Mehmet Lütfi Arslan: “Kalbimiz en büyük imkânımız ve en büyük imtihanımızdır.”

Prof. Dr. Mehmet Lütfi Arslan ile insanı merkeze alan güzel bir söyleşi gerçekleştirdik. “Dünyaya uyum sağlamaya değil uyumu sağlamaya geldik” diyen hocamızın sesine kulak vermeliyiz. İlgiyle okuyacağınız bir söyleşi sizleri bekliyor.

***

Çok yönlü ve farklı ilgileri olan birisiniz. Kitaplar, makaleler ve akademik unvanların yanında Mehmet Lütfi Arslan’ı bizlere tanıtabilir misiniz? 

Tanıtacak ve tanınacak bir şahsım değil, derdim olsun diye çabaladım. Arkamdan da bir derdi vardı desinler isterim. O dert, en başta kendisi olmak üzere şu soruyu hakkıyla cevaplama derdidir: Neden bu kadar insan içerisinde artı birsin? Çok özel bir soru. Herkes kadar özel, o yüzden cevabı herkes kadar özel olmalı. Sorunun dert boyutu, cevabı herkesin kendisinin bulup, yolunu kendisinin çizmesi zorunluluğundan kaynaklanıyor. Kimsenin cevabını kendi yerine veremezsiniz. Sadece kendi cevabınızı bulup ilham olmak gibi bir imkânınız var. Merhametin en yüce insanlık ufku olduğu bir dünyada yücelenin merhameti artacaksa en büyük merhamet insana hususi var oluş gayesini fark ettirmektir. Niye artı bir olduğunu işiten bir öğrenci “Peki siz niye artı birsiniz?” diye karşı bir soru yöneltmişti. “Bu soruyu sorayım diye geldim ben.” diye cevaplamıştım. Cesurca ama böyle tanınmak ve bilinmek ne güzel olurdu. Dolayısıyla bu soru çerçevesinde okumak, yazmak ve konuşmak fiillerini amel-i sâlih yapmaya çalışıyor, Rabbimiz tevfikini refik yapsın diye dua ediyorum.

İnsanlığın önündeki en büyük sorun sizce nedir? İnsan kendi sonunu hazırlıyor olabilir mi?

En büyük sorun, varlıklar hiyerarşisi içerisinde yerini bilememektir. Diğer sorunlar gelir, geçer. En büyük darbeyi en yüce ufuktan en sefil derekeye düşerek yedik. Bundan daha büyük bir sorun olamaz. Yeryüzüne inerek dibe vurduk. Nasıl olacak, tekrar yukarıya çıkacağız? Fabrika ayarımız hüsrandır. Sarp yokuşu aşmadan, esas kıymetimizi bulmamız mümkün olmayacak. Yol zorlu, yol kesiciler var. Varlık gayesini bizim başaramamamız üzerine kurmuş saptırıcılar var. Çok acıdır ki bunların çoğumuz hakkında amaçlarına ulaşacakları da haber veriliyor. Bize, son biçen çok düşman var. Tek çaremiz kendi sonunu hazırlamaktır. Bunun yolu takvadan geçiyor. Takva varlıklar hiyerarşisi içerisindeki yerini bilip hayatı ona göre yaşamak demektir. En güzel son takva ile yaşayanlarındır.

Kapitalizm o kadar güçlü ki, en devrimcisinden, kendini dindar olarak görenine kadar herkesi ele geçirebiliyor. Sizce bunun sebebi nedir?

Vakıaya istinat ediyor. İnsanda egoizm esastır. Biz de böyle inanırız, kapitalizm de… Kapitalizm, “böyleyse…” diye uyum öneriyor, biz ise “böyledir, ama…” diye farklı bir uyuma işaret ediyoruz. Dünyaya uyum sağlamaya değil uyumu sağlamaya geldik. Vakıayı tespit bize yetmez, değiştirmek vazifemizdir. İnancının değişim teklifini taşıyamayanlar, kendi inançları ile değişmeyi başaramayanlardır. Kendisi ile dirilemediğimizi bir başkasına teklif edemeyiz. Ele geçirilenler, ya kendi inançlarının müminleri olamamışlardır ya da vakıaya istinat noktasında kapitalizmden daha iyisini geliştirememişlerdir. Bizim değerlerimiz, vakıaya istinat noktasında en gerçekçi önerileri sunan değerlerdir. Bu yine de ele geçirilmeyi engellemeyebilir, çünkü kapitalizm rüyasından uyananı avlar. Rüyasına uyananlara ise yapabileceği bir şey yoktur. O yüzden rüya görmekten başka çaremiz yok. Rüya görmek, aşkınlığı, diğerkâmlığı ve fedakârlığı bir hayat tarzı haline getirmektir. Herkesin “ben” diyerek yaşadığı bir dünyada bu “sen” diyebilmektir. Ben demek yol açar ama yolda mesafe alanlar “sen” diyenlerdir.

Başka bir dünya mümkün mü?

İmkânın ne olduğunu söyleyene göre bu sorunun cevabı değişebilir. Kendi cevabım kalbimizin en büyük imkânımız olduğu şeklindedir. Kalbimiz en büyük imtihanımızdır da… Ya onu ilk teslim aldığımız gibi arı ve duru bir şekilde sahibine teslim edeceğiz ya da lekeleterek ve belki de mühürleterek zâyi edeceğiz. Arı ve duru bir kalbe terfi etmek için kalbin hayatını hayatımızın merkezine oturtmamız gerekiyor. Bunu yapabilene başka bir dünya mümkündür. Yapamayan, zaten dünya olmuştur.

İstanbul Medeniyet Üniversitesi, İşletme Bölümünde, Yönetim ve Organizasyon Anabilim Dalı öğretim üyesi görevinizi düşünerek soruyorum, insanın kendini yönetmesi neden bu kadar zor? Kendini yönetmeyi, kendini bilmek olarak da görebilir miyiz?

İnsanın kendini yönetmesi zor bir iştir, çünkü zaten iş bundan başkası değildir. Kendisini yönetebilen her şeyi yönetebilir. İş kendini yönetmek olunca insan dönüp kendisi ile ilgili bir durum tespiti yapmak zorunda kalıyor. O durum tespiti işte ortaya bir muamma çıkarıyor, çünkü insanın kendisine ait bir bilanço çıkarabilmesi, varlıklarını ve sorumluluklarını bir T cetveline olduğu gibi yazabilmesi kolay değil. Bunu yapabilenin kendisini yönetmek için ilk adımı attığını farz edebiliriz. Ama bu asla kendini bilmek değildir. Kendini bilmek, o T cetvelinin hep sıfır çıkan dengesini muhafaza ederek esas varlığın kime ait olduğunu idrak etmektir. Kendini yönetip çok kar eden ya da hep zarar çıkaran vardır ama bunların kendini bildiklerini söyleyemeyiz. Kendini bilmek varlığının sorumluluğu karşısında sıfır yani hiç olduğunu keşfetmektir. Hiç olduğunu keşfedenin önündeki bir diğer engel, bu keşiften de geçebilmektir. Hâsılı iş kendini bilmekte değil, kendinden geçmektedir.

Ekonomi her şey midir? Yoksa şeylerden bir şey midir? Cevabınız “evet” ise, neden insanlığın genel olarak yaşantısına baktığımızda bu soruya “hayır” cevabını verdiğini görüyoruz?

Ekonomi her şeydir dersek dile de vicdana da haksızlık etmiş oluruz. Ama şeylerden bir şey dersek de ekonomiye haksızlık ederiz. Ekonomi en temel şeydir. Bunu bize Kureyş Suresi söyler. Kureyş’i bir araya getirip anlaştıran, onları ticaret yapmak üzere kış ve yaz yolculuğuna alıştıran, başkalarıyla ısındırıp yakınlaştıran, bunu yaptığı için de bu insanlardan Beyt’in Rabbine yani kendisine kulluk etmelerini bekleyen Rabbimiz, surenin sonunda bize toplum hayatının iki temel hedefini söyler: refah ve güvenlik. Dolayısıyla bunlar için yaşıyor, Rabbimize kulluğumuzu da bunlar sayesinde başarabiliyoruz. Kim bunları temin konusunda galebe çalarsa kendi hayatını ve inanışını da başkalarına model kılacaktır. O yüzden ne yapıp edip refah ve güvenlik konusunda eşsiz ve benzersiz modeller üretebilecek bir hayat tarzımızın olduğunu herkese ispat etmek zorundayız. Diğer türlü ne arzın vârisliğini üstlenebilir ne de müfsitlerin ifsadına engel olabiliriz. Gazze özelinde yaşananlar bunun çok acı ve açık bir örneğidir. Peki, böyle bir hayat tarzımız var mı cidden? Sünnet varsa o da vardır.

2006 yılında yayın hayatına başlayan Genç Dergisi’nin kuruculuğunu yapıp, beş sene bu derginin genel yayın yönetmenliğini yürüttünüz. Bu beş yıl size neler öğretti? Gençlik bulaşıcı mıdır?

Gençlik bir ruh halidir. Yaptıkları ile yaşayan ihtiyar, yapacakları ile yaşayan gençtir. Gençlere dokunmak, onların ruhunda kopan çığlıkla buluşmakla mümkündür. O çığlıkla buluşanın sözü diridir. Bu yüzden gençlik, sözümüzü ve sesimizin diriliğini test edebileceğimiz en hayati alandır. Sözünü her tarafa ve her yüreğe ulaştırmak isteyen önce gençlere ulaşmalıdır. Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ilk defa ortaya çıktığında O’na ilk inananlar gençlerdi. Kutlu çağrı önce gençleri cezbettiyse bugün Allah Rasûlü’nün sözünü temsil etme iddiasında bulunanların sözleri önce gençleri cezbetmelidir. Gençlerin duymadığı sözü kimse duymaz. İslam, doğuşu ve mahiyeti itibarıyla bir gençlik hareketidir; hep öyle olmuş, hep de öyle kalacaktır. İslam hep diriltmiştir, çünkü kendisi bizatihi diri ve gençtir. Dolayısıyla insanlara ulaşmak istiyorum diyen önce gençlere ulaşmalıdır.

Ekonominin ve kapitalizmin babası olarak anılan İskoç ekonomist, ahlak filozofu, politik ekonominin öncüsü Adam Smith sizce iyi bir adam mı? Nedense hiç tekin durmuyor? Adam Smith sevmeme hakkımız var mı?

Zahire göre hükmedeceksek Adam Smith’i sevme hakkımız yok. Ama şöyle bir hak teslim etme mecburiyetimiz var. Bu İskoç ahlakçının insanın bencilliğinin esas oluşu, çıkarların ortak iyiyi tevellüt ettiği ve bunu da görünmeyen bir elin koordine ettiği gibi ilkeleri kevni ayetlere bakarak çıkarışı bize ibret olsun. Tabiatta içkin kurallar gibi sosyal hayatta da içkin kurallar da var. Ama bu kuralları varlık mertebelerini gözetmeden okumaya kalkarsanız işte sizin görünmeyen elinizi alırlar önce görünen el yaparlar, sonra da dijital ele dönüştürüp insanın insana kulluğuna giden yolu tahkim ederler. Niyetsiz ve besmelesiz yani “bismi rabbikellezi halak”sız okumalar bizi en fazla Adam Smith yapar. Onun da zaten akıbeti ortada: Ahlakçı adamı kapitalizmin babası diye takdis ediyorlar.

Son olarak çağımızın yani modernizmin sizce virüsleri nelerdir? Kendini mikroplardan korumakta zorlanan gençlere neler tavsiye edersiniz bu bağlamda?

Zamanın en büyük derdi dertsizliktir. Genellemeler tehlikelidir ama gençlerin bir kaygıları, hayata dair beklentileri, ulaşmak ya da aşmak istedikleri bir hedefleri maalesef yok. Varsa da bunların esas tutulması gereken yolla fazla alakası yok. Çünkü bütün beslenme kaynaklarını popüler kültür dediğimiz o melun düşman teslim almış durumda. Gençlerin elleri, gözleri, zihinleri ve kalpleri bu düşmanın işgali altında. Daha acısı düşmanı düşman olarak gören de yok. Tam tersi gençlerin büyük bir kesimi gardiyanına âşık mahkûmları oynuyor. İtibar edilmeyecek insanların güdümündeki popüler kültür endüstrisinin verdiğinden bir hayır geleceğini umamayız, çünkü köksüz, ruhsuz ve tamamen piyasanın ihtiyaçlarına göre şekillenmiş bir yapıdır bu. Bir tür fast-food’tur; tokluk vermekte ama beslememektedir, tam tersi bozmakta, amorf yapılar üretmektedir. Zihnin ve kalbin fast-food’u bir muhteva ile beslenen gençlerin dönüşecekleri karakter tipi bir tür zombiden başka bir şey değildir. Zombi yaşayan ölü demek. Popüler kültür, kendisi ile beslenenleri kendisini üreten ve yönetenler gibi kalbi ölülere dönüştürüyor. Hızı ve yoğunluğu en büyük silahı; üzerimize bomba gibi yağan haber ve enformasyon, esas haberi ıskalamamız için… Ortada o kadar çok ses, o kadar fazla malumat var ki… Hangisi göklerden haber veren sestir, hangisi ebedi kurtuluşa götüren haberdir, bunu gençler nasıl bilecekler? Bu kadar sesin ve haberin arasından esas habercinin sesini duymak, onun sonsuz kurtuluşa götürecek haberini almak neredeyse imkânsızlaşmış. Kaldı ki kulaklar ve zihinler bir müddet sonra aşina olduğu seslerden ötekisine kapanıyor, bunu da biliyoruz. Herkes parmak ucuna dikkat etsin. Rabbimiz “benaha” diyerek parmak uçlarını bir araya toplamaya muktedir olduğunu ifade ediyor. Her şeye parmak ucu ile erişildiği bir dünyada bu uyarı ne kadar ibretlik… Başka söze gerek var mı?

 

Söyleşen: Sulhi Ceylan

 

DİĞER YAZILAR

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir