
Yazarımız Davut Bayraklı ve Mehmet Erikli, Dr. Murat Aydoğdu ile son Osmanlı Hükümeti’ni konuştu.
***
Son Osmanlı Hükümeti’nin göreve geliş süreci nasıl gelişti?
Burada dikkat çeken husus, İstanbul’da itilaf kuvvetleri ile işbirliğini en uç noktaya götürmüş olan ve Sevr Antlaşması’nı imzalamış olan Damat Ferit Paşa hükümetinin görevi bırakıp yerine Tevfik Paşa hükümetinin nasıl gelmiş olduğu sorusu önemli bir soru. Neden itilaf devletleri kendileri ile işbirliği yapmaya bu kadar hazır bir sadrazamı, görevi bırakması için çalıştılar ve Tevfik Paşa gibi ne yapacağı belli olmayan (Sevr antlaşmasının onaylanması hususunda) bir ismi göreve getirdiler? Burada göreve getirdiler derken, gerçekten İngilizler mi getirdi, Fransızlar mı getirdi? Buradaki, itilaf kuvvetlerinin rolü nedir, sorusunun cevabı olarak şunu söyleyebiliriz: Özellikle son hükümetin göreve gelmesi hususunda evet, itilaf devletlerinin çok büyük bir etkisi vardır. Diğer hükümetlerin göreve gelmesi hususunda, yani ne derece etkin oldukları konusu tartışılır; ama özellikle son hükümetin gelmesinde bu etkiyi açıklıkla görüyoruz. Burada problem şuradan kaynaklanıyordu: Evet, Damat Ferit Paşa Sevr Antlaşmasını imzalamıştı. Sevr Antlaşmasının onaylanıp uygulanması yolunda da itilaf kuvvetlerine ümit veriyordu. Ancak bu antlaşma onaylanıp yürürlüğe girmiş olsa bile, fiilen uygulanma noktasında bir problem vardı; o da Anadolu’daki direniş. Dolayısıyla bu direnişin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Daha önce, Damat Ferit Paşa gerek ilk sadareti döneminde, gerek mütareke döneminde, bunu silah yoluyla yapmayı denemişti. Anadolu’da birtakım isyanlar çıkartıp Kuvay-ı Milliye’ye karşı, Kuvay-ı İnzibatiye adı altında düzenli bir ordu kurulup, Anadolu’ya gönderilmiş ve Kuvay-ı Milliye’nin zapt-u rapt altına alınması programı üzerinde durulmuştu. Ama bu başarısız oldu. Dolayısıyla itilaf devletleri artık yeniden böyle bir maceraya girmek istemiyorlardı. Yani Damat Ferit Paşa’ya bu hususta güvenmiyorlardı. Eğer bu antlaşma silah zoruyla kabul ettirilecekse, bunu yapabilecek elde mevcut zaten üç tane odak vardı:
- Anadolu’daki Yunan ordusu
- Bizzat itilaf devletlerinin burada operasyon yapması
- İstanbul Hükümetinin bunu yapması
İstanbul Hükümetine güvenmediklerini söyledik. Kendileri ise kesinlikle böyle bir operasyon yapmaya niyetli değillerdi, çünkü onların kendi kamuoyunda artık savaş sona ermişti. Psikolojik açıdan savaşı tekrar ısıtıp insanların önüne sürmeleri mümkün değildi. Ve zaten savaştan hemen sonra kendi kamuoylarındaki baskı sebebiyle de Türkiye’deki askerlerini azaltmaya başlamışlardı. Yunanlılara gelince; Yunanlıların böyle bir görevin tek başına üstesinden gelip gelemeyeceği bir soru işaretiydi. Ayrıca bunun üstesinden gelecek olsa bile, bu, Sevr Antlaşması’nda Yunanistan’ın kazanımlarını arttırabilecek bir durum doğuracaktı. Onun için de metnin tekrar ele alınması gerekecekti ve bu bir takım zorluklar barındırıyordu. Nihayetinde olan şu; itilaf yüksek komiserleri Ankara’nın, daha önce Ali Rıza Paşa hükümeti döneminde olduğu gibi ikna edilmek suretiyle, zapt-u rabt altına alınması gerektiğine karar verdiler. Ve bunu Damat Ferit Paşa’ya bildirdiler. Bu durumun Damat Ferit Paşa’ya bildirdirilmesinden itibaren de Damat Ferit Paşa’daki dönüşüm ve değişim başladı. Bu plandan hiç hoşlanmadı. Çünkü daha üç dört ay önce itilaf devletleri Damat Ferit Paşa’yı Kuvay-ı Milliye’ye karşı bir savaş başlatması için teşvik etmişlerdi ve o da bunu yapmıştı. İstanbul Hükümeti, Anadolu’daki direnişçilerin reislerini hain ilan edip idama mahkûm etmişti. Buna karşılık Ankara hükümeti de Damat Ferit Paşa başta olmak üzere İstanbul’daki bazı isimlere aynı muameleyi yapmıştı. Yani kanlı bıçaklı olmuşlardı. Şimdi tutup da İtilaf Yüksek Komiserlerinin Damat Ferit Paşa’ya bütün bunları unut onlarla uzlaş demesi, Damat Ferit Paşa’nın moralini yerle bir etti. Çünkü Damat Ferit Paşa şunu anladı: Kendisi için düşündüğü konum aslında, itilaf devletlerinin zihninde yoktu. Peki neydi kendisi için düşündüğü konum? Türkiye’yi bu büyük badireden çıkaracak, özellikle İngilizlerle yakın ilişki kurup İngilizlerin desteğiyle Osmanlı’yı belki ileride yeniden ayağa kaldırabilecek bir tarihsel figür olarak görüyordu kendisini. Ancak bu durum ortaya çıkınca, Damat Ferit Paşa, tabir yerindeyse İngilizlerin de Fransızların da kendisini bir kullan-at, şeklinde gördüklerini anlamış oldu. Dolayısıyla da bu uzlaşma fikrine yanaşmadı. Bu fikre aslında Sultan Vahdettin de yanaşmıyordu. Ve böylece Damat Ferit Paşa işi yokuşa sürmeye başladı. Ancak, yüksek komiserler ısrarcıydı bu konuda. Ve bu noktada şöyle bir durum ortaya çıktı aslında: Bir noktadan sonra Damat Ferit Paşa’nın Sevr Antlaşması’nı onaylama konusundaki tavrının da değiştiğini gördüler. Damat Ferit Paşa’ya antlaşmayı onaylaması yönündeki telkinleri Damat Ferit Paşa tarafından artık soğuk karşılanmaya başlandı. Ve Damat Ferit Paşa açıkçası şöyle düşünüyordu: Anadolu’daki hareket ezilmeden bu antlaşmayı onaylamayız. Aynı şekilde Sultan Vahdettin de böyle düşünüyordu. Çünkü böylesine acil bir onayın zaten sarsılan prestiji yerle bir edeceğini düşünüyordu. Zaten Damat Ferit’in bir prestiji kalmamıştı. Ama en azından Saray’ın belli bir prestiji söz konusuydu. Ancak, böyle acil bir onay durumunda bunun da elden gideceğini düşünüyordu Sultan Vahdettin. Ve İtilaf kuvvetlerine teklifi şuydu: Önce siz onaylayın, en azından biriniz; sonra biz onaylayalım. Fakat burada enteresan bir durum var. İşte kader, Sevr Antlaşması imzalandıktan hemen sonra, Avrupa’daki parlementolar tatile girdi. Bu da iki üç aylık uzun bir tatil demekti. Ve tatil döneminde bu antlaşmanın onaylanması mümkün değildi. Dolayısıyla, ilk etapta bu yüzden aslında İstanbul Hükümetine çok yoğun bir baskı da yapmamışlardı. Ama iş giderek çetrefilleşmeye başladığında, Anadolu’daki direnişin bu işi çıkmaza sürükleyeceğini gördükleri zaman, Damat Ferit Paşa’ya onay konusunda biraz baskı yapmaya başladılar. Ancak bu noktada da tekrar Anadolu’yla bir uzlaşı girişimi yapmasını telkin ettikleri için, demin söylediğimiz gibi Damat Ferit Paşa bu konudaki tavrını değiştirmişti. Şimdi durum böyle olunca, İtilaf Yüksek Komiserleri şöyle düşündüler: Elimizde bir sadrazam var, ancak Ankara ile uzlaşmaya yanaşmıyor. Kaldı ki, öyle bir figür ki bu, eğer söz konusu şey Ankara ile uzlaşmak ise bunu en son gerçekleştirebilecek kişi aynı zamanda. Çünkü evet, köprüleri atmış durumda. İşte bu noktada Damat Ferit Paşa tamamen gözden düşmeye başladı. Çünkü onlar, Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile uzlaşmaya odaklanmışlardı. Odaklandıkları şey bu olunca da Damat Ferit Paşa burada kötü bir figür haline gelmeye başladı. Onun için de yeni bir arayışa girdiler. Aradıkları sadrazamda iki özellik olmalıydı:
- Sevr Antlaşmasının onaylanıp uygulanması konusunda sorun çıkarmamalıydı. Bunu kabul etmeliydi.
- Büyük Millet Meclisi’ni temsil eden rical arasında da belli bir saygınlığı olmalıydı ki onlarla bir uzlaşma zemini yakalayabilmeliydi. Yani bu son hükümetin gerek kamuoyu nezdinde gerekse de Ankara’da bir prestijli olmalıydı.
Bu noktada iki isim akla geliyordu: 1- Tevfik Paşa; Ahmet Tevfik Paşa. İkincisi de Ahmet İzzet Paşa. Ancak, Ahmet İzzet Paşa’nın Sevr Antlaşmasının arkasında duramayacağı düşünülüyordu. Tevfik Paşa ise enteresan bir şekilde, bu pek bilinen bir şey değildir. Aslında İtilaf Yüksek Komiserlerine bu konularda birtakım vaatlerde bulunmuştu sadrazam olmadan önce. Yaptığı görüşmelerde şu intibaı uyandırmıştı yüksek komiserlerde: Evet, Evet Tevfik Paşa Sevr Antlaşmasının onaylanıp uygulanmasının kaçınılmaz yol olduğunu kabul etmiştir. Hatta ve hatta onlara yol bile göstermiştir bu hususta ve şöyle demişti İngiliz Yüksek Komisere: Eğer padişaha resmi talepte bulunursanız onu antlaşmayı onaylamaya teşvik etmiş olursunuz. Çünkü eğer padişah sizden gelen resmi bir talep olmaksızın antlaşmayı onaylamaya kalkarsa, kamuoyunda bu adeta antlaşmayı onaylamak için içi içine sığmıyormuş gibi bir durum ortaya çıkartır. Yani, ortada fol yok yumurta yokken bu niye aniden onaylayıverdi diye bir durum ortaya çıkar. Dolayısıyla sizin resmi talepte bulunmanız onu bu konuda daha ciddi düşünmeye teşvik edecektir diye de bir öneride de bulunmuştur aynı zamanda. Evet, işte bu noktada Damat Ferit Paşa’yı artık istemiyorlar; ama bir noktada şunu da düşünüyorlar: Özellikle İngilizler ve Fransızlar Damat Ferit Paşa’yı gözden çıkarmış durumda, istemiyorlar. Hatta Fransız Yüksek Komiseri bunu Sultan Vahdeddin’e doğrudan söylüyor. Ama İngilizler hala tereddütte diyorlar ki, tamam da, şu ortamda ve atmosferde yani, Damat Ferit Paşa’nın Sevr Antlaşması’nı onaylamaktan tevakki ettiği gerekçeyi düşünürsek eğer, bunu Tevfik Paşa onaylar mı? Yani bugün bize onaylayacağını söylüyor; ama iktidara geldiği zaman aynı şeyi yapabilir mi acaba, diye düşündüklerinde bu sefer Damat Ferit Paşa figürü tekrar güzelleşmeye başlıyor gözlerinde? Çünkü söz konusu olan şey artık Sevr Antlaşmasının onaylanmasıdır. O zaman onu onaylayabilecek figür olarak tekrar Damat Ferit Paşa’ya yönelmeye başlıyorlar. Ve aslında Damat Ferit Paşa 16 Ekim 1920’de istifa ettiğinde sağlık sebeplerini ileri sürerek özellikle İngilizler ve hatta Fransızlar, çünkü Fransızlar da son anda İngilizlerin fikrine dönüyorlar. Damat Ferit Paşa’nın istifasına sevinmeleri mi, yoksa üzülmeleri mi gerektiği konusunda hiçbir fikirleri yok? İki arada bir deredeler. Damat Ferit Paşa’yı kaybetmiş olmaktan dolayı buruklar çünkü onun onaylamayacağı, padişaha teşvikte bulunmak istemediği durumda, Tevfik Paşa bunu yapabilecek mi? Kafalarındaki soru bu. Ama 16 Ekim’de iş işten geçmiş oldu. Damat Ferit Paşa istifa etmiş oluyor. Sultan Vahdettin buna sevinmiyor açıkçası, çünkü Ferit Paşa’nın yanında kendini güvende hissediyor. Ve Tevfik Paşa İtilaf kuvvetlerinin de imaları sonucu padişaha yapmış olduğu sadarete getiriliyor.
Peki burada hangi amaçla geliyor ve misyonu ne?
Evet, burada da şu kadarını söyleyelim: Bizim Cumhuriyet tarihi literatüründe bu sorunun cevabı Ankara ile uzlaşmak için getirildiğidir. Benim demin anlattığım şeylerden de sanki böyle bir sonuca varılabiliyormuş gibi duruyor, ama gerçek bu değil. Gerçek şu: İtilaf devletlerinin birincil amacı, Sevr Antlaşması’nı bu hükümete onaylatmaktır. Uzlaşı meselesi İtilaf devletleri açısından artık ikinci plana düşmüş durumda.
Ankara ile uzlaşma niye bu kadar önemli İtilaf Devletleri için?
İşte demin zikrettiğimiz gibi, Sevr Antlaşması’nın fiilen uygulanabilmesi için çok önemli. Çünkü Anadolu’da Ankara Hükümeti’nin denetim ve kontrolü sürdükçe Antlaşma fiilen uygulanamaz bu bölgede. Son anda tekrar Damat Ferit Paşa’ya yöneldiklerini gördük. Neden? Çünkü bu dönemde Yüksek Komiserlerin gündemine birinci sırada antlaşmanın onaylanması girmişti. Çünkü bir panik havası esiyordu. Bu antlaşmayı bir an önce onaylatıp bu adımı atmalıyız, gerisini sonra düşünürüz noktasına gelmişlerdi. Dolayısıyla Tevfik Paşa iktidarından beklentileri; birincil olarak bu antlaşmayı onaylamasıydı. Uzlaşı meselesine gelince uzlaşı meselesini şöyle görüyordu Yüksek Komiserler: Aslında Ankara’nın kesinlikle uzlaşmaya yanaşmayacağının büyük ölçüde farkındaydılar. Şimdi burada şu soru sorulabilir: Ya Madem bu kadar farkındaydılar bu adamlar da neden politika değiştirdiler de böyle uzlaşmayı denemek istediler? Bunun sebebi şu, hemen şunu da ilave edelim ki: İngilizlerin, Fransızların özellikle hadi İtalyanlar o kadar etkili değil, yani zikretmeye belki gerek bile yok. İstanbul’daki politikaları öyle çok çerçevesi tayin edilmiş, nereye varacağı belli olan politikalar değildi. Oturaklı net şeyler değil aslında. Yani burada günlük gelişmeler de bunları çok etkiliyor. Ve burada İtilaf devletleri bir noktada artık askerlerini de çektikleri bir bölgede olmayan bir kuvvetle, olağanüstü bir antlaşmayı uygulamaya çalışıyorlar. Çünkü böyle bir antlaşmayı uygulamak istiyorsanız, bunu zorlamanız gerekir ve bu da kuvvetle olur. Hâlbuki ellerinde böyle bir kuvvet yok. Buradaki Yüksek Komiserlerin, mesela İngiliz Yüksek Komiserinin Londra ile yazışmalarında sürekli bunu vurguladığını görüyorsunuz. Şunu söylüyor sürekli: Bu antlaşma uygulansın filan tamam da neyle uygulayacağız bunu? Böyle bir kuvvet yok elde. Dolayısıyla, yerse hesabı, tutarsa hesabı, şunlarla bir uzlaşma girişimi daha yapalım noktasındalar aslında. Ve bu Anadolu’ya uzlaşı için gidecek heyetin başarı şansını neredeyse yok gibi görüyorlar. Zaten kendi temsilcilerini bu heyete katmak istememelerinin sebebi, başarısızlık halinde bunu yüklenmek istememeleri aslında. Dolayısıyla, onlar da farkındalar ki Sevr Antlaşmasında yeni bir düzenlemeye gidilmediği müddetçe özellikle, Doğu Trakya ve İzmir konusunda Ankara’nın uzlaşması söz konusu bile değildir. Ancak, burada çok önemli bir nokta var, peki o zaman tekrar aynı soruya dönüyoruz, neden tekrar Ankara’ya bir heyet gitsin ve uzlaşma girişiminde bulunsun?
Ankara’yı güçlendireceğini düşünmüyorlar mı? Ankara’ya heyet göndererek aslında Anadolu halkının gözünde Ankara hareketini itibarlı hale getiriyorsun.
Evet işin bir tarafı da bu aslında, ama bundan sarf-ı nazar etmiş durumdalar. Yani bunu çok fazla düşünmüyorlar. Çünkü acil olarak bir uzlaşıya ihtiyaç var. O sonra düşünülecek bir mesele. Zaten bu görüşme gerçekleştiği sırada, Mustafa Kemal Paşa’nın tavrı da bu uzlaşı girişimini nasıl lehine çevirdiğinden biraz sonra bahsederiz belki. Bu noktada aslında İtilaf kuvvetlerinin amacı şu: Anadolu’ya temsilci gönderilmesi ve orada Büyük Millet Meclisi ile görüşülmesinden umdukları şey, diyorlar ki, hiç olmazsa yani tamam bir uzlaşı çıkmayacak muhtemelen; ama hiç olmazsa bugün giden heyet Ankara’ya gider, TBMM içindeki birtakım ılımlı çevrelerle görüşür ve…
Burada ılımlı derken kastettiğiniz şey tam olarak nedir?
İngiliz belgelerinde çok geçen bir kavramdır ılımlı kavramı. Ilımlı şudur: Bir taraftan Milli Mücadele’yi desteklerken, diğer taraftan da fiilen veya ruhen çok radikal noktalara gitmeyeceğine inanılan adamlardır. O radikal nokta nedir? Bolşevik olmak, Saltanatı yıkmak, Cumhuriyeti ilan etmek. Bunların hepsi radikal noktalar diyebileceğimiz durumlardır. Yani Saltanat rejiminin, monarşinin devamını istemekle beraber, Kuvay-ı Milliye’ye destek veren adamlar şu veya bu ölçüde ılımlıdır. Mesela, İngilizlere göre Anadolu’daki ılımlı adamlar kategorisine kimler girer? Kazım Karabekir Paşa ılımlı kategorisindedir, Rauf Orbay ılımlı kategorisindedir, Fevzi Çakmak ılımlı kategorisinde midir onunla ilgili bir yorum görmedim. Ama belki ılımlı olabilecekler kategorisine sokabiliriz. Evet, yani Mustafa Kemal Paşa aslında burada radikalleri temsil eden bir isim olarak göze çarpıyor.
Mustafa Kemal Paşa’nın o günlerde Cumhuriyeti ilan etmek ve saltanatı kaldırmak gibi bir kastı olduğunu İngilizler biliyorlar mı?
Şöyle söyleyeyim; Mustafa Kemal Paşa’nın o günlerde Saltanatı kaldırıp Cumhuriyeti ilan etmek gibi bir niyeti olduğu tartışılır. Ama böyle bir hayali özlemi olmuş olabilir?
Böyle bir beyanı yok ama değil mi?
Tabiî ki yok. Ve bunun realize edilebilmesi noktasında, buna ne kadar ihtimal verdiği kendi içinde de tartışılan bir şeydir. Ama tabiî ki somut olarak böyle bir şeyle karşılaşmıyoruz bu dönemde. Bilakis Mustafa Kemal Paşa bu dönemde Büyük Millet Meclisindeki bir takım radikal çıkışları bastırmaya çalışmıştır. Ortamı sakinleştirmeye çalışmıştır. Şimdi diyorlar ki hiç olmazsa Ankara’da birilerinin kafalarını karıştırabilirler. Yani Mustafa Kemal Paşa’ya karşı onları kışkırtabilirler, onlara gerçek durumu anlatabilirler. Nedir gerçek durum onlara göre? Şu: Sevr Antlaşması imzalanmıştır ve müttefiklerin bundan geri adım atması mümkün değildir. Siz bir maceranın peşinde koşuyorsunuz. Bolşeviklere güvenmeyin, onlar da nihayetinde emperyalist bir çizgi takip edeceklerdir gibi… Yunanlılar büyük zaferler elde etmişlerdir Anadolu’da bunu anlatın. Kime anlatacaklar? Halka anlatacaklar. Yani bu işin macera olduğunu fazla ileri gitmemek gerektiği konusunda telkinlerde bulunmaktı. Bu noktada İsmet Paşa’nın da ılımlılar arasında düşünüldüğünü söyleyelim. Çünkü Ahmet İzzet Paşa’nın daha sonra en çok kanca atacağı isimdir İsmet Paşa. Bunu düşünüyorlardı, yani hiç olmazsa bu heyet sayesinde Ankara’da ortamı bozmak, bir ikilik ortaya çıkarmak vesaire.
Tevfik Paşa hükümetinin misyonu neydi?
Tevfik Paşa hükümetinin misyonu. Demin de anlattığımız gibi, İtilaf devletleri Tevfik Paşa hükümetini antlaşmayı onaylaması için iktidara getirdiler. Bunu nerden anlıyoruz? Hemen, 21 Ekim 1920 de hükümet kurulduktan 4 gün sonra, 25 Ekimde hükümete resmi bir nota veriyorlar. Bu, Sevr Antlaşması imzalandıktan sonra İtilaf Devletlerinin bu antlaşmayı onaylayın şeklinde verdikleri ilk notadır. Sevr Antlaşmasının hemen imzalanmasını bekliyorlar hükümetten ve hükümet de buna bir karşı nota ile cevap vererek öncelikle Anadolu ile temasa geçilmesi temasa geçildikten sonra bu da yetmiyor, bir şekilde Meclisin oluşturulması ve bir şekilde Sevr Antlaşmasının bu meclise onaylatılması gerektiğini söylüyorlar. Bu tabi İngiliz Yüksek Komiserini şoka sokuyor. Çünkü üç gün önce kendilerine antlaşmayı onaylamaktan bahseden bir adamın, üç gün sonra bu şekilde bir yanıt vermesi şaşırtıcı onlar için. Zaten şunu da görüyoruz: İngilizler’in Tevfik Paşa hakkındaki yorumlarına baktığımızda, Tevfik Paşa hakkında sürekli olarak şunun altını çizdiklerini görüyoruz, milliyetçi etkilere çok açıktır. Oğlu İsmail Hakkı Bey zaten Kuvay-ı Milliyecidir. Dolayısıyla davulun sesi uzaktan hoş gelir hesabı Tevfik Paşa sadrazam olmadan atıp tutuyordu. Ama oraya geçtikten sonra bu antlaşmayı onaylamanın o kadar kolay olmadığını hatırlayıverdi bir anda. Zaten unutmamak gerekir ki bu metni müttefikler ilk kez onun eline tutuşturmuşlardı Damat Ferit Paşa döneminde ve o şöyle demişti: Bu antlaşmayı imzalamak mümkün değildir.
Tevfik Paşa’nın Londra Konferansındaki tavrının sebebi bu muydu?
Burada şöyle bir şey var, bu hükümet tam da aslında ılımlı adamların oluşturduğu bir hükümet. Yani İstanbul’daki ılımlılar kim derseniz işte bunlar: Tevfik Paşa, Ahmet İzzet Paşa, Ali Rıza Paşa, Salih Paşa. Dördü de sadrazamlık yapmış adamlar ve dördünün de şu veya bu şekilde Kuvayı Milliye’ye bir sempati besledikleri düşünülen insanlar. Ama aynı zamanda bunlar, klasik Osmanlı Paşaları. Yani hiçbir şekilde radikal dönüşümlere taraftar değiller. Ancak bir şeyin farkındalar, eğer Türkiye Sevr kâbusundan bir nebze de olsun kurtulmak istiyorsa Anadolu’daki mücadele mutlak başarı ile sonuçlanmalıdır. Bu olmadığı takdirde Sevr Antlaşması’nın tadil edilmesi için bir sebep de zorlayıcı bir etken de kalmaz. Ama diğer taraftan şunu da görüyorlar; Mustafa Kemal Paşa’nın radikal bir çizgi takip etmesinin muhtemel olduğunu, kendince gerekirse Bolşevizm’i de Cumhuriyeti de kurabilecek yapıda bir insan olduğunu, dolayısıyla bu hareket; Milli Mücadele hareketi büyük bir zaferle sonuçlanırsa o zaman saltanat rejiminin tehlikeye girebileceğinin de farkındalar aynı zamanda. Onun için İstanbul Hükümeti’nin dış politikadaki tavrı hep şu olmuştur: Ne zaman Anadolu’da bir çarpışma cereyan etse kimin başarılı olduğunun önemi yok. İster bunu Büyük Millet Meclisi orduları başarı ile sonuçlandırsın Birinci İkinci İnönü muharebelerinde olduğu gibi ister Sakarya Muharebesinde olduğu gibi veyahut da Yunanlılar buradan başarı ile çıksın Eskişehir-Kütahya muharebelerinde olduğu gibi. Hemen şu teklifle ortaya çıkmışlardır: Derhal barış yapılmalıdır. Yani fırsat bu fırsattır bir başarı elde ettik, bir kazanım elde ettik bize bu kazanımdan dolayı bir şeyler vereceklerdir dolayısıyla bu fırsatı kaçırmamalıyız. Şimdi bu çok problemli bir yaklaşım bu dönem için. Neden? Şundan dolayı: Çünkü özellikle Haziran 1921’de Ahmet İzzet Paşa Hariciye Nazırı olduktan sonra Sakarya Savaşının kazanılmasından sonra bile, şu tavrı göstermiştir; aha işte barış yapmalıyız, bize ufak tefek bir şeyler verecekler, İzmir Yunanlıları verilmeyecek serbest şehir olacak… Şimdi bu çok problemli bir tavır, neden böyle bir tavır sergileniyor? Demin ifade ettiğimiz şeyden dolayı, yani bir an önce masa kurulsun, İstanbul Hükümeti de henüz sıfırı tüketmeden o masadaki yerini alsın, ve devreden çıkmamış olsun yani İstanbul Hükümeti’nin masada olacağı bir barış antlaşmasının yapılması isteniyor. Bu noktada Ankara Hükümeti’nin bu işi devam ettirip, ihtimaller:
- Yenilmesi durumunda Sevr’den daha kötü bir antlaşmayla karşı karşıya kalabilir.
- Zafer kazanması halinde saltanat yıkılabilir.
İkisinin arasında bir politika takip ediyor İstanbul Hükümeti. Bir taraftan Ankara’yı desteklerken, öbür taraftan çok başarılı olmasını istemiyor.
Londra Konferansında İstanbul Hükümetinin sözü Ankara Hükümetine bıraktığına dair bir anlatı var. Bu bir efsane mi?
Bu anlatılan şekliyle bir efsane evet. Şöyle ki: Anlatılan şey şudur, ama daha önce şu bilgiyi vermek gerekir. Londra Konferansındaki o pozisyonla ilgili evet, Birinci İnönü Muharebesinin başarı ile sonuçlanmasından sonra İtilaf Devletleri Sevr Antlaşmasının yeniden tadil edilmesi için yeni bir konferans toplamaya karar verdiler. Ve bu konferans da Şubat sonlarına doğru Londra’da toplandı. Yalnız bu konferansa İstanbul Hükümeti’ni çağırırlarken bir şart koymuşlardı: Mutlaka İstanbul Heyeti’nin içinde Ankara delegelerinin de bulunması gerekir. Çünkü şu ortaya çıkmıştı, herhangi bir antlaşma bu Sevr Antlaşması olsun veya onun tadil edilmiş hali olsun Ankara’nın onayı olmaksızın uygulanamaz. Onun için de burada Ankara’nın da işin içinde olmasını istemişlerdi. Bu teklif bir taraftan Ankara Hükümeti’ni sevindirirken yani bir taraftan İtilaf Devletleri tarafından bir tanınma anlamına gelen bu teklif onları bir yandan sevindirirken diğer taraftan da tavırlarını çok net bir şekilde koydular. Ve İstanbul’da hükümet namı altında hiçbir heyet tanımadıklarını dolayısıyla İstanbul’daki bu heyetin kendine hükümet diyen bu hükümetin derhal görevi bırakmasını bütün yetkilerini Ankara’ya terk etmelerini ve Ankara’nın göndereceği bu heyete ancak bir takım teknik danışmanlar falan vermelerini istediler. Birtakım belgeler vesaire istatistikler. İstanbul’a aradan çık dedi Ankara Hükümeti. Ancak Tevfik Paşa bunu kabul etmedi. Arada birçok yazışmalar oldu, tehditler oldu. Kimi zaman Ankara Hükümeti Damat Ferit Paşa’nın düştüğü duruma düşeceği konusunda ihtar etti Tevfik Paşa hükümetini vesaire. Ama netice itibariyle Tevfik Paşa, İstanbul Hükümeti’nin başında olarak Londra’ya gitti. Bu noktada Ankara Hükümeti de şunu yaptı: Birçok tartışmalar oldu, heyet gönderelim mi, göndermeyelim mi? Göndermeye karar verildi. Dediler ki en azından Avrupa’da propaganda yapmış olur, bu hükümet Misak-ı Milli’yi tanıtır. Ama Ankara Heyeti’ne doğrudan bir çağrı olmadıkça bizzat konferansa katılmayacağı karar alındı. Nihayetinde bu heyet geçmiştir Avrupa’ya. İtalyanların birtakım girişimleriyle konferanstan davet almış ve konferansa da iştirak etmiştir Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyet. Şimdi konferans öncesinde karşılıklı, özellikle Ankara’nın tehditvari tutumu var Tevfik Paşa’ya. Londra’da aynı otelde kalıyordu bu iki heyet ve görüşüyorlardı birbiriyle. Bu görüşme sonunda bir antlaşmaya da vardılar. Buradai temel meselelerde ayrı tezler ileri sürmeyecekleri noktasında anlaştılar. Ancak Tevfik Paşa’nın Türk Heyeti’nin ilk kez konferans huzuruna çıktığı 23 Şubat tarihinde neler söylediği meselesi bizim tarih literatüründe hep yanlış bir şekilde aksetmiştir. Bunun bazı sebepleri var tabiî. Olayları aktaran kişilerin Ankara heyetinin adamları olması bunda başrol oynuyor. Bizdeki versiyon şudur: Tevfik Paşa’ya söz vermiştir Lloyd George ve o da demiştir ki, ben sözü Millet’in gerçek temsilcilerine; Büyük Millet Meclisi Heyeti’ne bırakıyorum. Bu doğru değildir, böyle bir şey yok. Çünkü İngilizce ve Fransızca tutanaklara ve hatta Ankara heyetinin yazmanının konferans esnasında tuttuğu tutanaklara baktığımız zaman, hep aynı şeyi görüyoruz. Tevfik Paşa’nın söylediği şey şudur; kısa bir konuşma yapmıştır 4 madde halinde. İstanbul Hükümeti’nin asgarî barış şartlarını ortaya koymuştur. Ve ondan sonra da şöyle söylemiştir. Ve şimdi de sözü kendi fikirlerini beyan etmek üzere Ankara’daki Büyük Millet Meclisi hükümeti tarafından seçilip yetkilendirilen heyetin başkanına bırakıyorum demiştir. Şimdi bizim Cumhuriyet Tarihi literatürüne geçen versiyon ile bu versiyon arasında dağlar kadar fark var. Çünkü birincisi bizim ilk versiyonda, doğru bilinen versiyonda burada Tevfik Paşa’nın kendi yetki ve salahiyetini bir noktada sıfırladığını, orada bulunmasının adeta hiçbir manasının kalmadığını görüyoruz. Yani milletin orada gerçek temsilcileri varsa sen necisin? diye adama sorarlar. Niye geldin o zaman? Ama işin hakikati şu ki, Tevfik Paşa’nın söylediği sözler, gerçekte konferans huzurunda şunu kesin olarak ortaya koyuyordu. Evet, Ankara’da bir hükümet var ve bu meşrudur, ama bu hükümetin yetki sınırları İstanbul’a ulaşmaz. Ve bu heyet de ancak Büyük Millet Meclisi’nin ona verdiği talimat doğrultusunda söz söyleme yetkisine sahiptir. Yani İstanbul adına söz söyleme yetkisine sahip değildir, bu açıkça görülüyor bu ifadelerden. Ama şu var, konferansın ilerleyen günlerinde İstanbul Hükümeti, İstanbul Heyeti’nin üyeleri de konferans hususunda söz söylemiş olmakla beraber ağırlıklı olarak Ankara Hükümeti bu müzakereleri yürütmüştür.
Peki, bu işin basına o günlerde böyle aksetmesi ve bu güne kadar böyle gelmesi meselesi nereden çıkıyor?
Özellikle Son Sadrazamlar kitabında İbnü’l Emin, Reşad Nihat Belger’e dayanarak diyor ki, bu isim Ankara Heyetine dâhil bir isimdi o gün o toplantıdaydı ve söz asıl milletvekillerine aittir aktarması da buradan geliyor aslında. Ve şunu anlıyoruz, Ankara Hükümeti’nin delegeleri muhtemelen aldıkları bir talimatla veya kendi aralarındaki bir istişare sonucunda bunu bu şekilde basına aktarmışlardır ve bunun üstünde çok durmuşlardır, allanıp pullanmıştır ve hemen yayılmıştır bu. Bu haber İstanbul’a ulaştığında, İstanbul Gazetelerinde çıktığında, o dönemin hariciye nazırı Sefa Bey telgrafla bunu Tevfik Paşa’ya sormuştur. Böyle bir şey söylediğiniz aktarılıyor, bunun gerçek olmadığını biliyoruz, böyle bir şey söylemiş olamazsınız tabiî ki, ama nereden çıktı bu iş diye sormuştur. Tevfik Paşa da basında çıkan haberlerin abartılı olduğunu gerçekte kendisinin söz hakkını değil söz sırasını söz nöbetini devrettiğini Ankara Heyeti’ne ifade etmiştir ve orada bazı açıklamalarda bulunmuştur. Bu açıklamalar çok önemlidir. Yani Tevfik Paşa’nın neden orada Ankara Hükümeti’ni ön plana çıkardığının cevabı olarak son derece açıklayıcıdır. Bu şudur: Açıkçası Tevfik Paşa konferans öncesinde Ankara ile yapmış olduğu yazışmalar esnasında Ankara’nın argümanlarından etkilenmiştir. Etkilenmiştir çünkü şunu söylüyor dışişleri bakanı: Evet, Ankara Heyeti’ni ön plana çıkarmak zorundaydık, çünkü biz diyor; Sevr Antlaşmasını imzalamış olan bir hükümetin varisiyiz. Belki bizim hükümetimiz imzalamadı ama o yükü biz aldık diyor. Dolayısıyla bizim dilimiz Sevr Antlaşması ile bağlıdır. Mesela biz Sevr Antlaşmasını tanımıyoruz diye bir şey söyleyemeyiz bu saatten sonra. Ama Ankara böyle değildir, onlar başından beri Sevr Antlaşmasını tanımadıklarını söyledikleri için serbestçe konuşabiliyorlar orada. Yani bizden çok daha etkin ve serbest bir şekilde Türkiye’nin haklarını müdafaa edebilecek heyet Ankara heyetiydi. İki, çok önemli bir şeydir burası, şunu söylüyor Tevfik Paşa; işin özetini başta söyleyeyim size. Aslında Tevfik Paşa şunun farkında, Londra’da olması gereken heyet Ankara Heyeti. İstanbul Heyeti olaya somut olarak baktığımızda, yani fiilen sahaya baktığımızda, İtilaf Devletlerine silahla karşı koyan güç Büyük Millet Meclisi Hükümeti. uluslararası antlaşmalar yapan, Bolşeviklerle, Afganistan’la, Azerbaycan’la vesaire uluslararası ilişkileri olan güç kim? Ankara. İngilizlerle restleşen, elinde esirlerini bulunduran güç Ankara’ydı. Çünkü İngilizler bu konuyu görüşmek istiyorlardı Ankara’yla. Dolayısıyla devlet fonksiyonlarını yerine getiren güç aslında Ankara. Dolayısıyla İtilaf Devletleri de aslında şunun farkında: Yani biz meseleleri çözeceksek Ankara ile çözeceğiz. Bizim karşımızdaki muhatap o. Ama siyaseten Ankara Hükümeti’ni değil İstanbul Hükümetini resmi muhatap olarak kabul ediyorlar. Ankara’yı dolaylı muhatap olarak kabul ettiklerini gösteriyorlar. Aslında, herkes farkında ki burada somut olarak muhatap olunması gereken taraf Ankara’dır. Dolayısıyla Tevfik Paşa da bunu fark ediyor ve şunu söylüyor: Yani bizim burada olmamız, biz burada Ankara’nın tezlerini savunuyoruz. Burada bir farkımız yok. Bu da bizim varlığımız için gereklidir. Yani masada kalmamız için böyle yapmamız gerekiyor. Çünkü eğer biz başka bir şey söylemeye başlarsak Ankara’nın söylediğinden o zaman şöyle bir durum ortaya çıkar: Gerçekte mademki İtilaf Devletleri problemlerini Ankara ile çözecektir, çünkü güç onlarda o zaman, biz başka bir şey söylemeye başlarsak ya biz bunla çözeceğiz sen bir şey söylüyorsun, ama sen devreden çık diyebilirler. Ama biz Ankara’nın söylemlerini tekrarlayacak olursak onların yanında yer alacak olursak o zaman masada kalma şansımız artar. Evet, dolayısıyla Londra Konferansında Tevfik Paşa’nın tavrı da aslında politik gerçekliğin yansımasından başka bir şey değildir.
Peki, burada bir de Ahmet İzzet Paşa’nın durumunda bahsetsek…
Evet, burada Ahmet İzzet Paşa’nın durumu çok ilginçtir. İşte bu sözde uzlaşı girişimi için Anadolu’ya geçen heyetin başında Ahmet İzzet Paşa var o dönemde. Ve Ahmet İzzet Paşa heyetleri ile Mustafa Kemal Paşa heyetleri Bilecik istasyonunda buluşuyorlar. Ahmet İzzet Paşa orada hayatının en karanlık günlerinden bir tanesini yaşıyor. Çünkü Ahmet İzzet Paşa oraya giderken çok kıdemli bir asker olarak, yine Ankara’daki asker isimlerin kendisine duyduğu saygıya çok güveniyor. Onlar nezdinde çok büyük bir kredisinin olduğunu falan düşünüyor. Ama Mustafa Kemal Paşa hiç oralı olmuyor ve orada Ahmet İzzet Paşa’nın bütün kendine güvenini yerle bir ediyor o anda. Mesela şunu söylemiştir: Ben Büyük Millet Meclisi Mustafa Kemal kimlerle müşerref oluyorum? Bunu özellikle sormuştur. Kimlerle müşerref oluyorum derke, yani İstanbul’da bir hükümet tanımadığını, yani falanca nazırı hariciye nazırı dâhiliye nazırı falanca şeklinde, o dönemde Ahmet İzzet Paşa dâhiliye nazırıydı, tanıtmasını kabul etmediğini aslında ifade ediyordu. Burada bir şok. Ahmet İzzet Paşa bunu anlayamamıştır bile. Yani ilk etapta ne demek istedi falan demiştir. Ondan sonra şöyle bir durum gerçekleşmiştir: Yani uzlaşı için geldiniz tamam, o zaman e Sevr Antlaşmasında tadilat mı yapacak Müttefikler, herhalde öyle bir şey olmasa gelmezdiniz şeklinde bir yaklaşımda bulunuyor Mustafa Kemal Paşa,. Ahmet İzzet Paşa da kem küm etmeye başlıyor: İşte bana dediler ki şöyleydi böyleydi, İzmir’e serbest şehir statüsü vereceğiz, efendim Trakya’da Midye-Enez hattını kabul edebiliriz falan filan tarzı şeyler söylüyor ve Mustafa Kemal Paşa’yı güya tehdit ediyor. Nasıl tehdit ediyor? Yani tehdit ediyor derken, kendisi tehdit etmiyor. İtilaf kuvvetlerinin neler yapabileceğine dair birtakım sözlerle tehdit ediyor. İşte İngilizlerin Romanya’dan asker topladığı bunları Samsun’dan Anadolu’ya çıkartabilecekleri filan gibi şeyler söyleyince, bu sefer Mustafa Kemal de dayanamıyor artık diyor ki, ya siz buna inandınız mı? Çok safmışsınız böyle bir şey olmaz diyor. Ondan sonra Ahmet İzzet Paşa orada iyice perişan oluyor. Böyle bir tablo ortaya çıkıyor ortaya. Sonra Mustafa Kemal Paşa bu ekibi alıyor ve zorunlu misafir ediyor bir süre. Evet, zorla götürüyor. Yani sonuç itibariyle Ahmet İzzet Paşa’nın o saatten sonra bu heyetle konuşulabilecek bir şeyi yok aslında, ama zorla götürülüyor. Neden götürüyor peki Mustafa Kemal Paşa, şundan dolayı: Çünkü bu dönemde görüşmenin olduğu dönem Londra Konferansı’nın henüz toplanmamış olduğu bir dönem. Zaten bu heyet Ankara’da zorunlu olarak kalırken konferans cereyan ediyor, Tevfik Paşa gidiyor falan. Hemen Mustafa Kemal Paşa tarafından basına bir ilan veriliyor. İşte Ankara Heyeti İstanbul Hükümeti mevzusu şu, şu, şu bakanlar ve kişiler bize iltihak etmişlerdir. Yani oradaki İtilaf Kuvvetlerinin baskısından kaçarak bize gelip iltihak etmişlerdir. Ahmet İzzet Paşa buna da çok sinirleniyor ve diyor ki, benim adıma niye böyle bir açıklama yapıyorsun? Yalan diyor, böyle bir şey yok diyor. Ama Mustafa Kemal Paşa bunu şunun için yapıyor, burada artık İstanbul Hükümeti diye bir hükümetin olmamasını istiyor. Türkiye’nin tek temsilcisi olarak Ankara’nın muhatap alınmasını istiyor İtilaf Devletleri tarafından. Eğer Türkiye’de de hala İstanbul’dan ve onun hükümetlerinden beklentisi olan birileri varsa hiç boşuna beklememeleri gerektiğini, işte İstanbul’daki nazırların bile oradaki ortamdan kaçıp sığınma ihtiyacı hissettiklerini orada anlatmaya çalışıyor. Yani oradaki İstanbul Hükümetini parçalamaya çalışıyor. Hemen şunu söyleyelim; Mustafa Kemal Paşa’nın yine Milli Mücadele tarihinde genellikle yanlış bilinen bir şey vardır. Şöyle ki: Ali Rıza Paşa ve Tevfik Paşa hükümetleri gibi Kuvayı Milliye’ye yakın duran hükümetler Mustafa Kemal Paşa’nın en sevmediği hükümetler. Hiç hoşlanmaz Damat Ferit Paşa hükümeti ise en sevdiği hükümettir. Çünkü Damat Ferit Paşa hükümetleri iktidarda kaldığı sürece Anadolu hareketinin ve Mustafa Kemal Paşa’nın onun lideri olarak her zaman prestiji ve meşruiyeti artmıştır, ama ne zaman kamuoyu tarafından sevilen isimler İstanbul’da hükümet kursa o zaman Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’daki etkinliği hep tahdit edilmiş, sınırlandırılmıştır. Dolayısıyla en sevmediği isimler Mustafa Kemal Paşa’nın…
Peki, Damat Ferit Paşa’nın İstanbul’dan destek vermemesi önemli değil mi? Yani silah vermemesi. Çünkü Tevfik Paşa silah gönderiyor, el altından destekliyor. Bunu önemsemiyor mu,
Hiç şüphesiz ki önemsiyor, ama önem sıralamasında bu zikrettiğim şeyden daha arkada geliyor.
Damat Ferit Paşa zamanında silah sevkiyatı var mı idi?
Şimdi bu konu derinlemesine araştırma gereken bir konu. Ama hemen şunu söyleyelim burada, ister Damat Ferit Paşa hükümeti olsun, hangi hükümet olursa olsun ama birkaç nazırı burada ayırmak lazım. Harbiye Nezaretinin tavrı genellikle hükümetin tavırlarından farklı olmuştur. Harbiye Nezareti ekseriyetle birkaç isim dışında Milli Mücadele’ye sıcak bakmış ve destek vermiştir. Mesela İzmir’in işgali sırasında da Damat Ferit Paşa hükümetteydi değil mi? İlk emri Harbiye Nezareti emriyle silah deposu açılmış ve direnişçilere silah dağıtılmıştır orada, ama şunu söyleyelim Damat Ferit Paşa’nın son sadareti döneminde silah sevkiyatı konusunda çok büyük sıkıntı olduğu şuradan belli, çünkü İstanbul’da Anadolu adına çalışan ve sevkiyatı organize eden grupların raporlarına baktığınız zaman özellikle Mim-Mim grubunun raporlarına, Milli Müdafaa’nın burada Tevfik Paşa hükümetinin başta kalmasının sevkiyat açısından çok önemli olduğunu ısrarla vurgulamışlardır. Yani Damat Ferit Paşa döneminde hareket alanlarının çok daraldığını adeta sıfırlandıklarını ama Tevfik Paşa hükümetinin başa gelmesiyle tekrar yoğun bir faaliyete başlayabildiklerini onun için de bu hükümetin faaliyetlerinin desteklenmesi gerektiğini bildirmişlerdir. Ha şöyle diyebiliriz. Mustafa Kemal Paşa’nın mutlaka kendi içinde gizli bir gündemi mevcut savaş sırasında. Bir tarafta sahada düşmanla mücadele verilirken diğer taraftan da Mustafa Kemal Paşa muhalifleriyle de mücadele etmiştir. Özellikle İttihatçılarla ve diğer yandan da elbette ki, hani demin dedik ya, kafasında var mıydı, yok muydu cumhuriyet? Evet, mutlaka böyle bir şey vardı, ama bunun mutlaka gerçekleşme ihtimali çok düşüktü. Bu onun kendi eylemlerine değil, aslında İstanbul’un tavrına bağlı bir şeydi. Ama mutlaka böyle bir şey taşıyordu. Ama hiç olmazsa Mustafa Kemal Paşa’nın, yapısal olarak baktığınızda karakter kişilik olarak baktığınızda liderliği kimseye bırakmamak gibi bir niyeti olduğunu da görmek lazım. Bir noktadan sonra, özellikle kendi liderliği iyice tescillendikten sonra. Zaten Sakarya’dan sonra artık tam olarak perçinlenmiştir. Bunu herhangi bir isme şahsa vesaireye ve hatta evet, sultana bile bırakmamak gibi bir niyeti olduğunu söyleyebiliriz. Yalnız sultana derken yanlış anlaşılmasın, o dönemdeki tartışmaların derinine girdiğimiz zaman bunun illa cumhuriyeti ilan etmek anlamına gelmediğini söyleyebiliriz. Çünkü şöyle bir şey var: Mesela Refet Paşa, Milli Mücadele zaferle sonuçlandıktan sonra, İstanbul’a geldiğinde niçin gelmişti? İşte Trakya’daki kontrolü Büyük Millet Meclisi adına ele almak için gelmişti, ama İstanbul’a uğramıştı. O sıra da saltanatın kaldırıldığı bir dönem. Fakat saltanat kaldırılmadan önce İstanbul’daki temaslarına baktığımız zaman, buradaki hükümet yetkilileriyle temaslarına baktığımız zaman, aslında onun bu konularda karışık şeyler söylediğini görüyoruz. Evet, şu kesin artık; saltanat-ı milliye tesis edilmiştir ve bundan geri adım atılamaz. Ne demek saltanat-ı milliye ile artık bir şahsın saltanatı söz konusu olamaz, eğer bir saltanat olacaksa bu milletin saltanatı olacaktır. Ama şunu da söylüyor, bu diyor cumhuriyeti ilan etmek demek değildir. Bizim diyor cumhuriyet gibi bir niyetimiz falan yok ve çok enteresan 1922 yılında Paris’te bir konferans daha toplandı; dışişleri bakanları konferansı üç ülkenin dışişleri bakanı bir araya geldi. Dolayısıyla bu konferans toplanmadan önce, hem Ankara Hükümeti hem İstanbul Hükümeti Avrupa’da kamuoyu çalışması yapmak için veya kamuoyunu etkilemek için veya bu birtakım yetkili kişileri etkilemek için ayrı ayrı birer heyet gönderdiler. Burada da bir sürü çatışma yaşandı Ankara ve İstanbul arasında. Bize bakıp siz gönderdiniz, yok bize bakıp siz gönderdiniz heyeti diye. Şimdi yalnız burada çok enteresan bir şey var, Ankara Heyeti’nin başındaki kişi, Avrupa’ya gönderilen Yusuf Kemal Bey yetkisini meclisten alıyor, ama hükümetten gizli bir yetki daha alıyor. Hiç meclisin haberi olmayan bir yetki, mecliste bu kesinlikle söylenmiyor. Bilenler işte hükümetin üç beş adamı bunlardan biri de Mustafa Kemal Paşa tabiî ki. İstanbul’da diyor eğer talep gelirse padişahla görüşebilirsin. Padişaha şunları söyleyebilirsin. Padişaha söyleyebileceği şeyler arasında kesinlikle Anadolu hareketinin cumhuriyeti ilan etmek gibi bir derdi olmadığı da var. Bu görüşme gerçekleşiyor ve bunu ifade ediyor Yusuf Kemal Bey padişaha.
Padişah, Sultan Vahdettin mi?
Evet Vahdettin. Diyor ki, kesinlikle bizim cumhuriyeti ilan etmek gibi bir derdimiz yoktur. İsterseniz şurada tam olarak ne dediğine bakabiliriz, çünkü tam olarak ne dediği derken niye bu kadar iddialıyız, şundan dolayı; bu sözler onun anılarında yer alan sözler değil. Çünkü anılarında bu konuda hiçbir şey yazmıyor zaten Yusuf Kemal. Ama görüşme gerçekleştikten bir gün ya da iki gün sonra Ankara’ya Mustafa Kemal Paşa’ya gönderdiği bir rapor var. O raporda bu görüşmede tam olarak neler konuşulduğunu yazıyor. Dolayısıyla evet tam olarak söylediği şeyler bunlardır aslında diyebiliriz. İsterseniz ona bir bakalım çok önemli.
Damat Ferit Paşa Kuvay-ı İnzibatiye’nin Kuvay-ı Milliye ile çatışacağını niye düşündü acaba? Yani gerçekten bir çatışmaya gireceğini niye düşündü? Çünkü girilmeyeceği çok belli değil mi? Adam kendi askerine kendi vatanının askerine kurşun sıkar mı?
Sıkmadı işte.
Niye sıkacağını düşündü acaba?
Kendi bakış açısıyla gördüğünü zannediyor insanların herhalde. Evet, şöyle diyor: Ben şu sözleri söyledim. Padişahın işlevi makamı hilafetin maruz olduğu tazyik üzerine milletin işe başladığı Büyük Millet Meclisini nasıl teessüs malumu hümayunlarıdır. Büyük Millet Meclisi ne komünisttir ne de cumhuriyetçidir. Büyük Millet Meclisi makamı muallayı hilafeti tanır ve zat-ı hümayunlarından kendisinin tanınmasını istirham etmektedir.
Bu da Vahdettin’i etkiledi yani.
Ne anlamda?
Böyle bir teminat gelince Ankara Hükümetine karşı Ankara Hükümeti’nin en azından kendisine karşı çok da bir şey yapmayacağını düşünmüş olabilir mi?
Bir an için çok sevindiği bir gerçek, çünkü verdiği tepkilerden öyle anlaşılıyor. Ancak buna çok güvenmediği de başka bir gerçek.
Peki abi, konuyu toparlarsak kısaca son bir cümlemiz?
Son cümlemiz şu, saltanatın kaldırılması cumhuriyetin ilan edilmesi ve nihayet hilafetin ilgasına giden yol tek başına Mustafa Kemal Paşa ve onun gibi düşünenlerin açabileceği bir yol değildi. Burada daha da etkili olan şey bizzat Sultan Vahdettin’in ve İstanbul Hükümetlerinin tavrı olmuştur. Çünkü onların tavrı bu müesseselerin halk indindeki değerini sarsmış ve yol bu şekilde açılmıştır diyebiliriz. İşte bu Mart 1922’deki tanıma eğer gerçekleşmiş olsaydı elbette ki Sultan Vahdettin’in bir şekilde Ankara’nın baskılarına maruz kalarak ülkeyi terk etmesi süreci hiçbir zaman gerçekleşmeyebilirdi. Ne olabilirdi, ne olamazdı bilemeyiz. Ama meselenin bu kadar basit ve kolay olmayacağını düşünebiliriz.
1 Yorum