri, 16 yıldır tefsir, fıkıh, hadis, siyer, İslâm felsefesi, siyaset felsefesi dersleri veriyorum.

“Modern Dünya İlmihâli”nde farklı bir üslupla, daha doğrusu çağın diliyle ilmihal meselelerini akılda kalıcı konu başlıklarıyla okura aktarıyorsunuz. Bu bağlamda ilk önce şunu sormak istiyorum. Sizi bu eseri yazmaya iten saik neydi?

İlmihâl, adı üstünde bir terkipten oluşuyor, hâl ilmi. Aşağı yukarı 200 yıllık geçmişi var. Herkese lâzım olan ve her daim ihtiyaç olan bilgileri ihtiva eden bir metin. Bir insanın ticaret fıkhını bilmesi farz değildir, farz-ı kifâyedir. Fıkhın diğer dalları için de geçerli. Fıkhın içerisindeki muamelat bahsi herkes için bağlayıcı değildir. Cenazenin nasıl yıkanacağını bilmek herkesin bilmesi gereken bir şey değildir. Ama namaz, oruç, zekât ve hac gibi ibadetleri, herkesin belli bir seviyede bilmesi zorunludur. Mızraklı İlmihâli ilk ilmihâl örneğini temsil eder. İlmihâl, her evde herkesin bilmesinin gerekli olduğu bilgileri ihtiva eden bir metin olarak ortaya çıkıyor. Fakat bugün modern dünya diye bir şey var. İçinde bulunduğumuz dünya, insanla kutsalın arasına, akıl veyahut beşeri idrak gibi bir sürü şeyle ifade edilen fenomenleri soktu. Yani insanların, bundan 300 yıl önceki gibi dini yaşamak için gerekli olan bilgileri edinmesi yetmiyor artık. Mecburen o bilgilerin yanında neden bunları yapmaları gerektiğini de öğrenmeleri gerekiyor. Artık, “Neden namaz kılmak zorundayız, neden namaz kılmamız emrediliyor bize?” diye soruluyor. Bugün asgari bilgi dediğimiz şeyin formu değişti. Başka bir alanda, başka bir mantıkla, başka bir referansla bilgi vermek zorundasınız. Bugünkü gençler, “Allah bizi niye aç bırakıyor, aç kalınca Allah niye razı oluyor? Bu kadar bencil ve egoist, bu kadar kapitalist bir dünyada ben neden kazandığımı birine vermek zorundayım? Biz niye belli bir coğrafyaya gidip ziyaret etmemiz gerekiyor? Orada bir ulus devleti var  -çok değil, 100 yıllık bir geçmişleri var- bunun gelir kaynağını hac ve umre oluşturuyor. Biz bu hac ve umreye gitmek suretiyle bir ulus devleti zengin ediyoruz ve bizim üzerimizden edindiği ekonomiyle siyasi güç devşiriyor ve o siyasi güç de benim mensup olduğum ulus devlete hâkimiyet kuruyor. Bunun anlamı ne?” gibi sorular sormaya başladı. Bu tarz sorular, modern zamanlarda ortaya çıkmış sorular. Çünkü modern dünya ilk defa İtalya’da Rönesans ile çeşitli anlayışlarla ortaya çıkmış, sonra endüstri devrimi, teknolojinin gelişimi vs. İnsanoğlu varlığa, eşyaya ve tabiata hâkim olabilecek bir dil, bir diskur oluşturdu. Bu da insanın din ile ilişkisini yeniden gözden geçirmeye zorladı. Din nerede ortaya çıkar? İnsan genelde anlayamadığı, algılayamadığı, arka planını çözemediği şeylerde inancı devreye sokar. Artık yağmurun ne kadar yağabileceğini bile ölçüyor, doğa hadiselerinin karşısında kendini aciz hissetmiyor; tam aksine doğayla yarışacak bilimsel gelişmeler, keşifler elde ediyor, hızlanıyor icabında. O zaman buradan baktığımızda din, bilinmezlik dediğimiz alanı doldurduğuna göre, bilinmez alan gittikçe azalıyor. Modern zihin böyle kolay düşünüyor. Gençler de çok basit üretilmiş, çok yapay, belli başlı argümanlarla desteklenmiş prensiplerle çok rahat zihinlerini dönüştürebiliyorlar. Bu yüzden, bu anlayışla mücadele etmek gerek. Modern dünyanın ilmihâli, modern dünyanın sorunlarını, sorularını, bu günün idrakini dikkate alarak oluşturmayı hedefler. “Bugünün meselelerini bugünün idrakiyle ele almak zorundayız” düşüncesiyle ortaya çıktı.

Kitabınız üç bölümden oluşuyor. Birinci bölümde inanç esaslarına dayanan kavramlara değinmişsiniz: Salih amel, ihlas, tövbe, güzel ahlâk gibi. İkinci bölümde İslâm’ın şartlarını; üçüncü bölümde de güncel inanç meselelerine dair geniş bir yer ayırmışsınız. Sizce eseriniz moderniteyle beraber ortaya çıkan sorunlara bu konular üzerinden yeteri kadar cevap verebiliyor mu?

Modern Dünya İlmihâli’ndeki ilmihâl kelimesini bilerek kullandık. Çünkü ilmihâl, her Müslüman için gerekli olan en asgari bilgileri ihtiva eder. Dolayısıyla ilmihâl -adı üstünde-, muhtasar olmak zorundadır, çok sınırlıdır. Herkesin bilmesi gereken şeyler çok ayrıntılı, detaylı ve çok müdellel olamaz. Biz bu kitabı, insanlar en asgari düzeyde namazı, orucu, salih ameli, takvayı, tövbeyi bilsin diye tasarladık. Bu eser, normalde bir giriş kitabı. Modern Dünya İlmihâli kitabının içerisindeki her bölümü daha sonra ayrıntılı bir şekilde açmak niyetindeyim. Namazı bir kitapla, orucu ayrı bir kitapla açıklayacağımız bir seri hâlinde devam edecek inşallah. Hatta yavaş yavaş başladık. Sadece ilmihal değil, modern dünya fıkhı, modern dünya diplomasisi, modern dünya akaidi, modern dünyada siyer gibi bir modern dünya serisi olarak tasarladık. Bu eserde felsefi argümanlarla, derin analizlerle yoğurduğumuz bazı yerler vardı. Fakat daha sonra bunları çıkardık. İlmihâlde bunlar olmaz, ilmihâlde derin felsefî tahliller ve analizlerle yapılmış bir argümantasyon bilgiye ulaşmayı zorlaştırır. Okuyucuların daha rahat anlayabileceği, hayatın içinden örneklerle açıklanabileceği bir şeyler olsun dedik. Zaten ilmihâl kelimenin tam anlamıyla bir giriş anlamına gelir. İlmihâl sadece abdest veya namaz bahislerinin kapsandığı zannedilir ama Ömer Nasuhi Bilmen’in ilmihâlini incelediğimizde akaid, siyer, fıkıh, İslâmî ilimlere ait bilgiler vardır. Aslında bu İslâmî ilimlere giriştir, İslâm’a giriştir bir anlamda.

Cumhuriyet’le birlikte ülkemizdeki dinî algılayış farklı bir noktaya evrildi. Eğitim sistemimiz iyiden iyiye seküler bir programa bağlı bir şekilde ilerliyor. Dolayısıyla 1930-1940 senelerinden sonra dinin gerekliliği olan birçok bilgiyi, yani ilmihâli öğrenmekten uzaklaşan nesillerin yetiştiğini görüyoruz. Sizce, çoğunluğu Müslüman olan bir ülkede bu kadar ârızî meselelerin oluşmasının temel sebebi nedir?

Birincisi devlet eliyle tarih ve dine mesafe konulması. Hatta din ve tarihe devletin bir politika olarak düşmanlık besmelesi söz konusu. Din ve tarihi bilinçli olarak söylüyorum, çünkü bizim tarihimizle olan ilişkimiz dinden ayrı ele alınamaz, birbirinden kopartılamaz. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde sadece dine mesafeli davranmadı devlet ideolojisi, aynı zamanda tarihe de mesafeli davrandı. Osmanlı düşmanı, Selçuklu düşmanı hatta Türk düşmanı olan bir tarih anlayışı inşâ edildi. Çünkü Osmanlıyı ve genel olarak tarihi İslâm’dan ayırmak mümkün değil. Kurumlarıyla, kavramlarıyla, düşünme biçimiyle, akıl yürütme şekliyle, toplumsal yaşamın en ince ayrıntısına kadar hayat tarzıyla hep beraber hareket etmiştir. Devletin imkânları kullanılarak uygulanan dine ve tarihe olumsuz bakış açısı, proje olarak dinsiz ve tarihsiz bir nesil meydana getirdi. Yeni yetişen neslin dinle ilgili çok iyi niyetli olmayan sorularının kaynağı da bu. “Din zaten kötü bir şey; din geri kalmışlığın, bağnazlığın, gelişmemişliğin bir sebebi. Dinin tamamıyla gayesi, amacı bu zaten.” gibi düşüncelerle dine bakıldığı için dine olan ihtiyacı bastırıp her türlü dini tebliğ ve temasa bile büyük bir düşmanlıkla karşılık verdiler. Bu milli eğitim sayesinde gerçekleştirildi. Bunu da çağdaş bir yaşam için, muasır medeniyetler adına memleketin ilerlemesi ve gelişmesi adına yaptılar. Hâlbuki dininden, tarihinden kopmuş bir nesil, nesil değildir, millet olamaz. Bence bunun en temel sebebi budur.

Günümüzde dini meseleler konuşulduğunda ciddi bir bilgi birikimi ve doğru bir iletişimin olması gerektiği muhakkak. Sizce dini anlatan hocaların ya da vaizlerin iletişimi ve bilgi birikimi yeterli mi? Çağın dilini yakalamaları gerekiyor mu?

Çok muazzam bir soru, en güzel sorulardan biri. Artık bilmek yetmiyor. İletişim her şey. Dünyanın bilgisinde sahip olsan da eğer hedef kitleye ulaştıramıyorsan bir kıymeti kalmıyor. İlettiğin kadarsın. İletişimin dilini yakalayabilen her türlü söylem, üstünlük kurabiliyor. Dilin iletişimini yakalayamayan da ne kadar üstün olursa olsun yenilmek zorundadır. Kültür dediğimiz şey tamamen iletişimdir. O yüzden günümüz imamlarının, dini anlatmakla muvazzaf olan resmi/gayri resmi fark etmez, kendisini böyle vazifelendirmiş olarak gören kişilerin de temelde bilmesi gereken en önemli şey, bu bilgileri bugünün insanının idrakine nasıl ulaştırmaları gerektiğidir. Bir şeyi nasıl anlattığın, anlattığın şeyin mahiyetini de belirliyor. Bir misal vereyim: Bir programda namazdan bahsettim. Cemaatle kılınan namaz vaciptir, milletimiz buna çok önem vermiyor. Hâlbuki ferdi olarak kılınan namazın hükmü ruhsattır, azimet değil. Cemaat, namaz kılmanın bir parçası değildir, onun en temel unsurlarından biridir. Bunu denetimli serbestliğe benzettim. Denetimli serbestliği biliyoruz, karakola gider imza verir ve “ben buradayım” dersin. Belli bir sınırın dışına çıkamazsın, o saatte imza için orada olman lâzımdır. Biz de potansiyel kusurlu varlıklar olduğumuz için nefisle mâlûlüz, şeytan içimizde. Bu yüzden günün belli saatlerinde belli aralıklarla gidip tekmil vererek denetimin içinde olduğumuzu söylemek zorundayız dedim. Programdan sonra bir abimiz yanıma geldi. “Hocam” dedi, “Ben yıllardır namaz kılıyorum ama namazı şimdi anladım. Çünkü denetimli serbestlik yaşadım. O uygulama dışarıdan bakıldığında çok lütufmuş gibi geliyor, adamı hapishaneye atmıyorlar ama hapisten beter bir hâle sokuyorlar bazen. Belli aralıklarla günlük imzaya gittiğim oldu, haftalık, aylık… Arkadaşlarla bir yere gidemiyordum, şehirden dışarı çıkamadım. Gerçekten denetimli serbestlik, insanın suç işlemesine engel oluyordu.” dedi. Burada şunu anladık, “Şüphesiz ki, (şart ve rükunlarına, riâyet edilerek, huşu içerisinde, ihlâs ile kılınan) namaz (müslümanı, her türlü) hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” (Ankebût, 45) Namaz, insanı kötülükten uzaklaştırır. Düzenli, disiplinli namaz kılan bir insan kolay kolay bir kötülüğün alışkanlık şartları içerisinde kaybolmaz. Bu yüzden anlattığım denetimli serbestlik örneği hemen muhatabında kalıcı etki oluşturdu. Dil ve iletişim her şey. Bana göre iletişim bilgisi ve eğitimi alması gereken birinci sıradaki insanlar, dini temsil eden, tebliğ eden, dini anlatmakla görevli olan insanlardır.

Müslüman toplumunda dini bilgilerin öğrenilmesi ve dinin yaşanmasında da ilmihallerin ağırlığı, zaman zaman çok ciddi tartışmalara neden olabiliyor. Bu tartışmalar ışığında modern dünyanın modern ilmihale ne kadar ihtiyacı olabilir?

Bunlar çok güzel sorular! Bugün mesela üç yüz yıl önceki İslâmî ilimler talebesi ile aynı durumda değiliz. Fıkıh, hadis, tefsir, kelam ilimlerini bilmek ve bunları anlatabilmek günümüz için yeterli değil. Bunların yanında fizik, psikoloji bilmek zorundasın, sosyal psikoloji, kitle psikolojisi bilmek zorundasın, siyaset ve uluslararası ilişkileri dahi belli seviyede bilmek zorundasın. Eski dünyada ilim adamı olmak için bunları bilmek gerekmiyordu. Dolayısıyla bugün insanlar bahsetmiş olduğum alanlara, disiplinlere asgari düzeyde vâkıflar. Uluslararası ilişkileri dikkate almadan kâfir-Müslüman ayrımı yaparak bir hüküm vermeye kalkamaz. Biz, “Bir yanlışı gördüğünüzde elinizle düzeltiniz” hadisini nasıl anlayacağız? İçki satan dükkânları kapatacak mıyız hemen? Anayasal düzende yaşıyorsan bunu yapamazsın. Bunun için modern dünya ilmihâlinde iki şey var: hem ilmihâli bileceksin hem de modern dünyayı bileceksin. Modern dünyayı bilmeden yazılan ilmihaller, bu sebeple derde deva olmuyor. Son zamanlarda dinî referansla devlete meydan okuyanları görüyoruz. Devletin politikalarını dinî referansla ifade edip kitleleri hareketlendirmek de böyle bir şeyin sonucudur. Sorsak, neden yaptığını dâhi bilmez.

Vaizler, kıssacı hatipler her zaman vardı. Ama bunlar toplumun gidişatına yön veren insanlar değillerdi. Kanaatlere önderlik eden kişiler ilim adamlarıydı. Kıssacılar ise günlük dindarlığı zinde tutan, insanların dini duygularını motive eden, ayakta tutan insanlardı, böyle bir vazifeleri vardı. Bugün ise maalesef içler acısı bir durumdayız. Büyük kitlelerin kanaatlerine öncülük eden kişiler artık kıssacılar, kıssacı vaizler oldu. Bunların tek olayı kıssa anlatmak. Yersiz ve anlamsız olduğunu kastetmiyorum ama bir bakıyorsun aynı kıssacı Türkiye’nin dış ticaretiyle ilgili, uluslararası ilişkileriyle ilgili, ekonomisiyle ilgili çağrılarda, davetlerde bulunuyor ve bunu dinî referansla yaptığı için de kitleyi peşine takabiliyor. “Faizi yasakla, Allah haram kılmıştır.” deyip hükümete parmak sallayan insanlar, “ekonomiyi mahvettin, dolar çıktı, pahalılık var” diyorlar. Bir şey talep ediyorsanız sonuna kadar talep edin ama bu faizi düşürdüğümüzde ne olacak sonuçlarını düşünebiliyor musunuz? Londra borsasının, Hong Kong borsasının Türk ekonomisine olan etkisini biliyor musunuz? Çıkıp sadece “nass var bankaları kapat” diyorsunuz. Sana (kıssacı vaize) ve kitleye uyduğunda çok anormal sonuçlar ortaya çıkıyor, bu sefer de sonuçlardan sorumlu tutuyorsun. Bu yüzden modern dünyayı bilmeden ilmihâl adına konuşmak korkunç bir felakete götürür, geldiğimiz yer de budur.

Aklıyla kalbi arasında kalan günümüz gençlerine ne önerirsiniz?

Diniyle dünya arasında, bedeniyle ruh arasında, aklıyla kalbi arasında, idealleriyle gerçekleri arasında kalan genç… İnsan, aklın yolu ile aşkın yolu arasında çoğu zaman kalır. Ben şunu bilirim, insan iradesinin motoru, duygularıdır. Kalbi bir şeye yönelmeden aklı bir şeye yönelmez. Bir genç, aklıyla kalbi arasında kaldıysa, akleden bir kalp edinsin. Kalbini aklettirsin, duygularına bir mantık da karışsın. Şöyle demişimdir hep, insanın çalışmayı sevmemesi, sevmediği bir işte çalıştığını gösterir. Sevgi, insanın iradesinin motorudur, yani kalbin. Eğer bir işe, insanın aklı ve enerjisi yönelmiyorsa kalbi orada değildir. Ya yüreğini gittiğin yere götür ya da yüreğinin götürdüğü yere git. Bunun üçüncü bir şıkkı yok. Kalbine akledebilme ve aklına da hissedebilme vasfı kazandırması lâzım. Hissedebilen bir akıl, akledebilen bir kalp edinebilmesini öneririm. Bunların herhangi birinden tamamen soyutlanarak hareket edilmesi doğru olmaz. Aşk evliliği yoksa mantık evliliği mi diye soruyorlar. İkisi de büyük bir felaketle sonuçlanır. İkisinin birbirinden ayırt edilmediği, yani hem sevilen hem de mantıklı olan bir ilişki neden olmasın? Bizde sevgi ve kalbin ameli çok uç örneklerle gösterilmiştir: Keloğlan, kralın kızına âşıktır. Hiç mantıklı değil ama hikâyeler zaten uç örneklerle ifade edilir ki anlaşılır ve hatırda kalır olsun. Bu yüzden belli bir seviyede mantıklı ama kalbin de tatmin olduğu bir durum içerisinde olması gerekiyor.

Sizce ihtiyacımız olan vaz-ı cedid mi yoksa keşf-i kâdîm mi? Neden kendini görevli addeden birileri din hakkında yeni bir şeyler söyleme ihtiyacı duyuyorlar? Bu ihtiyaç hakikaten var mı yoksa bir yenilmişlik psikolojisi mi sözkonusu?

Yenilmişlik psikolojisi dediğimiz şey tam da yeniden uzak durmaktır. Yenilmişlik insanı “yeni”den kaçırır, korkutur. Her şeyi kompleksli görür. Mesela sana “Kör müsün?” desem kızmazsın ama gözün biraz şaşı olsaydı kızardın, alınırdın. Niye? Çünkü bu sözün sende bir gerçekliği var. Yenilmiş insana da “Biraz değişsek mi?” denildiğinde, bu onun için yenilmişliğiyle yüzleşme anlamına gelir. “Biz yenilmedik ki?” Bu uzun süre, 100-150 sene söylendi. “Asıl yeniliği, bilimi biz bulduk, dünyadaki bütün keşifler aslında bizde vardı. Bir türlü kabullenemiyorlardı.” İyi de arkadaş, içinde bulunduğumuz dünyaya bak. Bir buçuk milyar İslâm âlemi bir katliama dur diyemiyor. Demek ki yenildin. Ne diyordu Hz. Nuh (a.s) “Ben yenildim ya Rabbim” (Kamer, 10). Bakın bunu bir peygamber söylüyor. O halde sen de yenildiysen yenildin, kabul et bunu, komplekse girmene de gerek yok. Yenilgiden çıkmanın yolu yenilenmedir. Yeniden başlamadır. Çünkü yenilginin en temel sebeplerinden biri ve önemli itkisi kokuşmuşluktur, heyecansızlıktır. Gözenin kaynağından uzaklaşmaktır. Bir insan şu anda var olamaz. “Askıda akıl” diyor İbn Sina buna; bugün de “kavanozdaki beyin” olarak ifade ediyorlar. Yani şu an 30 yaşında birisi, 30 yıllık geçmişini bir kenara koyup da geleceğe yürüyemez. İnsan, geleceği, geçmişi keşfederek kurar. Bu yüzden keşf-i kâdim vaaz-ı cedidin şartıdır zaten. Keşf-i kâdîm olmadan vaaz-ı cedid olamaz, imkânsızdır. Zaten doğru bir keşf-i kâdîm vaaz-i cedide taşır, yenileyerek gelişmiştir. İslâm düşüncesinin alanları ve disiplinleri bugünlere böyle geldi. Dolayısıyla yenilmekten, yenilenmekten ve yenilikten korkmamak lâzım ama bunu ehli olan kişiler yapmalı. Bugün, üç beş kitap okuyup, “aslında bugüne kadar her şey yanlış anlatıldı, işin doğrusu bende” gibi laubalilikler insanları yıldırdı. Kur’ân bize yeter diyenler 30 ciltlik Kur’ân tefsiri yazarsa, bu ciddiyetsizlik, bu laubalilik insanları yıldırır: “Ya bi sus yeter artık, birisi de yeni bir şey söylemesin artık” noktasına getirir.

Neden bir trafik ilmihali hâlâ yazılmadı? Sigaraya karşı gösterilen tepki trafik kurallarına uymayanlara neden gösterilmiyor sizce?

Muazzam bir soru daha. Camide trafik kurallarıyla ilgili vaaz verdiğimde çok yadırganmıştım. Hâlbuki cuma vaazlarında iki ayda bir tekrar etmesi gereken konu bence. En fazla kul hakkına girilen, en büyük keşmekeşliğin ortaya çıktığı hatta artık cinayetle sonuçlanan kavgaların söz konusu olduğu bir durum. Trafik kuralları tam da dinin konusudur, tam da! Vaazda trafikten bahsettiğimde camiye girenler şaşırıyordu, bu hoca ne anlatıyor gibi bakıyorlardı. İş bu tam anlamıyla bir sekülerizmdir: “Ben sana iyiliği anlatayım ama iyiliğin ne olduğunu sen bileceksin, benim ihtiyacım yok çünkü.” Kimse ben kötüyüm demiyor ki. Vaiz, “kardeşler iyi insan olun” dediğinde “ya imam benden bahsediyor” diyoruz ama iyiliğin ne olduğunu anlattığında “benim dışımdakilere söylüyor” diyoruz.

İyiliğin ne olduğunu konuşmadığımız yerde bir şey konuşmuş olmayız, zaten herkes iyi, kötü yok ki! Yaşadığım bir olayı örnek vereyim: Vaaz verdiğim camiye 200-300 metre yakın bir sokak var. Tek şerit gidiş/geliş var ama trafik çok yoğundu. Trafik bazen duruyor ve biz de yer yer arabayı stop ediyorduk. Bizim bulunduğumuz şeritteki tıkanıklığın olduğu yere geldik. Adamın biri arabayı tek gidişlik şeritte park etmiş, arkasından gelenler onu geçmek için diğer şeride geçmek zorun kalıyor. Sorumsuzca, ahlâksızca bir park edişti yani. Tam bu arabanın yanından geçtik, bir baktım ki adam arabada oturuyor ve Kur’ân okuyor. Ben hayatımda bu kadar absürt şeyi çok az gördüm. Dedim, “Hacı abi, sen ne yapıyorsun? Şu arkadaki trafiğin, insanların hâline baksana! Kaç tane insana çile çektirdin. Maddi olarak da baktığımızda senin bu parkın yüzünden ne kadar litre yakıt boşa harcandı. İşin bir de bu yönü var yani. Bunun hesabını nasıl vereceksin, utanmıyor musun?” Bu olayı kürsüde anlattım. Vallahi haramdır, haram değilse bana haram nedir söylesin birisi. Bu çalmaktır, insana zulümdür. Bunun fıkıh kitabında yeri olmaz; arabayı şu şekilde park etmek mekruhtur diye bulabilir misiniz? Bir saatte geçtik o yolu, 200 metrelik mesafeyi. İşte trafik ilmihâli dediniz siz buna. Muazzam muazzam… Keşke böyle bir kitap yazılsa artık.

Modern hayatın içinde kendini kaybetmiş, pusula bulmakta zorlanan bir gence ilk tavsiyeniz ne olurdu?

İlk olarak âşık olmasını tavsiye ederdim. Korkmamasını, yaşamaktan korkmamasını, tecrübe etmesini tavsiye ederdim. Korkuyla yetişmiş biri, korkunun kontrolünden çıkamaz. Genç birinin -önünde bir yaşam var- telafi imkânı olduğu için hayatı bol bol tecrübe etmesini tavsiye ederdim. Evlilik yaşları artık 35-37’lere geldi. Öyle kötü ki bu durum, haliyle korkuyorlar. Herkesin hâli ortada… Bir de şunu söylemek istiyorum, korku korkaktır. Tecrübe telafi edilebilir, yeniden kurtarılabilir. Dolayısıyla genç kardeşlerime korkmamalarını ve tecrübe edinmelerini tavsiye ediyorum. Hayatlarının baharlarındalar, okumalarını, hayatı yaşamalarını tavsiye ediyorum.

İmam Gazzâlî hazretlerinin (k.s) eserlerini tercüme ettiniz. Şimdi de duyduğumuza göre İhyâu Ulûmi’d-Dîn’i tercümeye başlamışsınız. Peki, İmam Gazzâlî biz modern insanlara ne söyler?

İmam Gazzâlî hazretleri üstadımıza beni hayran bırakan, ne söylüyorsa bugünün insanına söylüyor olmasıdır. Ne diyorsa modern insana söylüyor, beni Gazzâlî hazretleriyle ilgilendiren şey bu. İmam Gazzâlî’nin bir metnini gösterin ki bu çağı örnek göstermesin. İşte el-Kıstasü’l-Müstakîm. Dönemin Bâtınî fırkasına yazılmış. Alın okuyun, bugünün insanına yazıldığını görebilirsiniz.

Ama birkaç maddede ne derdi dersek: Birincisi, bu kapitalist düzene isyan bayrağını açardı. İkincisi, ifşâ çağı diyebileceğimiz kadar görünür olmak, göstermek, hatta göze sokmak dediğimiz bu dönemi lanetlerdi. Üçüncüsü de riyakârlığa, -sosyal hayatın içerisindeki riyakârlıktan bahsetmiyorum- ibadetin yani dindarlığın bu kadar sunileşmesine, dindarlığın bu kadar derinlik kaybetmesine üzülürdü. Buna dair belki bir şeyler yazardı.

Teşekkür ediyoruz.

 

DİĞER YAZILAR

1 Yorum

  • Hilal Görgülü , 09/05/2024

    Muazzam BA YIL DIMMM. Çok teşekkür ederiz hem Adem Suvağcı’ya soruları ve bu söyleşi için hem de Muhammed Yazıcı hocaya kitabı ve muazzam cevapları için.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir