Celal Kuru, Edebifikir okurları için yazar Mehmet Sabri Genç‘le söyleşi yaptı.
***
Hocam, öncelikle ilk kitabınız Şey ve Tan’ın ithaf bölümü ile başlamak istiyorum. “Bana hep, ‘Kaleminden Peygamber tutsun’ diye dua eden anneme ve ben ömrümce yazayım diye ömrü boyunca susmuş olan babamın suskunluğuna…” diyerek giriş yapıyorsunuz. Anne ile baba hayatınızın neresinde?
Babam 1928 doğumluydu. Harf inkılâbı olduğu yıl dünyaya gelmiş. 2000 yılında da vefat etti. Sükûtu inanılmazdı. Çok az konuşurdu. Bir savaşçıydı. Sustuğu şeyleri hep merak ederdim. Normalde erkeklerin çok sık konuştuğu askerlik hatıralarından ya da siyasi meselelerden beriydi. Bir gün eve misafir gelmişti ve o kişi hararetli bir şekilde siyaset konuşuyordu. Babam, onun konuşmasını bitirmesini bekledi ve sonunda ona “Bak Nuri Efendi! İki şeyden hiç hazzetmem! Bir: askerlik hatıraları, iki: siyaset konuşmaları!” diyerek susturdu. Geriye Anadolu’da bir şey kalmıyordu aslında. Ama susuyordu. Demek ki sükûtunda bu mevzular dışında başka şeyler de vardı. Demek ki Anadolu’da başka şeyler de olmalıydı… Bir gün bir askerlik arkadaşından babamın Erzurum’da uzun yıllar askerlik yaptığını ve hatta Kore Savaşı’na dedemin ölümü üzerine memlekete gelmesinden ötürü katılamadığını öğrenmiştim. Yani aslında anlatacak çok şeyi vardı. Bize her şeyi susarak öğretti. Kendisi, ben henüz 17 yaşımdayken vefat ettiğinden sükûtundan fazla faydalanamadım. Ve o sükûtun peşine, kendisi öldükten birkaç ay sonra çantamı alıp memleketten çıktım. Tam 10 yıl sonra geri döndüm. Hâlâ o sükûtun peşindeyim. Hayatımın her yerinde o sükûtun sırrını arıyorum. Bu, ömrüm boyunca devam edecek. Yani ömrüm boyunca yazacağım. Bu benim yazgım… Anneme gelince, Anadolu’yu var eden tüm unsurları dimağında barındıran biri. Babamın ilk eşi beşinci çocuğunu dünyaya getirirken vefat edince, babam ikinci evliliğini annemle yapmış. Kendisi; bazen bir derviş, bazen bir bilge, bazen bir çilekeş… Bana hâlâ “Kaleminden peygâmber tutsun!” diye dua eder. 1942 doğumlu. İnanılmaz ıstıraplar yaşamış biri. Ama hiçbir zaman ıstıraplarını konuşmaz. Duruşuyla, yaşamın zorluklarına karşı gösterdiği direnciyle bana hep güç vermiştir. Dolayısıyla ben babamın sükûtunun ve annemin bilgeliğinin peşinden gitmeye çalışan aciz bir kulum. Biri savaşçı diğeri şefkat âbidesi. Felsefeyle hemhâl oluşum da belki bu yüzden. Felsefe biliyorsunuz bilgeliğin evladıdır. Hâsılı, ebeveynim hayatımda hep önümde yürür. Ben onlardan düşen ne varsa toplarım ve sonra onlarla tefekkürün buzlu dağına tırmanmaya çalışırım.
İkinci kitabınız Karekök Hayat büyük bir teveccüh gördü ve üçüncü baskısını yaptı. Bu ilgide annenizin duasına mazhar olunduğunun bir tezâhürünü ve babanızın suskunluğuna değdiğinin işaretlerini gördüm. Eserde yaşanmışlıklar anlatılıyor. Sizce, yazmak ile yaşamak eşdeğer midir? Şu hikâyeyi yazmasaydım, anlatmasaydım ömrüm boyunca içimde bir eksiklik hissederdim, dediğiniz oldu mu?
Ben bir şeyler yazmak için kendimi hâdiselerin ortasına sürüklemedim. Bir yolculuktu. Karşıma çıkanları gördüm, hissettim ve yazdım. Yani aslında hemen herkesin çevresinde ya da bizatihi kendisinde ne hikâyeler gizlidir. Bunu hissedebilmek ve çevrede olup bitenlere karşı hassas olabilmek çok önemli. Hulkum itibariyle hep hissettim. Bu benim illa arzuladığım bir şey değildi. Kitapta geçen insan hikâyelerinin hep ortasında buldum kendimi. Göksel bir tayindi bu. Tesadüf diye bir şeye hiç inanmam. Hayatımda hiç tesadüf olmadı. Tanıdığım her insanda kendimi bulmaya çalışırım. Bulduklarımı da hep başkalarıyla paylaşırım. Yazmadığım şeyler tabiî var ancak onları da bir gün yazacağım. Hâlâ yaşıyorum ve kendimi hep bir hikâyenin merkezinde bulmaktan alıkoyamıyorum. Bunu artık bir yazgı olarak kabul ediyorum. Bu yazgıya karşı çok direndiğim zamanlar oldu ve çok zor günler geçirdim. Artık bunu kabul ediyorum. Dolayısıyla yazgımla artık barışığım. Bahsettiğiniz kitap işte bu barışıklığın bir ürünü. Bu yüzden yazma eylemim ömrüm boyunca devam edecek. Kitapta geçen karakterlerin hayatta olanlarıyla hâlâ görüşüyorum. Örneğin Eva ve Siegmund ile hâlâ görüşürüm. Parmağımda Eva’nın bana hediye ettiği bir Tuareg yüzüğü taşırım. Yakında bu iki dostla Fas’a seyahat edeceğiz. Bu insanları tanımam Allah’ın bana bir lütfudur. Bu insanların hikâyeleri devam ediyor. Hikâyeler devam ettikçe, kitap da tamamlanmış sayılmaz.
Kitaptaki kahramanlarımız ilginç tipler ve bunlar içimizde dolaşan insanlar. Sâdık köpeği tarafından önce suratı yenilen Mayer ya da şehrin tıp fakültesine vücudunu kadavra olarak satan Robert gibi. İkisinin de sonu trajik bitiyor. Küçük Salzburg kenti ile büyük Avrupa’nın pür melâlini göstermişsiniz. Bu trajedinin bizim topraklarımızda da yaşanmaması için neler yapılması gerekiyor?
Bu trajedilerin aynısı ve hatta bazen âlâsı bu topraklarda da var artık. Bu hikâyelerin sadece “iki kere iki dört eder” mantığıyla okunması beni rahatsız ediyor açıkcası. Köpek yani “Kelb” bizim dimağımızda nefsi temsil eder. “Sûret”in ve diğer şeylerin neleri temsil ettiğini de okuyucu merak ederse bulur. Belki o zaman bu kitap kapılarını daha da açacaktır. Bu ülkede küreselleşmeye intibak sonrası hemen herkes birer kadavra adayı. Sadece emekli olabilmek için sigortası yatsın diye hiç para almadan çalışan yaşlı insanlar biliyorum. Bu durum, kitapta geçen ve henüz ölmeden bedenini kadavra olarak satan Robert’in durumundan farksızdır. Yani neler yapılması gerektiğini ben kitabımda aslında dolaylı olarak yazıyorum. İsmet Özel’in dediği gibi; “Eve dön! Şarkıya dön! Kalbine dön!” ama dönecek hâlimiz kalmadı sanki. Bu hâli tekrar kazanabilmek için evvela kendimize gelmeliyiz. Yenilen sûretimizi, kadavra olarak satılan bedenimizi geri almalıyız. Ama nasıl? İşte soru bu…
Otistik yalnızlığının çaresizliğinde kendi kaderini kendi elleri ile değiştirmeye çalışan Benjamin, onun kadar ilginç eşi ve bu evlilikten dünyaya gelen Joseph var. Sizin tabirinizle, insanın kaderini Deccal belleyip ona karşı Mehdiliğe soyunması, kaderini yırtarak dünyaya yama yapmak ne gibi tehlikeler arz eder? Ne kadar rıza, o kadar huzur mu?
Hayır, hiçbir şey yapmadan başımıza gelen her şeye razı olamayız. Kader çok çetrefilli bir mevzu. Allah bizlere akıl vermiş. Elimizden geleni yapacağız, sonrası tevekkül. Yeni dünyada beşerleştirilmiş insanlar kaderlerini de tüketiyor. İşte kaderimi ellerimle değiştireyim derken, ruhuna aykırı hareket edersen onu tüketmiş olursun. Çocuk ümidi temsil eder. Biliyorsunuz hikâyede Joseph’in ellerini feretler yiyordu. Dolayısıyla bu durumda ümidin elleri gider… Yeise düşersiniz. Bu da günahların en büyüklerindendir.
Muşlu Fesih’in hikâyesi de okuyanları çarpıyor âdeta. Leylâ’yı yanlış yerde aramak, Leylâ ile Juliet’i karıştırmak asrımızın hastalıklı hallerinden biri diyebiliriz. Gerçek hayattan çok sosyal medyada kullanılan, içi boşaltılmış soft bir “Aşk” kavramı var ve siz “Aşk kavramı bir hatadır.” diyorsunuz. Bize aşk-ı mecazî ve aşk-ı hakikîden biraz bahseder misiniz?
“Aşk” tanımlanamaz. Bir mahiyeti yani ne’liği vardır. Ama gerçekliği yoktur. İşte aşk-ı mecazî dediğiniz şey, “aşk” kavramının uniformlaştırılarak yani tek biçimli beşerî bir arzuya indirgenerek bir cesede, gerçekliğe büründürülmesidir. Bunun için, bu düzenin kurucuları nefslere hoş gelecek, hazları uyandıracak tipleri sunar medya aracılığıyla. İnsanlar mecazî olarak âşık olduklarını sanırlar. Aslında nefslerinin arzu ettiği bir şeydir. Bu yüzden onu sahiplenmek isterler, sevmek değil. Ancak hakîkâtte, dediğim gibi “aşk” tanımlanamaz. Her insan aşkı, yani bu duyguyu farklı yaşar. Bu sebeple, “aşk” kavramı bir hatadır. Bu Teoman Duralı hocamdan öğrendiğim bir şeydi. Eğer bu dünyada aşk-ı mecazî olan sizi aşk-ı hakikî’ye sevk etmiyorsa, o aşk dediğiniz şey fânidir, nefsîdir. Mevlânâ’nın deyimiyle “Akıl, aşkın şerhinde çamura batmış merkep gibi aciz kalır.” “Aşk” konusu insanoğlunun en fazla acze düştüğü konulardan biri ve bu yüzden olsa gerek aynı zamanda en fazla tüketilen ve istismar edilen konulardan biri.
Yazılarınızda edebiyatla felsefeyi harmanlıyorsunuz. Dramatize etmeden, estetik bir dille okura sunuyorsunuz ve yeni romanınızın tefrikaları Karabatak Dergisinde neşredilmeye devam ediyor. Edebiyatta derginin yeri neresidir?
Dediğim gibi, bilgeliğin peşinde koşmaya çalışan aciz bir kulum. İster istemez anlatılarıma bu hâl yansıyordur. Yaklaşık bir buçuk yıldır, dedemin babasından daha doğrusu dedemin dünyaya geliş tarihinden benim dünyaya geliş tarihime kadar olan hâdiseleri, transformasyonları yazmaya başladım. Dedem 1883 doğumlu, ben de 1983. Bu yüzyılı yazıyorum. Bu bir asırda dünyada neler oldu, buna paralel bu topraklarda neler oldu, daha da ötede bu bizim ailede ne gibi değişiklikler oldu, bunları yazmaya çalışıyorum. Bir buçuk yılda daha bu koca asrın ilk ayını dahi henüz bitiremedim. Yani çok uzun bir yolculuk olacak sanırım. Önceden bazı yazarların tefrikaları mecmualarda çıkarmış. Günümüzde bu artık yok sanırım. İşte bu yüzden Karabatak Dergisi’nde bu gelenek yeniden canlanmış oldu. Cemil Meriç dergiler için “tefekkürün hür kaleleri” der biliyorsunuz. İşte biz bu kalenin yıkık surlarını yeniden inşa etmeye çabalıyoruz. Dergilerin hizipleşmeden ve hizipleştirmeden hareket etmesi elzemdir. Edebiyatta hizipleşmek, dergilerin “hür kale olma” hüviyetini parçalar. Kadri, kıymeti samimice yazma eylemiyle uğraşan ve hak eden herkese göstermemiz gerekir.
Piyasada kötü yazar, kötü okur ve kötü kitap furyası var. Bu kitapların hiçbir dînî, edebî ya da felsefî değeri olmamasına rağmen yüz binler basıyor ve bunları okuyanlar bizim gençlerimiz. Bu pespayelikten nasıl kurtulabiliriz? Gençleri kıymetli eserlere nasıl yönlendirebiliriz?
Çok üzüldüğüm ve hassasiyetle üzerinde durduğum bir konu. Geçmişte Kültür Bakanlığı yapmış birinin, sosyal medyada bahsettiğiniz bu pespaye kitaplardan birini canla başla reklam ettiğini görünce tarifi zor bir üzüntü yaşamıştım. Ve sorunun ciddi olduğunu o zaman daha iyi kavramıştım. Bu toplum artık yaldızlı bir tüketim toplumu. Tüketim toplumu sadece çokca kıyafet ya da ev, araba alan bireylerin toplumu değil sadece. Tüketim toplumunda her şey tüketilmeye müsait hâle getirilir. Aşk da, bilgelik de, kitap da, okuma da, aile de, çocuk da, eğitim de… İnsanların dengesiyle oynadılar. Tornanın ağzı değişti. Tepetaklak oldu… Hakîki merakları olmayan birinden, hakîkâte ilgi göstermesini bekleyemeyiz. Tüm hızıyla eblehleştirilen, sadece boş meraklara yönelen bir toplum var. “Bu her yerde var!” diyerek işin içinden sıyrılmaksa, safsatanın ve ahlâksızlığın daniskasıdır. Bugün kapitalizmin başkenti New York’ta dahi inanılmaz değerli kitaplar basan yayınevleri var. Ve bu kitapların okuyucuları da var. Ben New York’a gitmezden evvel herkesin çılgınca alışveriş yaptığı, ebleh ebleh yürüdüğü, kaotik bir şehir bekliyordum. Ancak oraya gidince bütünüyle böyle bir şehir olmadığını, üniversite gibi belli kurumların ya da okuma gibi alışkanlıkların tüketim kültürünün etkilerine karşı az çok karantina altında olduğunu farkettim. Ancak İstanbul’a gittiğimde karantina altında bir şey göremiyorum. Lokal çabalar tabiî ki var. Düşünce namusuna sahip insanları desteklememiz gerekiyor. Onların gençlerin zihinlerindeki soyut tümörleri almaları için teşvik edilmeleri gerekiyor. Ancak bir yandan da milyonları tüm hızıyla aptallaştırmaya devam eden bir medya ve yeni yoz bir yaşam kültürü var. Bir dostumun deyimiyle biz önceliği yola, inşaata verdik. Ancak bu yolların ve inşaatların yapımı ertelenebilirdi. Ancak biz niteliğin, ahlâkın, aklın yeniden inşasını erteledik hatta varolanların temelini mahvettik. Aklın, adaletin, ahlâkın tesisi ertelenemeyecek derecede mühimdir. Hâsılı, salt yaşama yani beşeri düzleme hapsedilmiş bireyler yerine, hayata yani akletmeye, düşünmeye, ilme, irfana odaklamalıyız gençleri. Bununla uğraşmak da dediğim gibi çoğu zaman artık absürt bir hâl alıyor. Ben bir gün Hukuk Felsefesi dersimde öğrencilere şunu söylemiştim: “Dışarıyı sel götürüyor, ben size suyun kaldırma kuvvetinden bahsediyorum.” Her şeye rağmen, dışarıyı sel götürse de bahsetmeye devam edeceğim. İnsan olarak başka çarem yok. Yaşadığım şehir olan Gaziantep’te şu ânda dört üniversite var. “Peki kaç kitapçı var?” diye soracak olursanız, neredeyse hiç yok diyebilirim. Birkaç kırtasiye-kitap mağazası var. Bir iki tane de küçücük, sadece belirli kitaplar satan mağazalar var. Yani olması gerektiği gibi adam akıllı bir kitapçı henüz yok. Ama binlerce emlakçı var… On binlerce inşaat var… Bu dehşet bir durumdur.
Ş. Teoman Duralı hoca ile yaptığınız söyleşiden mülhem, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu, İsmet Özel’i okumak da bizi artık heyecanlandırmıyor. Okuduğumuz cümleler beynimizde bir dinamit etkisi yapmıyor. Müthiş bir dünyevîleşme var ve “Bu gidiş nereye?” sorusunu sormadan edemiyoruz. Bu gidiş nereye?
Bu saydığınız isimlerin hiçbirinin sözü işitilmedi. Sözleri sadece tüketildi. Bir noktaya kadar bizler hâlâ ümitliydik. Daha Kemal Tahir’i, Cemil Meriç’i, Sezai Karakoç’u, Nurettin Topçu’yu, Teoman Duralı’yı, İsmail Kara’yı, İsmet Özel’i ve daha birçok mütefekkirimizin uyarılarını dikkate alacak ve yeniden birşeyler inşa edecektik… Ancak böyle olmadı… Ne yazık ki olmadı… Artık mesela rahmetli Cemil Meriç’i okumak bize ümit vermiyor. Çünkü, onun dediklerini ya da uyarılarını dikkate alacak zemin artık yok. Ya da Sayın Teoman Duralı hocamızın sadece “Çağdaş Küresel Medeniyet” ya da “Sorun Nedir?” adlı kitaplarına devlet nezdinde iltifat edilseydi, şu ânda birçok sıkıntıdan belki de beri olurduk. Eğer Almanya Immanuel Kant’ın marifetine iltifat etmeseydi, böyle olmazdı. Bırakın Almanya’yı, Kant’ın düşüncelerine iltifat edilmeseydi, Avrupa Birliği olmazdı. Yani bahsettiğimiz mütefekkirlerimiz hastalığımıza derman olabilecek ilaçları yazmışlardı. Biz ne yaptık? O ilaçları içmiş gibi yapmışız. Bakın yaptık demiyorum, “yapmışız” diyorum. Acilen, bir ân evvel aklımızı başımıza toplamamız gerekiyor. Ve ondan da acil olan şu: Mârifet ve liyakat sahiplerine iltifat edilmeli ve onlara yetkiler verilmelidir. Malûmatfûrûş yani gündelik bilgilerle uğraşan kişilerin düşüncelerine devlet ve toplum nezdinde iltifat edilmemelidir. Bu gidişin sonu karanlıktır… Girdiğimiz tünelin sonunda gözüken yalancı ışık da, -kitabımda alıntılamış olduğum vecizeye binaen- karşıdan gelen trenin ışığı olabilir. Ancak her şeye rağmen ben münbit insanlarımızın hâlâ çok olduğuna ve bir şeyleri değiştirebileceğine inanıyorum. Ben Soma’daki maden faciasında ölüme yaklaşmışken; “Mahmut Abi’yi kurtarın, onun karısı hamile! Ben bekârım!” diyen adamın ülkesindenim. Madeni başlarına yıkanların değil!
Son olarak gençlerimiz okuduğunda onları sarsacak, üzerindeki ölü toprağı silkeleyecek ve hayatlarına yön verecek beş eser önerir misiniz?
Allah onların hakîkî meraklarını hayretle taçlandırsın. Size, okumaya başladıklarında onları sarsacak beş eser söyleyebilirim:
1) Kendi 2) Hayat 3) Tabiat 4) İnsan 5) Ölüm
Bunları okumayı öğrenirlerse, onları hayrete ulaştıracak bütün sözler, kelamlar birleşir. Yani ilmin sonsuzluğunda merak etmeyi öğrenirlerse, onları ne sarsacaksa karşılarına zaten o çıkacaktır. Bundan emin olabilirler. Hâsılı böyle bir yola girerlerse, onları sarsacak yazılı kitapların sınırı olmaz. Bu sebeple bunları sınırlayarak arz etmem, sınırın dışında kalanlara zulüm olur.
Söyleşi için çok teşekkür ediyoruz.
Ben teşekkür ederim.
Mehmet Sabri Genç
Mehmet Sabri Genç, 1983 yılında 16 kardeşin (altısı vefat etmiştir) sonuncusu olarak Gaziantep’te dünyaya geldi. İlk ve ortaöğrenimini Gaziantep’te tamamladı. Bir süre İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Bölümü İngilizce Departmanı’nda ve Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde öğrenim gördü. Buradaki öğrenimini yarıda bırakarak, eğitimini yurtdışında sürdürmeye karar verdi. Avusturya Salzburg Paris-Lodron Üniversitesi Kültür ve İnsan Bilimleri Fakültesi’nde lisans ve yüksek lisans talebesi olarak Analitik Felsefe öğrenimi gördü (2004–2009). Peter M. Simons, Dale Jacquette, Paul Weingartner gibi mühim filozofların derslerine katıldı. Felsefenin yanı sıra Alman Dili ve Edebiyatı, Deneysel ve Sosyal Psikoloji, Sosyal Ontoloji gibi alanlarla da ilgilendi. Alman Edebiyatı’ndan bazı çeviriler yaptı. Yüksek lisans tezini, psikoloji felsefesi çerçevesinde, “Franz Brentano’da Yönelmişlik Teorisi“ [Theorie der Intentionalität bei Brentano] başlığıyla yazdı. Sosyal felsefede irade serbestliği [libertas voluntatis] sorununu irdeleyen ‘Aptal Puma Sendromu’ teorisinin müellifidir. Çevirileri, güncel yorumları, yazıları, makaleleri yurt içi ve yurt dışında çeşitli mecmua ve gazetelerde yayınlanmış olup; “Şey ve Tan“ (1. Baskı 2008, 2. Baskı 2014), “Karekök Hayat” (1. ve 2. Baskı 2014, 3. Baskı 2015) adlı iki telif kitabı, bunun yanı sıra “Sorun Çağı ve Anatomisi / Çağımızın Felsefece Teşrihi“ (1. Baskı 2009, 2. Baskı 2011, 3. Baskı 2015), “Deniz ve Kâşiflik“ (1. Baskı 2011) isimlerini taşıyan neşredilmiş iki derleme kitabı vardır. Uluslararası Franz Brentano Topluluğu, Salzburg Felsefe Topluluğu, Viyana Kültürlerarası Felsefe Topluluğu üyesidir. 2012 yılında bir süreliğine Amerika’ya giderek Harvard, Princeton, MIT (Massachusetts Institute of Technology), George Town ve Teksas Arlington Üniversitelerinde bir dizi konferanslara ve çalıştaylara katıldı. Viyana Üniversitesi Felsefe Bölümü’nde, Prof. Dr. Franz Martin Wimmer’in danışmanlığında “İbn Haldun’un Asabiye Teorisi ve Kitlesel Yönelmişlik / Kitlesel Yönelmişlik Teorisi, Asabiye’nin Evrimi mi?” başlıklı doktora tezi çalışmalarını yürütmektedir. En büyük ideali, memleketi olan Gaziantep’te felsefî bir kültürün oluşturulması ve yaygınlaşması olan Mehmet Sabri Genç, yurda dönerek Gaziantep Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nün kuruluş ve oluşum sürecini başlatmış olup Öğretim Görevlisi olarak görevine devam etmektedir. Bugüne kadar Gaziantep Üniversitesi’nin çeşitli fakültelerinde; Kültür Felsefesi, Siyaset Felsefesi, Bilim Felsefesi, Klâsik Mantık, Sembolik Mantık, İletişim Felsefesi, Hukuk Felsefesi, Hukuk Sosyolojisi, Etik, Felsefeye Giriş, Felsefe Tarihi, Estetik ve Psikolojiye Giriş derslerini vermiştir. Gaziantep Üniversitesi’nde çeşitli fakültelerde derslere girmeye devam eden Mehmet Sabri Genç Gaziantep’te yaşamaktadır.
5 Yorum