
Gökhan Yılmaz ile son çıkan kitabı “Hevesin Kaçış Yönü” hakkında keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.
***
“Hevesin Kaçış Yönü” ismi hem çok güzel hem de çok dikkat çekici bir isim. Kitabınızdaki bütün hikâyelerinizi kucaklayıcı bu ismin sizdeki yeri ve önemi nedir?
Kitabımın ismiyle ilgili söyledikleriniz için teşekkür ederim. İnsanların hayatlarında belirli dönemlere yön veren duygu, olay ve sözler vardır. Bu anlamda “heves”i çok kıymetli buluyorum. Kitabımın adında “heves” mutlaka olmalıydı. Kitapta hevesi kaçmış, hevesinden vurulmuş insanlar var, evet. Kitaplara ad olacak ifadelerin hem bir meseleyi ortaya koyması hem de kitaba bir davet anlamı taşıması beklenir. Ben de kitaba bu ismi vererek hikâyelerdeki bir ortaklığı vurgulamasını istedim. Kitabın adını henüz netleştirmemişken Murat Yalçın mesaj atarak dosya isminin ne olduğunu sordu. “Hevesin Kaçış Yönü” şeklinde düşündüğümü söyledim. Çok beğendi, içimdeki ihtilaf kırıntılarını da süpürüp attı böylece. Sonrasında kitabın adıyla ilgili epey güzel dönüşler aldım. Herkes kendi hevesinden pay biçiyor sanırım, ne güzel. İnsanlığın ortak özelliği kırılmış hevesi galiba. Heves kaçması/kaçırılması evrensel bir mesele olmalı. Hevesi kaçmamış insan var mıdır hiç? Kitabın adı da kendi de okurun artık.
Farklı bir anlatı tekniğinizin olmasının okur kitlenizi etkilediğini düşünüyor musunuz? Özgün tutumunuz sizi yazarken “anlaşılmama kaygısı”na götürüyor mu? Ya da bu sizin için bir sorun mudur?
Aslolan anlatmaktır. Bir metnin önce yazarından çıkması gerekiyor. Anlaşılmak da mühim elbette. Hevesten, dertten, yaradan bahsediyorsak birileri görsün, duysun, sevsin diyedir şüphesiz. Ama ilk mesele ondan kurtulmak galiba. Anlatırken de belki başka türlüsüne gücümüz yetmediği için, belki başka türlü o acıyı saklamak mümkün olmadığı için belki de estetize etmenin yolunu bulduğumuzu düşündüğümüz için bir yol seçiyoruz kendimize. Her metin de kendi içinde bir arayışı barındırıyor. Her metinde bir yol, bir kanal arıyoruz kendimize. Bu arayış da aslında hep sorunlu bir arayış. Bulduğumuz mutlak değil çünkü. Her metnin daha iyisi vardır. Her yolun alternatifi vardır. Her okumanın da öyle tabi. Ben de kendime en uygun olduğunu düşündüğüm yolda yürümeye çalışıyorum. Yol değişiyor, yürüyüş değişiyor, yolu seyran edenler değişiyor ama arayışın kendisi değişmiyor.
“Az çoktur” mantığıyla kısa cümleler yazmak uzun cümleler kurmaktan daha zordur. Son kitabınızdaki öyküler de mümkün olduğunca anlam yoğunluğu derin ve güçlü kısa cümlelerle örülü. Bu işçiliğin arkasında nasıl bir yazma ritüeli var?
Yazmanın temelinde kelimeleri seçmek var. Seçmek ve dizmek. Ben yazarken kısa cümleler olsun veya uzun cümleler olsun diye bir dert taşımıyorum. Metnin sesini duymayı önemsiyorum. Yazıya uygun düşecek ritmi yakalamaya çalışıyorum. Bazen bunu kısa cümlelerle de sağlayamayabilirsiniz. Deniyoruz. Arıyoruz. Olmazsa değiştiriyoruz. Yazdıklarımı okuduğum aşama çok kritik benim için. Yazdığım şey beni birçok açıdan doğru bir okumaya götürmeli. Bunu bulana kadar uğraşıyorum genelde. Okuduğumda ritmin oturduğunu hissedince genel itibariyle olduğuna kanaat getiriyorum. Tabiî bu işin bir boyutu. Ayrıntılar, kurgu, sahnelerin aktarımı, sahicilik gibi birçok farklı mesele var.
“Hevesin Kaçış Yönü” kitabınızdaki öyküler okuru hakikatin ortasına yer yer sersemletici bir şekilde bırakıyor. Öykü devam etse de o boşluk insanın içinde uğuldamaya ve insanı düşündürmeye devam ediyor. Bir nevi çimdikleme, rahatsız etme durumu. Okuru özel bir çabayla mı boşluğa itmek istiyorsunuz yoksa öyküleriniz sizden bağımsız bir şekilde mi okuru “o” noktaya getiriyor?
Öyküde boşlukların önemli olduğunu düşünüyorum. Akışa okuru da dâhil etmek anlamına geliyor bu. Okurda farklı karşılıklar buluyor bu tabiî. Yazmayı bitirdikten hemen sonra bir okur olarak bakıyorum öykülerime. Benim de “o nokta”da olmam gerekiyor okur olarak. Bir de öykünün devam etmesi meselesi var. Bitse de bitmemeli hakikatte bir öykü. İyi öykü olmanın karşılığı biraz da bu çünkü. Başka öyküleri okurken de bunu arıyorum çoğu kez. Sayfalar bitmiş olsa da varlığını, duygusunu, gerçekliğini sürdüren metinler…
İlk iki kitabınız ve “Hevesin Kaçış Yönü”nü birlikte değerlendirdiğimizde son öykülerinizin dilini, anlatım biçimini diğer kitaplarınıza göre nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yukarıda söylediğim gibi her öykü bir “bulma” ile meselesi. Arıyoruz, bulduğumuza ikna olunca da altına imzamızı atıyoruz. Sekiz yıl sonra geldi üçüncü kitabım. Beklemenin ve bulmanın sonucu bir kitap. Elbette bunu, şunu da unutmadan söylüyorum: Her bulduğumuz bir sonrakini bulana kadar geçerli. Kitaplar, yazarların hayatlarından pay alıyor elbette. Geçirdiğimiz ömür, harcadığımız emek, çektiğimiz acılar gibi pek çok şey dâhil kitaplara. Teknik, metinlerin içine dâhil başka şeyler de var tabiî. İlk iki kitabım farklı bir ritmin, denemenin, arayışın kitaplarıydı. “Hevesin Kaçış Yönü” anlatmayı, göstermeyi, ses etmeyi daha çok isteyen bir kitap. Yazarın/anlatıcının sesini, dilin neşesini söndürmeden kamerayı odaklamak istedim bu kitapta. Bu anlamda farklı oldu benim için. Yazarlık serüvenimde nasıl bir yer tutacağını zaman gösterecek.
Bir söyleşinizde “Metin yazmak gerçekten zordur. İyi bir metin yazmak daha da zordur. İyi yazılmış bir metni anlamak, o metnin içinde bizim düşüncemizi tahrik edecek soruları yazarına gerek duymadan cevaplamaya çalışmak, o metin için bu anlamda uğraşmak da epey zordur.” cümlelerini kurmuşsunuz. Bu durumda iyi bir metin yazmak ancak iyi metinler okumaktan geçer diyebiliriz. Sizin için okumak nedir? Ya da size göre: “Okumaktan mana nedir?”
Okumak çok kıymetli ve özel bir çaba. Kıskanç bir sevgili okumak. Sizi tutunca bırakmak bilmiyor. İştahlı bir kuyu. Siz başınızı uzattıkça içine çekiyor. Zahmetli ve rahmetli bir iş. Kendinden başkasına gözünü kapatıyor insanın. Sonra kendi dışındaki her şeye açıyor gözünü. Yazmaktan daha kıymetli bir iş varsa o da okumaktır. Bazen bana da engel oluyor bu duygu. Yani bir metni yazmama engel olduğunu hissediyorum bazen okumanın. Bir şey daha okuyayım, diyorum, yazmak şöyle dursun. Bunun yanında insanı yazıya da götüren yolların en güzeli. Okumak insana kendinde anlatılması gerekeni de gösteriyor. Okudukça sizden okunacakları da aralıyorsunuz. Okumanın dallarına tutunmadan yazmanın acı meyvesi yenmez herhalde. Başına iş almak isteyen okusun. ☺
Son olarak hayatınızda kırılma noktası olan ve sizi etkileyip yazarlığa sürükleyen o olay, kişiler, nesneler nedir, nelerdir? Yazmanın sağaltıcı gücü mü sizi masaya oturtuyor yoksa kelimelerin oluşturduğu iç müzik mi?
Kelimeleri hep sevdim. Onları anlamlarından, cümlelerinden bağımsızken de hep sevdim. Cümlelerin gücünü keşfettim. Henüz çok küçükken. İnsanlar konuşuyordu, ben kelimelere bakıyordum. Alt yazılar geçiyordu, kelimeleri kovalıyordum. Masallar uçuşuyordu kulaklarımda, ben kelimeleri hayal ediyordum. Bu takip beni kendi kelimelerimin gücüne inanmaya yöneltti. Anlatacaklarım vardı hem. Önce yolumu bulmuştum, sonra da yola neyi koyacağımı. Okuyarak şekillenen, kelimelerle serpilen, deneyerek filizlenen bir süreç bu benim için.
Söyleşiyi gerçekleştiren: Sinem Çağlancı
